Küreselleşen dünya artık Amerika ve Batı’nın hegemonyasında tek kutuplu bir yapıya sahip değil; bunun yerine, çok kutuplu bir düzen ya da çok kümeli bir düzen hâkim. Bu dönemde özellikle uluslararası siyasi ve ekonomik gelişmelerde sıkça karşımıza çıkan nosyonlardan biri de “Küresel Güney” kavramı.
Küresel Güney ülkeleri diye adlandırabileceğimiz ülkeler arasında Batı dışı dünyanın yükselen güçleri Çin ve Hindistan öne çıkıyor. Güney Amerika’da, bölgenin önde gelen ekonomik gücü Brezilya’nın yanı sıra, onunla rekabet eden Arjantin de bu grupta yer alıyor. Afrika’da ise Mısır, Cezayir, Nijerya ve Güney Afrika Cumhuriyeti gibi güçlü ekonomiler Küresel Güney’in önemli oyuncuları arasında sayılabilir. Bunlara ek olarak kıtanın diğer önemli ülkeleri de bu gruba dahil. Ortadoğu’da, tarihi ve stratejik önemiyle İran dikkat çekerken, bölgenin zengin enerji kaynaklarına sahip Birleşik Arap Emirlikleri de Küresel Güney’in önemli bir parçası olarak öne çıkıyor. Bu ülkeler, Batı merkezli olmayan bir dünya düzeninde, politik ve ekonomik etkileriyle küresel dengeleri yeniden şekillendiriyor.
Uluslararası/karşılaştırmalı politik ekonomi, küresel sistemin dönüşümü, Küresel Güney, kalkınmanın siyasi iktisadı, Türkiye’nin ekonomi-politiği ve dış politikası gibi konular üzerine çalışan Londra Şehir Üniversitesi Uluslararası Siyaset Bölümü’nden Doçent Doktor Mustafa Kutlay ile “Batı sonrası dünya mümkün mü?” sorusunu ve Türkiye’nin 21. yüzyılda atması gereken adımları konuştuk.
“’21. Yüzyılı Kazanmak: Güç Geçişleri Döneminde Küresel Güney ve Türkiye” başlıklı makalenizde küresel güç dengelerinin nasıl değiştiğini ve bu değişikliklerin Türkiye’nin konumuna nasıl etki ettiğini ele alıyorsunuz. Bu bağlamda, Türkiye’nin Küresel Güney’deki rolü nedir ve bu rol nasıl evriliyor?
Küresel siyasetin makas değiştirdiği bir dönemden geçiyoruz. Dikkat ederseniz siyasi-iktisadi analiz yapılırken en sık kullanılan kelimelerin başında “belirsizlik” kavramı geliyor. Bu belirsizliğin temelinde ise eş zamanlı, kaynakları birbirinden farklı olmakla birlikte birbiriyle etkileşim halinde ortaya çıkan krizler yatıyor. Sıklıkla vurgulandığı üzere bir “çoklu krizler” dünyasında yaşıyoruz. Yoğunlaşan çatışmalar, artan ekonomik korumacılık, pandemi gibi dramatik şoklar ve iklim değişikliğinin şekillendirdiği bir düzlemde öngörü yapmak zorlaşıyor. Bir zamanlar, bu tarz nadir görünen ancak katastrofik etki yaratan olaylar için “siyah kuğu” tabiri kullanılırdı. Problem o ki, bu olaylar artık nadir olmaktan çıkıp yeni normali oluşturur hale geldi.
Yoğun belirsizlik dönemlerinde “sinyal” ile “gürültü” birbirine kolayca karışabilir. Pek çok olay olurken, küresel ve bölgesel siyasete etkileri açısından hangisinin daha önemli olduğunu kestirmek zorlaşabilir. Günümüzde, küresel siyasette trend koyucu parametreler nelerdir diye bir akıl yürütme yaparsak, listenin başına ABD ile Çin arasındaki hegemonik rekabeti yazmak gerekir. Biliyorsunuz, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte ABD sistemde tek hegemonik aktör olarak kalmıştı. Bu dönem, uluslararası sistemin yapısı açısından, siyaset bilimcilerin tek kutuplu düzen olarak adlandırdığı bir dönemdi. Ama artık tek kutuplu bir dünyada yaşamıyoruz.
