Sinemada Auteur kavramı, ilk kez Fransız yeni dalgası öncüleri tarafından 1940’lı yıllarda ortaya atılmışsa da, bu kavramı İngilizceye transfer eden Amerikalı film eleştirmeni Andrew Sarris, auteur kimliğe sahip bir yönetmende bulunması gereken üç özelliği; teknik ustalık, ayırt edilebilir kişilik ve içsel anlam olarak belirleyerek bu kavramın sınırlarını çizdi.
Auteur kuramına göre bu kavramı tüm sanatlarda bir sıfat gibi kullanmanın sakıncaları var. Ancak auteur yönetmen diyerek aslında, “bu bir x filmidir” dendiği zaman akılda ayırt edici şekilde bir iz bırakan, senaryosunu kendisinin yazdığı, bilinmeden izlense bile ona ait olduğu hemen anlaşılabilecek yönetmenlerin kast edildiğini belirtmekte fayda görüyorum. Bu ayrışma da genelde kullanılan metaforlar, rol verilen oyuncular, kamerayı konumlandırma yeri ve mesafesi, kullanılan jumpcut ya da plan sekans gibi teknikler, değinilen konular, hitap edilen sınıflar, ardı sıra tekrar eden olaylar gibi olgularla mümkün oluyor. Ve ayrıca bu deneyim altyapısı ile kendi şahsi film izleme serüvenimden yola çıkarak yönetmenleri sınıflandırmanın, eserlerin genel öğelerini tespit edip anlayışı arttırmak gibi pozitif yanlarının olduğunu düşünüyorum.
Filmin bağlamından kopuk diyaloglar, kargaşa, aşırı kanlı görüntüler, uzak doğu filmlerinden esinlenen dövüş sahneleri ve ayak fetişizmiyle Q.Tarantino’yu; filmlerindeki Sherlock Holmes esintileriyle, kendine has gerilim yaratma tekniklerinin orijinal metnin önüne geçmesiyle ve tabii ki “cameo”larıyla A.Hitchcock’u; renkler ve anlam yaratımını bağdaştırıp tüm filmi bir tablo, bir kompozisyon olarak ele alışından dolayı A.Kurosawa’yı; biraz şiirsel biraz masalsı ve rüya anlatımı gibi uzun ve tek tek anlamsız olmasına rağmen genel kavrayışta bir araya geldiğinde bir puzzle’ın parçaları gibi anlamını bulan planlarıyla ve pastoral öğeleriyle A.Tarkovski’yi; teknik kusursuzluk arayışı, her şeyin olması gerektiği gibi olması, her planı için uzun uzun kafa yorulmuş hissiyatıyla ve verdiği masterclass hissiyle S.Kubrick’i; anlamı, mekan-mecaz-karakter üçlüsüne yükleyen ve otobiyografik rüyaların yansımasından İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin en önemli ismi F.Fellini’yi; kameranın setlerde değil de sokaklarda olması gerektiğini söylemesiyle günümüzde anlık çekilen sosyal medya videolarından bile daha gerçekçi oluşu ve kameranın titremesine bile aldırmamasıyla günlük hayattan kesitler sunmasından F.Truffaut’u; araba içi diyalog sahneleri, rüzgarda uçuşan nesneler, kurulan kader kısmet dengesinin hassaslığı, ölümü çoğu zaman kutsama seviyesinde olumlayarak ele alışıyla A.Kiarostami’yi diğerlerinden ayırmak mümkün ve örnekleri arttırmak da. M.Haneke, A.Farhadi, I.Bergman ve M.Scorsese bir çırpıda aklıma gelen diğer isimler.
Yerli sinemamızda ise gişe beklentisi ve yatırdığı parayı geri kazanmak isteyen yapımcı baskısıyla “kendisi gibi” özgün film çeken yönetmenlere rastlamanın genelde çok mümkün görünmemesine, hatta auteur diyebileceğimiz örneklerin bile yer yer yabancı yönetmenlere özenmesinden dem vurulmasına rağmen kendi anlatı tarzını oluşturabilmiş yönetmenlerimizden bahsedebiliriz.
Anadolu’daki mülkiyet, suç, tutku, bastırılmış cinsellik, adalet konularını yer yer rahatsız edici seviyede pastoral bir anlatımla harmanlamasından Metin Erksan’ı; toplumsal gerçekçi duruşu, takındığı muhalif tavır ve kendini “öteki” olarak konumlandırarak çekmiş olduğu derdi olan insanların hikayelerinin filmleriyle Yılmaz Güney’i; filmlerine verdiği kısa kavram isimleriyle, sürekli arızalı olan ve kapanmayan kapılarıyla, filmlerinde eksik olmayan hapishane-pavyon-seks işçiliği-aldatma sahneleriyle Zeki Demirkubuz’u da yerli sinemamızda diğer yönetmenlerden farklı bir yere koyabiliriz. Ve tabii ki sayıları çok olmasa da yine örnekleri arttırabiliriz (Reha Erdem, Ezel Akay, Yeşim Ustaoğlu gibi). Ancak ben bu yazıda, yerli olmasına rağmen en uluslararası yönetmenimiz ve auteur yönetmen dendiği zaman hakkı global ölçekte de verilen Nuri Bilge Ceylan (NBC) ve sadece kendisinin değil, nazarımda yerli sinema tarihimizin gelmiş geçmiş en iyi filmi olan Bir Zamanlar Anadolu’da üzerine bir şeyler söylemek isterim.
