Birleşmiş Milletler adı uluslararası hukuk ve diplomasiyle anılan bir kurum oldu hep. Başta Trump olmak üzere sağ popülist liderlerin şahsiyetçi siyaset tarzının ve tek taraflı güç kullanımının paramparça ettiği müzakere ve hukuk zeminine dönüş bakımından BM toplantılarının güçlü geçmesi önemliydi.
Geçtiğimiz hafta gerçekleştirilen son toplantılara Rusya ve Çin’in devlet başkanı düzeyinde katılmaması ve ABD’nin Mahmud Abbas’ın New York’a gelmesini engellemesi, toplantıların simgesel değerine gölge düşürdü. Yine de yaşananlar ve tartışmalar bakımından ABD-İsrail ekseninde dünya siyasetini belirleyen tek kutuplu dünya bir haftalığına da olsa kısa devre yaptı. Bu arada belirtmek gerekir ki, Abbas’ın Genel Kurula katılmasının engellenmesine, Türkiye dahil olmak üzere BM üyesi ülkelerin tepki vermesi ve çalışmaları Cenevre’ye taşıması gerekirdi. Ne yazık ki hiç kimse, en haklı olduğu konuda dahi ABD’yi güçlü bir şekilde karşısına alamadı.
Zirveye Filistin meselesi damgasını vurdu. Bu nedenle tartışmaya oradan başlamak, tanınma siyasetinin sonuçlarını irdelemek gerekli. Başta Fransa ve Britanya olmak üzere çok sayıda ülke Filistin’i devlet olarak tanıdı. Ayrıca Fransa, Gazze’de ateşkes ile Filistin devletinin siyasi ve askeri açıdan yeniden inşasını içeren bir plan sundu katılımcı ülkelere. Bu çabaların tamamı çok önemli olmakla birlikte asıl sorun hakkaniyetli bir şekilde ele alınmadığından girişimlerin sonuçsuz kalması kaçınılmaz. Çünkü tarihin bu anında ihtiyacımız olan şey Filistin’i ödüllendirmek değil, İsrail ve ABD’yi cezalandırmak olmalıydı.
İsrail’e karşı ekonomik ambargo, silah ambargosu ve askeri güç kullanımı ile ABD’ye karşı ekonomik ambargo olmadan Gazze’yi kurtarmak imkansız. 1973 yılında İsrail’i desteklediği için ABD’ye petrol ambargosu uygulayan, Filistin için İsrail’le açıkça çatışmaya giren İslam devletleri tarihe karışmış durumda. Bu vasat değişmediği müddetçe İsrail’i onun istemediği bir şeye zorlamak imkansız. Ayrıca hangi Filistin tanınıyor sorusuna da yanıt vermek gerekli. İngiltere ve Fransa Hamas’ın yönetimde olmadığı bir Filistin’i tanıdıklarını ifade ettiler. Bu durumun bölge gerçekleriyle bağdaşmadığı ise açıkça ortada. Hamas sadece silahlı bir direniş örgütü değil, aynı zamanda büyük bir toplumsal ve siyasal güç. Bırakın Gazze’yi, Batı Şeria’da özgür seçimler yapılsa Hamas’ın FKÖ’den daha fazla destek sağlamayacağının hiçbir garantisi yok. Hamas’sız bir çözüm ancak kısa erimde olabilir. Filistin halkı varlığını koruduğu müddetçe Hamas o halkın siyasal sosyolojik bir aktörü olarak süreci etkileyecektir.
Barış önündeki engel Hamas değil, İsrail’in müzakere payı bırakmayan maksimalist politikaları. İsrail tek taraflı bir şekilde Gazze’yi işgal ediyor. Gazze yönetimini hiçbir Filistinli grupla paylaşmayacağını ilan etti, Batı Şeria’yı yerleşimci adıyla işgalcilere açmış durumda, iki devletli çözümü kabul etmiyor ve Kudüs kentinin sadece kendisine ait olduğu noktasında da ısrarcı. Böylesi bir zeminde İsrail’le savaşmak dışında hiçbir seçenek kalmıyor diğer aktörlere.