Oyun değiştirici aktör ise Çin oldu. Çin, son kırk yılda büyük bir dönüşüm geçirdi. 1990’da Çin’in ekonomik büyüklüğü, ABD’nin ekonomik büyüklüğünün yüzde 6’sı idi; 2000’de bu oran yüzde 12’ye ulaştı. Bugün ise yüzde 65’e varmış durumda. Satın alma gücü paritesiyle ABD’yi geride bıraktı. Çin güçlendikçe, ABD’deki hâkim retorik de değişti. 1990’lar ve 2000’lerin başında Çin’in küreselleşmeye entegre olmasının karşılıklı bağımlılık getireceği, bunun sonucunda çatışma riski azalırken, Çin’in siyasi liberalleşmesinin önünün açılacağı beklentisi baskındı. ABD kendi modeline güveniyor, Çin’in dönüşümüne ilişkin öngörülerinin gerçekleşeceğine inanıyordu. Ancak, Çin ne demokratikleşti ne de küresel siyasette çatışma riski azaldı. Diğer taraftan ABD, tek kutuplu dönemde dış politikada kalıcı etkileri olan hatalar yaptı. Gelinen noktada Çin, ekonomik ve askerî açıdan, ABD tarafından mutlaka “çevrelenmesi” gereken bir hegemonik rakip olarak algılanmaya başladı.
Hegemonik rekabet döneminde ekonomik korumacılığın artmasını, krizlerin sıklaşmasını, ticaret ve teknoloji savaşlarının yoğunlaşmasını öngörmek mümkün. ABD ve Çin, küresel güvenlik ile ekonomiye ilişkin bir uzlaşıya varıp bu rekabetin sıcak çatışmaya dönüşmesini engelleyebilirler mi? Bunu zaman gösterecek ama en iyi senaryoda dahi, bir dengeye ulaşana kadar ABD-Çin rekabetinin sertleşmeye devam edeceğini öngörebiliriz.
Bu uzun girişi şu nedenle yaptım. Küresel Güney, ABD-Çin rekabetinde, ya da daha genel eksende Batı ile Çin-Rusya arasındaki mücadelede, rekabetin ana sahasına dönüşmüş durumda. Sizin sorunuzda değindiğiniz, TÜSİAD için yazdığım çalışmada bu noktayı vurgulamaya çalıştım. Her iki ülke de yeni müttefikler bulabilmek için Küresel Güney’i kendi hikayesine inandırmaya çalışıyor. Bunu, bazen kaynak aktarımı ve altyapı yatırımı gibi girişimlere dayanan rıza yoluyla, bazen de zorlayıcı diplomasiyle yapmaya çalışıyorlar.
Küresel Güney olarak tabir edilen ülkeler ise başka bir motivasyona sahip. Bu ülkelerin çoğu, her iki blok arasında kendine alan açmaya, güç geçişlerinden istifade ederek ekonomik ve siyasi nüfuzlarını artırmaya çalışıyorlar. Küresel Güney homojen bir blok değil. Demokrasiler ve otoriter ülkeler var. Ekonomik yapıları, tarihsel tecrübeleri ve kalkınmışlık seviyeleri de birbirinden farklı. Ama çok kutuplu ve Batı-sonrası bir dünya istiyorlar. Batı-merkezli sistemi meşru ve adil bulmuyorlar. Hatta meşruiyet açığı, Batılı ülkeler için Küresel Güney’de bir jeopolitik riske dönüşmüş durumda. Avrupa’nın derin izler bırakan sömürgecilik sicili, ABD’nin ise müdahaleci politikaları, Batı-dışı dünyada büyük tepki topluyor. Çin ve kısmen Rusya, Küresel Güney ülkelerinde Batı’nın bu yıpranmışlığından istifade etmek istiyor.
Türkiye’nin Küresel Güney ülkeleri ile ilişkisi de bu eksende değerlendirilebilir. Türkiye de pek çok diğer orta ölçekli güç gibi dönüşen küresel sistemde kendine daha fazla otonom alan açmaya çalışıyor. Bir yandan Batı ittifak sisteminin bir parçası iken, diğer yandan da çoklu ittifaklar kurarak Batı-dışı dünyada ortaya çıkan fırsatları değerlendirmeye çalışıyor. Bu, bir boyutuyla uluslararası siyasetin çarklarını döndüren kadim “denge oyunu.” Ama “yeni Soğuk Savaş” eskisinden çok farklı, zira karşılıklı bağımlılık oldukça yüksek düzeyde.