NBC ve Bir Zamanlar Anadolu’da
NBC’nin, kariyerinde kırılmalar olmasına, sinemasının lineer olarak ilerlemesine, filmlerinin kendi içlerinde duruş ve anlatı olarak birbirlerine benzememesine rağmen, her bir filmi; kendine has ve kendisinin kapsayıcı usta dokunuşunu hissettiren filmler. Kariyerindeki kırılmalardan da kısaca bahsetmek gerekirse çekmiş olduğu ilk kısa filmi Koza (1995) ve ardından gelen taşra üçlemesi olarak bilinen Kasaba (1998), Mayıs Sıkıntısı (1999), Uzak (2002) filmlerini ilk dönemi olarak, Uzak ile Cannes Film Festivali’nde ikincilik ödülü almasını da ilk kırılım olarak düşünebiliriz.
Ardından bir yapımcı ile çalışmaya başlaması (Zeynep Atakan) ve bununla birlikte amatör görünümünden kurtulup çekmiş olduğu İklimler (2006) ve Üç Maymun (2008) sonrası Bir Zamanlar Anadolu’da (2011) ile yaşanan kırılımla, artık onu profesyonel oyuncularla ve büyük bütçeli yapımlarla kendisini izlemeye başlamamızı sağladı. Ardından Kış Uykusu (2014) ile aldığı Altın Palmiye ödülüyle zaten yurt dışında kendi ülkesine oranla daha fazla tanınan ve izlenen ender yönetmenlerden birisi oldu; arthouse sinema dendiği zaman da tüm dünyada bir referans noktası olarak kabul ediliyor.
Filme gelirsek, böyle kısa bir yazıda hakkını vererek bahsetmek çok kolay değil, ama makro bir bakış açısıyla filmin işlenmiş ve itiraf edilmiş bir cinayetin ardından katil (Fırat Tanış), savcı (Taner Birsel), komiser (Yılmaz Erdoğan), doktor (Muhammet Uzuner), polis (Murat Kılıç), şoför (Ahmet Mümtaz Taylan), jandarma, kazma kürek ekibi gibi kalabalık bir topluluğun olay yeri tatbikatında maktulü bulmak için geçirdiği geceyi ve ertesi sabahki otopsi sürecini anlattığını söyleyebiliriz.
Filmin ilk karesi olarak gördüğümüz planda içki masasında üç erkek görüyoruz; sonradan bu üçlüden birinin maktul, diğer ikisinin katil olduğunu anlayacağız. Sonrasında başlayan süreç, katillerin cinayeti işledikleri sırada sarhoş oldukları ve maktulü gömdükleri yeri net hatırlayamamaları sebebiyle kısa sürmesi planlanan tatbikatın uzamasına ve Anadolu’nun bir yerinde (aslında hiçbir yerinde) bu kalabalık taşra ileri gelenlerinin (aslında bir avuç hiç kimsenin) kendi içlerindeki gözetilmesi gereken güç dengelerini, iç çekişme ve hesaplaşmalarını, fanatizm ve sağlıklı kuşkuculuklarını görebilmemize sebep oluyor. Filmin çok büyük bir kısmı karanlıkta ve izlemesi zor bir atmosferde geçse de NBC ipucu harf sayısı çok iyi ayarlanmış bir bulmaca gibi ilgi ve dikkatimizi hep uyanık tutmayı başarıyor; ne çok harf verip hemen çözmemize ve sıkılmamıza sebep oluyor, ne de çok az harf verip hemen vazgeçmemize.
Katillerin tariflerine göre peşi sıra araziler gezilip de bir türlü maktulü öldürdükten sonra gömdükleri yer bulunamadıkça sinirler gerilmekle birlikte herkesin o büyük trajedi içindeki kendi ajandasını en çok da doktorun gözünden görmeye başlıyoruz. Şoförlerin kendi içlerindeki çekişmeleri ve gece çalıştıkları için ek mesai alacaklarının fazla olacağını düşünmeleri; şoförlerden birinin her gördüğü ağaçtan meyve koparma sevdası ve maktul bulunduktan sonra aracın bagajına konurken kalan boşluklara tarladan topladığı kavunları sığdırma çabası; savcının sabah Ankara’da işi olduğu için bir an önce işin bitmesini istemesi ve sürekli prostat rahatsızlığı sebebiyle aracı durdurup tuvaletini yapacak yer kollaması; komiserin bölgedeki en iyi manda yoğurdu nerede bulunur merakı ve doktora çocuğu için muayenesiz ilaç yazdırılma çabası..
