İklim değişikliği, Türkiye’nin siyasi gündeminde şimdiye kadar öncelikli bir konu olarak yer bulamadı. Bunun ardında hükümetlerin farklı siyasi öncelikleri, ülkenin kronikleşmiş ekonomik sorunları, tarihsel sorumluluk argümanına dayalı yaklaşımlar ve toplumda yeterli talebin oluşmaması gibi pek çok neden yatıyor.
İklim krizine dair kamuoyunda derinlemesine tartışmaların yürütülmemesi de bu durumun önemli sebeplerinden. Ancak değişmeyen bir gerçek var: İklim değişikliği küresel siyasetin önemli kaldıraçlarından biri ve Türkiye de bu alanda elini kuvvetlendirmek zorunda. Zira önümüzde, öncelikli olarak bizi bekleyen üç önemli tehlike ve bunlara yanıt olarak üç görev var.
Birinci Tehlike
Fosil yakıtlara dayalı enerji sistemleri, günümüzde iklim değişikliğinin en büyük nedeni olarak öne çıkıyor. Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) verilerine göre, fosil yakıtların yanması ve sanayi faaliyetlerinden kaynaklanan karbon emisyonları, tüm sera gazı emisyonlarının yaklaşık üçte ikisini oluşturuyor. Bu durum, enerji ve sanayi faaliyetlerinin iklim krizine olan etkisini küresel çapta bir odak noktası haline getiriyor.
Uluslararası arenada iklim değişikliğiyle mücadelede önemli bir platform olan Taraflar Konferansı (COP), kömürden çıkış gibi kritik başlıklarda ilerleme sağlamakla birlikte, ağır işleyen mekanizması ve ulusal taahhütlerin yerine getirilmesindeki tereddütler nedeniyle tek başına etkin değil. Gelişmiş ülkelerin finansman sağlamadaki çekimserliği ve gelişmekte olan ülkelerin tarihsel sorumluluk argümanı Taraflar Konferansı’nın ilerlemesini daha da güç hale getiriyor.
Küresel bağlamda kömüre bağımlılık ise halen kritik bir sorun. Uluslararası Enerji Ajansı’nın (IEA) 2022 verileri, ekonomik durgunluk ve doğal gaz maliyetlerinin düşüklüğü nedeniyle kömür talebinin 8,3 milyar tonu aşarak rekor kırdığını gösteriyor. Kömür, küresel elektrik üretiminde %36’lık bir payla yeni bir zirveye ulaşmış durumda. Kömür ve diğer fosil yakıtlara bu bağımlılık, iklim krizi üzerindeki yükü ağırlaştırırken yeşil dönüşümü zorlaştırıyor.
Türkiye’nin enerji sistemindeki hidrokarbon bağımlılığı sorunu, Avrupa ülkelerine kıyasla giderek daha belirgin hale geldi. Eurostat verilerine göre 1990-2020 yılları arasında Avrupa Birliği ülkelerinde enerji arzında fosil yakıtların payı genel olarak azalırken, Türkiye’de artış gösterdi. AB genelinde fosil yakıt oranı %15 düşerken, Türkiye’de %3’lük bir artış yaşandı. 1990 yılında AB’deki fosil yakıt oranı %82,4 iken Türkiye’de %81,5 seviyesindeydi. Ancak son 30 yılda Türkiye’nin hidrokarbon bağımlılığı %84’e yükselerek, Avrupa ülkelerinin tersine bir eğilim izledi.
Bu bağımlılık, Türkiye’nin enerji güvenliğini ve iklim politikalarını risk altına sokuyor. Fosil yakıtların sistemdeki bu varlığı, ülkenin iklim değişikliğiyle mücadelesini zorlaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda Türkiye’yi dış enerji kaynaklarına bağımlı hale getiriyor. Fosil yakıtların payını azaltamamak, Türkiye’nin uluslararası iklim hedeflerinden sapmasına, ekonomik kırılganlıkların artmasına ve uzun vadede yeşil dönüşümden geri kalmasına neden oluyor. Bu durum hem küresel hem de yerel düzeyde Türkiye’nin enerji politikasını yeniden gözden geçirme gerekliliğini ortaya koyuyor.
İkinci Tehlike
Türkiye’nin küresel yenilenebilir enerji dönüşümünü yakalayamaması, enerji güvenliği ve sürdürülebilir ekonomik büyüme açısından büyük bir tehdit oluşturuyor. Yenilenebilir enerji kapasitesindeki hızlı artışın dışında kalmak, Türkiye’yi yalnızca iklim politikalarından uzaklaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda küresel enerji piyasasındaki rekabet gücünü de zayıflatıyor. Küresel enerji piyasasında yenilenebilir enerji kaynaklarına yapılan yatırımlar arttıkça, fosil yakıtlara olan bağımlılığın azaltılması, rekabetçi enerji maliyetleri ve ticaret avantajları sağlıyor. Bu dönüşümü yakalamak, Türkiye’nin ekonomik güvenliğini sağlamak için de kritik bir adım.
