Çocukluğumdan bazı fotoğraf kareleri geliyor gözümün önüne bazen ve epey düşünüyorum bunlar üzerine. Rus romanlarında, “acı ile gülümsedi” gibi bir ifade geçer ve çoğu zaman bunu anlamakta zorlanırız. Hatta, o satırları okurken nasıl bir şey olduğunu merak eder ve kitabı bırakıp acı ile gülümsemeyi dener, dudaklarımızı garip şekillere sokarız ya. İşte bu tip kareleri anımsadıkça, acı ile gülümseme ile Rus romancıların ne anlatmak istediğini kavrayabiliyorum.
Mesela, ilk okulda, sınıfıma müfettiş geldiği zaman öğretmenimizin bizlere karşı çok yumuşak ve kibar olduğunu hatırlıyorum. Bütün sınıf arkadaşlarının birbirine karşı nazik ve yardımsever olduklarını. Müfettişe karşı mükemmel bir uyum içinde gözükme gayretlerimizi ve öğretmenimizin ezilmişliğini gizlemek, daha doğrusu normalleştirmek için bizlerin de onun kadar stresli davrandığımızı. Bu duyguyu kaç kişi ile paylaşabileceğim, kaç kişi beni anlayacak bilmiyorum. Bu durum Türklerin okullarına mı has bir şeydi, yoksa başka milletlerin ilk okullarında da sınıfa gelen müfettişin yarattığı olağandışı bir medenilik var mıydı bilmiyorum. Ama bu duyguyu yaşadım ve anımsadıkça istisnai bir Almanca kelimeyi hak ettiğini düşünüyorum. Hatta bir Fransız filozofun bu duyguyu tartışarak başladığı bir metin kaleme alıp otorite ve insanın felsefi varoluşu arasındaki ilişkiyi tartışması gerekir.
Böyle birçok arada kalmış, tam tarif edemediğim ve bir türlü kavramsallaştıramadığım duygu var. Mesela, erkek çocuklarının düğünlerde oynayan annelerinden utanarak onların eteklerine yapışması ve kadınları hareket edemez hale getirmeleri. Freud’un ve Jung’un buna verecekleri esaslı bir cevap olduğunu bilmenin huzuru içinde böyle şeyleri düşünüyorum. Neden huysuzlanıyorlar erkek çocukları annelerini mutlu ve eğleniyor görmekten? Medeni hayatın tolere ettiği ancak onların dürtüsel bir ilkellikle tehdit algıladıkları bir durum mu var ortada? Annelerinin mutlu olmasından ziyade annelerinin kendileri dışında birileri tarafından beğenilmesinden mi utanıyorlar?
Bir de Sovyet filmlerinde devrimin hemen ardından geleceğe dair umutlanan Rus köylüsünün yüz ifadesinin çocuklarda harika durduğunu hatırlıyorum. Dopaminerjik sistemin beyinde haddinden fazla çalıştığı, umut içerisinde bir ödülün beklendiği bir ruh halini yansıtıyor bu. Devrimin hemen ertesi sabahı. İlhan Berk’in “cumhuriyetin ilk günleri gibiydi yüzün” dediği şey bu gibi bir şey olabilir. Çocukken, bu yüz ifadesine defalarca tanık oldum. Oturduğumuz lojmanın lokalinde evlenen çiftlerin veya sünnet olan çocukların hatırına içtiğimiz Tamek şeftali suları dağıtılmadan önce bütün arkadaşlar gergin ama umutlu bir bekleyiş içindeydi. Benzer yüz ifadesini bazen kendi çocuklarımda da görüyorum. Çok istedikleri bir oyuncağı ısrarla almadığımda ve iyice ümidi kestikleri bir anda onları oyuncakçıya götüreceğimi söylediğimde, kendimi birden bire Sovyet devriminin ertesi sabahındaki coşkuyu anlatmak için kamerayı oyuncuların çenesinin altına konumlandırmış, gülerek gökyüzüne bakan Rus köylüsünü çeken komünist yönetmenler gibi hissediyorum.