Küresel Güney ülkeleri arasındaki işbirliği özellikle ekonomik ve siyasi alanlarda Türkiye için hangi fırsatları sunuyor ve bu işbirliklerini güçlendirmek için hangi stratejiler izlenmeli?
Türkiye’nin Küresel Güney ile ilişkileri yoğunlaşıyor. Batı, Türkiye’nin dış ticaretinde önemli bir yer tutmaya devam ediyor şüphesiz. Ancak, örneğin AB’nin Türkiye’nin dış ticaretindeki payı azalırken, Küresel Güney’in payı (Rusya ve Çin dahil) giderek artıyor.
Afrika önemli bölgelerden biri. Türkiye, Afrika’da yeni yatırımlar yapıyor; bu ülkelerle siyasi, iktisadi ve diplomatik bağlarını kuvvetlendirmeye çalışıyor. Güvenlik alanında işbirlikleri geliştiriyor. Örneğin, Afrika’daki Türk büyükelçiliği sayısı 2002 yılında 12 iken yirmi yıl sonra 44’e yükseldi. Afrika yeni pazarlar sağlaması açısından Türk girişimciler için önemli, ancak büyük bir rekabet var. Özellikle yeşil ekonomik dönüşüm ve fosil yakıtlardan çıkış sürecinde önemli kabul edilen nadir toprak elementlerinde Afrika kıtası öne çıkıyor. Çin, elektrikli araç üretimi gibi teknolojik alanlarda kullandığı ham maddeleri Afrika’daki madenlerden temin ediyor. Bu durum, Batı ile yoğun bir rekabete neden oluyor. Avrupa ülkeleri ve ABD de bölge kaynaklarından pay kapabilmek için altyapı yatırımlarına ve “bağlantılılık” projelerine yönelmiş durumda.
Daha genel ölçekte, Türkiye’nin Küresel Güney ile ilişkileri ivme kazanıyor. Türkiye, Şanghay İşbirliği Örgütü’nde 2012’den beri diyalog ortağı statüsüne sahip. ASEAN ile sektörel diyalog ortağı; Asya Altyapı Yatırım Bankası’ndan en çok kredi kullanan ülkelerden biri. 2015’ten bu yana ise Çin’in hegemonik girişimi olan Kuşak Yol Projesi’nin bir parçası. Raporda bu konuya daha detaylı değinmeye çalıştım. Türkiye aynı zamanda Türk Devletleri Teşkilatı’nda aktif bir üye. Bir süredir de uluslararası lojistik hatlarını Türkiye üzerinden birbirine bağlayacak, bir ayağı Asya’da yer alan, diğer ayağı Avrupa’ya uzanan altyapı projelerine yatırım yapıyor.
Türkiye için Küresel Güney aynı zamanda BRICS demek. Son dönemde, Türkiye’nin BRICS’e olan ilgisi sıkça gündeme geliyor. BRICS, Küresel Güney içindeki en etkili oluşum. BRICS üyeliğinin gerçekleşmesi durumunda, Türkiye’ye ekonomik ve diplomatik olarak alan açacağı, bir anlamda Batı’ya karşı da pazarlık marjını genişleteceği öngörüsü yapılıyor. Ama BRICS üyeliği konusunun daha kapsamlı bir şekilde analiz edilmesi, özellikle Türkiye’nin Batı ile kurumsal ilişkileri düşünüldüğünde, ödünleşimlerin (trade-offs) neler olabileceğinin etraflıca tartışılması gerektiğini düşünüyorum.
Güç geçişlerinin Türkiye ekonomisi üzerindeki etkileri neler? Özellikle, ticaret, yatırım ve teknoloji transferi açısından hangi alanlarda Türkiye daha aktif olmalı?