Bunları izlerken iliklerimize kadar hissettiğimiz hayattaki tek gerçek ölümken kalanlar için bunun sadece küçük bir detay olması hissiyatının ağırlığı ve bir türlü gömülen yerin bulunamamasının bir noktada tüm ekibi ve bizi yorması nedeniyle hem ekip hem de izleyenler için bir mola düşünmüş yönetmen. Hemen yakın bir köyün muhtarına haber veriliyor, sofralar kuruluyor, çekim matematiği ve geometrisi kusursuz dark humor sahneleriyle biraz rahatlamışken iki büyük kırılma noktası yaşıyoruz. İlki, filmin başından beri savcı ile doktor arasında filmin ortalarına doğru kıvılcımlanan ve yavaş yavaş savcının günah çıkarma seansına dönüşen “bir arkadaş” ekolü ile anlattığı güzel bir kadının ölümü hikayesinin aslında kendi karısının intiharı olduğunu doktorun anlayıp aralarındaki pasif agresif çekişmede dizginleri eline alması. İkincisi de katillerden birinin öldürdükleri adamın çocuğunun gerçek babası olduğunu ve bu konuda bir tartışma üzerine maktulün öldürüldüğünü öğrendiğimiz an. Bu andan itibaren savcının da doktorun da komiserin de (kendi oğlunun bir rahatsızlığının olması ve katilin gerçek babası olarak kağıt üzerindeki babasını öldürmesiyle açıkta kaldığını düşündüğü çocuğunu komisere emanet etmek istemesinin de payı var bunda) olaya ve katile bakış açısının değişmesiyle birlikte anlıyoruz ki aslında filmde saniyelerle gözüktükleri için rolü olan bir kadın yok. Ama hem savcının hem de maktulün karılarının birisinin varlığıyla diğerinin var olmamasıyla filmde olayların işleyişini etkilemeleri bağlamında çok büyük rolleri var diyebiliriz.
Maktulün bulunması için arabada çalan bir Neşet Ertaş türküsü ile tekrar yola çıkılırken herkes şimdiden yola çıkılan yerden çok farklı bir yerdedir ve aldıkları pozisyon itibariyle başka kişiler olmuşlardır bile. Ve üstüne maktul bulununca her ne kadar savcı ortamı yumuşatmak için şakalar yapmaya çalışsa da bu sert durum fark edilir: Katiller maktulü öldürdükten sonra (kendi beyanlarına göre arabaya sığması için) domuz bağı ile bağlamışlardır.
Bu durum ortamı yeterince germişken doktor bir şeyi daha fark eder ama ses çıkarmaz, çünkü doğruluğu otopside anlaşılacaktır: Katillerin maktulü öldürmeden direkt bağlayarak gömmüş olma ihtimali vardır. Böyle bir vahşet katil zanlılarının alacağı cezayı arttırabilir, ama acaba doktor otopside nasıl bir gerçekle karşılaşacaktır ve raporunu hangi yönde yazacaktır? Ortada kalan çocuğa bakması için katilin daha az ceza almasını sağlayacak mıdır? Peki ya savcı, hikayesindeki eksik olduğunu sonradan fark ettiği parçaları tamamlayan doktora karşı gardını yüksek tutabilecek midir? Tutabilse de tutamasa da gerçek şu ki kadınlar acı gerçekleri bütün açıklığıyla görür ve hemen saklarlar. Öyle bir saklarlar ki sonra kendileri bile bulamazlar ve bazen dünyayı değiştiremezlerse de dünyalarını değiştirirler.
Tabii ki her zamanki gibi filmin finalini açık etmek istemem ama finali açık edilse de lezzetinden bir şey kaybetmeyecek bir film bu. Ülkemiz sinema tarihinin zirvesi! Alt metin olarak filmdeki her bir karakteri Dante’nin Inferno eserindeki günahlarla (şehvet, oburluk, aç gözlülük, öfke, sapkınlık, şiddet, sahtekarlık, ihanet ve hainlik) eşlemek mümkün, ama ben her izlediğimde buna kafa yormadan bu zirvenin tadını çıkarmayı tercih ediyorum.
Yine bir film sonu, yine akan bir jenerik, yine zihinde çalan bir melodi (bu sefer Neşet Ertaş’tan Allı Turnam) ve yine bir sürü asla cevaplanamayacak soru…
Her şey aslına rücu eder ama bir elma ağaçtan düştüğü zaman en fazla kendisinden bir önce düşen elma kadar mı uzağa gidebilir? Bir insan bir başkasını cezalandırmak için kendisini öldürebilir mi? Gerçekten kadınlar bazen çok acımasız olabilir mi? Arzunun izahı ahmaklıkta mı yatar? Ya da Thomas Mann’ın dediği gibi tolere edilen şey kötülük olduğunda hoşgörü bir suç mudur? Ve hiçbir zaman bilemeyeceğiz: Bu dünya neden?
İyi seyirler.