İsrail’in katı tutumu Fransız planını en baştan ölü bir plan haline getirmiş durumda. Filistin’i tanıyan İngiltere ve Fransa, İsrail’e ambargo uygulamıyor. Fransızlar, Gazze işgali devam eder ve İsrail barış çağrılarına olumsuz yanıt verirse ne olacağını da söylemiyor. Bu koşullar altında Hamas’ı bir kenara bırakarak Gazze’yi kurtarmaya dair çabanın bir iyi niyet gösterisinden öte anlamı olmadığını/olmayacağını söyleyebiliriz.
BM gündemi içinde ABD-Türkiye ilişkileri için de ayrıca bir parantez açmakta yarar var. Trump’un BM’de yaptığı konuşma siyasi mobbing kıvamındaydı. Trump kısaca “ben varsam Amerika var, Amerika varsa diğer dünya devletleri var” dedi. Ayrıca kullanılan dilin ırkçı, kaba ve cinsiyetçi olduğu da söylenebilir. Böylesi bir kibir ve zihniyetle hareket eden bir yönetimle sağlıklı ilişkiler yürütmek hiç de kolay değil.
Trump’ın iktidarı devraldıktan sonra Erdoğan Türkiye’sine olumlu mesajlar verdiği açıkça ortada. Ancak olumlu sinyaller sorunların aşılmasını tek başına sağlamıyor. ABD Türkiye’ye üstü örtük bir askeri ambargo uygulamakta. Suriye’de PKK’ya, Gazze’de İsrail’e verilen destek Türkiye’nin bölge çıkarlarını tehdit ediyor. Dahası, Amerikan yönetimi ekonomik ilişkilerde sadece kendini düşünüyor. Amerikan gezisi öncesi Türkiye bu ülkenin bazı mallarına uygulanan ek vergileri kaldırdı. Ekonomik yanı ağır basan siyasi bir jest yaptı Ankara. Trump’ın ülkedeki sanayici ve finans çevrelerindeki ağırlığı büyük. Türkiye’nin ekonomik kırılganlığın azaltılması ve ülkeye yabancı yatırım gelmesi noktasında benzer bir tavır Erdoğan’ın beklentileri arasında. Ancak hiçbir ciddi konuda kalıcı iyileşme sağlanamıyor. NATO müttefikine F-16 satmayan bir ABD siyaseti Türkiye için risk yaratmaya devam etmekte. Trump-Erdoğan görüşmesi bu olumsuz tabloyu değiştirmedi. Hatta nükleer enerji, doğalgaz alımı ve Irak petrol boru hatlarının açılması gibi hususlarda Türkiye, ABD’nin Rusya’yı çevreleme politikasına destek verdi.
Tartışmayı sonuca bağlarken iki hususun altını çizmek gerekli: Türkiye ve İsrail ABD’nin Ortadoğu’daki önemli müttefikleri. Birleşik Devletler bu iki devletin karşı karşıya gelmesini ve (veya) aradaki gerilimin kontrol edilemez bir yere doğru tırmanmasını istemez. Ancak ABD için İsrail ve Türkiye denk güçler değil. İsrail’in ABD ile ilişkisi her hangi bir başka devletin bağlantısının çok ötesinde. Bu nedenle Türkiye, İsrail karşıtı siyaseti sürdürmek istiyor veya kendisini buna mecbur görüyorsa ABD’nin yanında olmayacağını hesaplamalı. Bu noktada ve pek çok diğer mesele bakımından da ABD güvenilir bir ortak değil. Filistinliler için ise tablo çok karanlık. Güç dengesinde radikal bir değişiklik olmadığı müddetçe 7 Ekim’e kadar Gazze işgali bitirilecek. O bölgedeki tüm Müslümanlar göç etmek zorunda kalacak. Batı Şeria ise adım adım yok ediliyor. Bu korkunç sonu durdurmak için elbette geç değil, ancak zaman mazlum halkların aleyhine olacak şekilde tükeniyor.