Bu sorunuza “ekonomik güvenlik” perspektifinden cevap vermek isterim. ABD-Çin rekabetinin büyük bir ekonomik cephesi bulunuyor. ABD, hegemonik bir aktör olarak, “kamusal mal” tabir edilen, küresel ticaret, finans, güvenlik gibi alanlarda kuralların etkin uygulanmasına giderek daha az önem veriyor. Bir nevi kendi inşa ettiği sisteme sırtını dönüyor. Bu ortamda, çok taraflı kurumlar paralize oluyor. Keyfi uygulamalar sıklaşıyor, ekonomik enstrümanlar bir silaha dönüştürülüyor. Küreselleşmenin etkinlik vurgusu giderek ülkelerin daha fazla kendi kendine yeterli hale gelmesi gerekliliğine vurgu yapan neo-merkantilist bir çizgiye kayıyor.
Bu eksende, Türkiye gibi orta ölçekli güçlerin kapsamlı bir ekonomik güvenlik tartışması yapması gerektiğini düşünüyorum. Zira güç geçişleri dönemi, ülkeler için siyasi-iktisadi dirençlerini artırma gerekliliğini ortaya çıkarıyor. Artık, ekonomik karşılıklı bağımlılık sadece bir fırsat değil, aynı zamanda yönetilmesi gereken bir kırılganlık unsuru. Türkiye, doğal kaynak zengini olmayan, ticari açıklığı yüksek bir ekonomiye sahip. Aynı zamanda pazar ve ürün çeşitliliğini sağlayabilmiş bir ülke. Bence öncelik daha fazla pazara ulaşmaya çalışmak kadar, belki bundan daha fazla, ihracatın kalitesini artırmak olmalı. Türkiye’nin ciddi bir teknolojik kapasite problemi bulunuyor. İmalat sanayi ihracatı içinde yüksek teknolojili ürünlerin payı yüzde 3-4 civarında. Bu oran, örneğin Vietnam için yüzde 38. Orta gelirli ülkeler grubu için yüzde 19,2, dünya ortalaması ise yüzde 19,1. Türkiye’nin uzun vadeli kalkınma performansı karakteristik bir şekilde dünya ortalamasına yakındır. Ama teknoloji üretimi açısından negatif ayrıştığını görüyoruz.
Türkiye’nin teknolojik üretim kapasitesini önceleyen kapsamlı bir sanayi politikasına ihtiyacı var. Sanayi politikası artık ana akıma dönüşmüş durumda. ABD, AB, Çin (uzun süredir) sanayi politikalarına ağırlık veriyor. Bunun da sebebi yukarıda belirttiğim çoklu-kriz dinamiği, büyük güç rekabeti ve ulusların bağımlılıklarını azaltma arzusu.
Küresel siyasi iktisatta bir paradigma değişimi içerisindeyiz. Bu dönüşümün Türkiye gibi orta ölçekli ülkelere önemli yansımaları olacağını öngörmek mümkün. Türkiye’nin niçin kapsamlı bir sanayi politikasına sahip olması gerektiğini, etkin sanayi politikalarını mümkün kılan kurumsal çerçeveyi yeni çıkan Industrial Policy in Turkey isimli kitabımızda ele almaya çalışmıştık. Orada da vurguladığımız gibi, sanayi politikası Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler için bir tercih değil zorunluluk. Ama etkin sanayi politikası uygulamak oldukça zor; sağlam bir kurumsal mimari, iyi tasarlanmış teşvik sistemleri, politika sürekliliği ve performans ölçüm mekanizmaları gerektiriyor.
Türkiye’nin Batı ile ilişkileri, Küresel Güney’e yönelik bu stratejik yaklaşımın neresinde duruyor? Bu ilişkilerde denge nasıl sağlanabilir?
Türkiye’nin, genel olarak Küresel Güney ile ilişkilerini geliştirirken Batı ile kurumsal bağlarını zayıflatması gerekmiyor. Ancak, BRICS üyeliği söz konusu olduğunda durum farklılaşıyor. Zira soru jeopolitik ve normatif bir boyut kazanıyor. Türkiye bir NATO üyesi, AB ile gümrük birliği üyesi, Avrupa Konseyi üyesi ve AB’ye üyelik için aday ülke statüsüne sahip. AB’ye kabul edilmesi durumunda bu bağları zayıflatmadan BRICS üyesi olabilir mi?