Geçenlerde Melike’ye, eskiden misafirliğe gidilen evlerde mutlaka 14-15 yaşlarında kız çocuklarının olduğundan ve daha küçük yaştaki veletleri alıp bir odaya götürüp orada onları oyaladıklarından, oyunlar oynattıklarından, hikayeler anlattıklarından bahsettim. Böylece yetişkenler de ağız tadıyla sohbet edebiliyorlar, sadece ara sıra kontrol için oyun oynanan odaya giriyor, terleyen çocuklarının sırtına havlu veya tülbent sokuşturuyorlardı. Ne oldu o ergenliğe yeni giren ve küçük çocuklara karşı müthiş bir şefkat gösteren ablalara mesela? Erkek çocuklarının ilk aşkları ve gördükleri zaman ellerinin ayaklarının birbirine dolaştığı karakterlerdi bunlar. Kuduruk erkek çocuklarının görür görmez Mavi Boncuk filminde pamuğa dökülmüş eter ile bayıltılıp halıya sarılan Emel Sayın gibi edilgen hale gelişi tesadüf değildi. Bu ablaların sözü dinlenir, onlar üzülmezdi. Erkek çocukları için, kendilerinden yaşça büyük bir kıza itaat etmenin ve onunla uyumlu olmanın verdiği huzurun, aniden uysallaşma eğiliminin mutlaka bir ismi olmalı.
İsim bulamadığım ve son zamanlarda en çok düşündüğüm duygu durumu ise bambaşka ve çok ağır bir şey. Hatta düşündükçe daha da ağırlaşıyor, insanın biraz izzet-i nefsine dokunuyor. Malum, 80’li ve 90’lı yıllarda ülkemiz pek zengin değildi. Bisiklet sahibi olmak, çocuklar için olağanüstü bir ayrıcalıktı. Menderes, her mahallede bir zengin bir de bisiklet sahibi bir çocuk yaratabilmiş, ardından gelenler de bunu olumlu yönde pek değiştirememişlerdi.
Akşamüstleri çıkardı bisiklet sahibi çocuklar sokağa ve bütün çocuklar onun başına toplanır, sohbet çemberi genelde bisikletin etrafında şekillenirdi. Bisikleti olmayan çocukların haset duyması beklenirdi ama bu olmazdı. Hatta dokunaklı şeyler yaşanırdı oralarda bir yerde. Mesela, bisikleti olmayan çocuklar, bisiklete binen çocuğun yanında büyük bir neşe içinde koşar, sanki kendileri bisiklet selesinin üstündeymiş gibi mutlu olurlardı. Niçindi bu mutluluk? Yoksunluğun insanı mutsuz etmesi gerekmez miydi? Hatta bisiklete binenlere karşı bir kin, bir kıskançlık duymak gayet tabi değil miydi? Bunlar olmuyordu. Bunu düşünüyorum ve ne buluyorum biliyor musunuz? Sanırım bu neşe içinde koşan çocuklar, bisiklete binme eyleminin kendisinden büyüleniyor ve dünya üzerinde birilerinin bisiklete biniyor olmasından mutlu oluyorlardı.
Mesele bisiklete kimin bindiği değildi. Bisikletin icad edilmiş olması, birilerinin bisiklete biniyor olması ve onların da buna tanıklık etmesiydi. Bisiklete binme eylemi deneyimlenmiyordu belki ama burada deneyim bir mucizenin gerçekleşmesine tanıklık etme heyecanıydı. Musa’nın asası yılana dönüşüyor, Firavun Sarayı’na çekirgeler hücum ediyor, Kızıldeniz ikiye bölünüyordu. Belki Musa değillerdi ama onun yanındaki Harun’du bu çocuklar. Zaten mucize göstermek Musa için beklenmedik bir deneyim değildi. Ona zaten neler olacağı söylenmişti. O mucizenin gerçekleşmesi için bir vasıtaydı sadece. Asanın elinde olmasının ne anlamı vardı? Deneyim, bu mucizelere maruz kalan, bu mucizelere yakalanan ve bu mucizeler başına gelenlere mahsus bir şeydi. Bu yüzden gerçek mutluluk Musa’dan çok Harun’un hissettiği şeydi.
Zorba kitabında geçiyordu sanırım: “Ne makinedir şu insan be!”. Hakkaten de öyle…
Fotoğraf: Yuriy Vertikov