Ödünleşim (trade-off) meselesi burada devreye giriyor. Dış politikada alınan her kararın bir fırsat maliyeti var. Bence mesele bir dikotomik tercih meselesi değil, daha çok bir önceliklendirme meselesi. Çünkü dış politika aynı zamanda bir optimizasyon faaliyetidir. İttifakların kendi başına bir hedef değil, ülkelerin hedeflerini gerçekleştirmesinde birer araç olduğunu düşünürsek şu soruları sormak yerinde olur: Türkiye’nin çok kutupluluğa evrilen dünyada öncelikleri nelerdir? Dış politika hedefleri ne olmalıdır?
Ulusal çıkarlar ekseninde yürütülen bir dış politikanın üç hedefi olduğunu söyleyebiliriz: güvenlik, ekonomik kalkınma ve vatandaşların özgürlüğü.
Güvenlik açısından Batı ittifakı ve NATO önemini koruyor. Ekonomik kalkınma açısından da Batı (ve özellikle AB ile ilişkiler) büyük önemde. Türkiye’nin önemli meselelerinin çözümü için Batı ile işbirliği gerekiyor. Örneğin, tedarik zincirleri “friend-shoring” kapsamında yeniden yapılandırılırken, Türkiye’nin daha fazla doğrudan yabancı yatırım çekebilmesi, Gümrük Birliği’nin güncellenerek tarım, hizmetler ve dijitalleşme başlıklarını kapsayacak hale getirilmesi gerekiyor. AB ile yeni bir ilişki modelinin kurulması, ekonomik konuların güvenlik boyutuyla birlikte ele alınması ihtiyacı öne çıkıyor. Benzer şekilde, Doğu Akdeniz’de izolasyonun engellenmesi, Türkiye’nin enerji alanında ya da ticaret ve ulaşım koridorlarında önemli rol oynama hedefi açısından da bir gereklilik.
Meselenin bir de normatif boyutu bulunuyor. Demokratik kapitalizm bir krizden geçiyor. 2000’lerin başında “demokratik barış” fikri, küreselleşmeyle birlikte demokrasi ihracını gündeme getirmişti. AB de dönüştürücü gücünün zirvesinde idi. Bugün ise demokratik kapitalizm defansa çekilmiş durumda. Artan eşitsizlikler, teknolojinin az sayıda firmanın elinde yoğunlaşması, geniş toplumsal kesimlerin reel alım gücünün tıkanmış olması gibi sebeplerle popülist otoriter dalganın yükselişe geçtiğini görüyoruz. Diğer taraftan Çin, otoriter devlet kapitalizmi modeliyle küresel siyasette etkisini artırıyor. Çin aktif bir şekilde otoriterlik ihracı çabasında değilse de otoriter liderlere alan açıyor. Otoriterliğin maliyetini düşürüyor ve pek çok aktörün tercihlerini şekillendiriyor. İçinden geçtiğimiz dönem, bu nedenle farklı normların rekabet halinde olduğu bir “hibrit döneme” işaret ediyor. Bence bu mücadele uzun sürecek.
Güç geçişlerine sadece devletler arası rekabet olarak değil, hâkim normlar ve bunun toplumlar üzerindeki etkisi açısından da bakmak gerekiyor. Bu açıdan, en büyük kaybedenin demokrasi olduğunu söyleyebiliriz. Batı için ikili bir sorun söz konusu: Bir yandan demokratik sistemleri ciddi baskı altında. Diğer yandan, küresel siyasette daha “transactional” bir ilişki modeline geçtikleri için ABD ve AB giderek daha tutarsız davranıyor. Bu durum diğer aktörler açısından belirsizlikleri arttırıyor. Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini bu çerçevede ele almak yerinde olur sanıyorum. Yani hem maddi boyutu bulunuyor hem de ciddi normatif tercihler içeriyor.
Son olarak, makalenizde Batı-sonrası dünyada Türkiye için politika önerilerine de yer vermişsiniz. Türkiye’nin 21. yüzyılda nerede ve nasıl bir konumda olmasını öngörüyorsunuz ve bu vizyonun gerçekleşmesi için hangi adımlar atılmalı?
Bu sorunuzun cevabı uluslararası sistemin dönüşümünü nasıl analiz ettiğinize bağlı. Bence, Batı-sonrası dünya fikri bir mit değil. Ama Batı-sonrası dünya, Batısız bir dünya anlamına gelmiyor.
Doğru, Küresel Güney artık daha üst perdeden eleştirilerini iletiyor. Çok kutuplu bir dünya isteğini her fırsatta yineliyor. Batı’nın meşruiyet açığı ise giderek büyüyor. BRICS, bu ortamda daha fazla ilgi merkezine dönüşüyor. Ama, ABD halen daha hegemonik bir aktör. Kendisinden sonra en fazla askeri harcama yapan dokuz ülkenin toplamı kadar askeri harcama yapıyor. AB, büyük bir ekonomik aktör ve düzenleyici standartlara ilişkin küresel düzeyde kapasiteye sahip. Bütün olarak bakılırsa Batı, küresel ekonomik hasılanın yarısını üretiyor; teknolojik gelişmeleri, araştırma faaliyetlerini ve bilimsel üretimi domine ediyor.
Raporda da vurgulamaya çalıştığım üzere, farklı normların ve ekonomi-politik paradigmaların rekabet halinde bir arada var olduğu hibrit bir döneme geçiyoruz. Bu eksende, Türkiye için üç katmanlı bir referans çerçevesi önerebiliriz.
Birincisi, siyasi iktisat paradigmasına ilişkin. Türkiye’nin neo-merkantilist bir döneme hazırlanması, ekonomik güvenlik konusunu dış politikanın entegre bir parçası haline getirmesi yerinde olacaktır. Bunun için de kapsamlı bir sanayi politikasına ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Türkiye için kurumsal kapasite ve tamamlayıcılık önemli bir sorun. Politika dalgalanmaları da oldukça fazla. Batı-sonrası dünya, orta ölçekli güçler için sadece fırsatlardan ibaret değil; ufku, fırsatlar kadar riskler ve tehditler de kaplamış durumda.
İkincisi, dış politikada kontrollü bir stratejik otonominin önemli olduğunu düşünüyorum. Otonom dış politika, Batı’ya karşı bir otonomi olarak kurgulanırsa, maliyeti de o nispette artacaktır. Batı-sonrası dünya fikrinin, sadece iç siyaseti organize etmeye yarayan bir söyleme dönüşmemesi için Türkiye’nin, ABD ve AB ile işlerliği olan ilişki modelleri geliştirebilmesi gerekiyor. AB ile mevcut ilişkiler neredeyse tamamen göçmenlerin Türkiye’de tutulmasına odaklanmış durumda. Gümrük Birliği’nin güncellenmesi sürecinde 2016’dan bu yana ilerleme kaydedilemedi. Schengen vizesi almak Türk vatandaşları için giderek zorlaşıyor. Avrupa güvenlik mimarisi ve tedarik zincirleri yeniden kurulurken Türkiye’nin süreçlerin dışında kalmaması gerekiyor. İkili ilişkilerdeki bu “dengesizlik dengesi” düzeltilmeyi bekliyor.
Üçüncüsü ise uluslararası sistemde Türkiye’nin konumuyla ilgili. Küresel Güney’le yakın ilişkiler geliştirmek önemli ve gerekli. Ancak bunun öncelik sıralaması iyi belirlenmiş bir şekilde seçici işbirlikleri şeklinde olması gerekiyor. Uluslararası düzenin mahiyeti ve geleceğine dair analizlerde sıklıkla vurgulanan bir tespit var: Demokrasiler otokrasilerle çıkarlarına göre işbirliği yapıyorlar, rejim tipi ya da normatif prensiplerin bir önemi yok deniyor. Belki dış ilişkiler açısından bu tespit hatalı değil. Ama bu bakış açısı, Türkiye gibi orta ölçekli güçler için daha temel bir soruyu gölgeliyor: Farklı normların çatışma halinde olduğu küresel hibridite döneminde hangi prensipler ekseninde ve hangi hedefler için ittifaklar kurmak istiyoruz? Türkiye için tarihsel mirası ve gelecek vizyonu ile örtüşen bir cevabın özgürlük odaklı kalkınma paradigması ve bununla uyumlu bir dış politika yönelimi olduğuna inanıyorum.