Uluslararası Enerji Ajansı verilerine göre 2023 yılında küresel yenilenebilir enerji kapasitesi %50 artışla 510 GW’a ulaşarak son yirmi yılın en hızlı büyüme oranını kaydetti. Yenilenebilir enerji kapasitesi üst üste 22. kez rekor kırarken Avrupa, ABD ve Brezilya’da kapasite rekor seviyelere çıktı. Özellikle Çin’in 2023 yılında yalnızca güneş enerjisinde, tüm dünyanın 2022’de gerçekleştirdiği kapasite kadar kurulum yapması ve rüzgâr enerjisi kapasitesini yıllık %66 artırması dikkat çekti. Küresel olarak yalnızca güneş enerjisi, toplam yenilenebilir kapasite artışının dörtte üçünü oluşturdu. Bu eğilim, yenilenebilir enerji kaynaklarını öne çıkarırken fosil yakıtların piyasadaki ağırlığını azaltarak enerji maliyetlerini düşürme ve çevresel hedeflere ulaşmada önemli bir role sahip.
Ember’in raporuna göre temiz elektrik, son 10 yılda fosil yakıtların büyümesini neredeyse üçte iki oranında yavaşlatmaya yardımcı oldu. Raporda, yenilenebilir enerji kaynaklarının 2000 yılında elektriğin %19’unu karşılarken geçen yıl bu oranın %30’un üzerine çıktığı belirtiliyor. Yenilenebilir enerjiye yapılan yatırımlar, dünya genelinde ekonomilerin daha rekabetçi ve çevre dostu hale gelmesine olanak sağlıyor.
Türkiye ise bu dönüşümde geç kalmış durumda. Mayıs 2022’de açıklanan Ulusal Enerji Planı’na göre, 2035’e kadar iddialı hedefler belirlense de bu dönüşümün başarısı için dirayetli bir politik irade gerekiyor. Şubat 2024 itibarıyla Türkiye’de elektrik üretiminde yenilenebilir enerjinin payı %56 seviyesinde bulunuyor.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar’ın paylaştığı hedeflere göre mevcut durumda %12 paya sahip güneş enerjisinin her yıl 3.500 MW, %11 seviyesindeki rüzgar enerjisinin ise her yıl 1.500 MW artırılması planlanıyor. Bunun yanında, sanayi ve hizmet sektörlerinin toplam elektrik tüketiminin %50’sinden fazlasını karşılayacağı tahmin edilen 2035 yılı için, Türkiye’nin yıllık elektrik tüketiminin 500 teravatsaatin üzerine çıkması bekleniyor.
Türkiye’nin enerji piyasasında rekabet gücünü kaybetmemesi için yalnızca enerji üretiminde değil, sanayide de karbon nötr hedeflere ulaşması önem taşıyor. Türkiye’yi de kapsayan Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması (SKDM) 1 Ekim 2023’te yürürlüğe girdi ve ek vergi tahsilatına 1 Ocak 2026’da başlanacak. İlk aşamada çimento, demir-çelik, alüminyum, gübre ve elektrik sektörlerini kapsayan SKDM’nin ileride Yeşil Mutabakat doğrultusunda genişlemesi bekleniyor.
Bu süreçte AB’ye uyum sağlayamamak, Türkiye’nin ticari rekabet gücünü olumsuz etkileyerek mali kayıplara yol açacak. Türkiye’nin Emisyon Ticaret Sistemi ve İklim Kanunu getirmemesi halinde, vergi gelirleri AB’ye akacak, bu da sanayi sektörünü uluslararası rakiplerle rekabet edemez hale getirecek. Dolayısıyla, enerji dönüşümüne ayak uydurmak hem piyasa rekabetinde geri kalmamak hem de uzun vadeli ekonomik güvenlik ve sürdürülebilirlik için elzem.
Üçüncü Tehlike
Türkiye’de iklim politikaları kamusal alanda yeterince tartışılmıyor ve bu durum, toplumda iklim değişikliğine dair güçlü bir talebin oluşmasının önünde ciddi bir engel oluşturuyor. Oysa, Akdeniz Havzası gibi iklim kırılganlığı yüksek olan bir bölgede yer alan Türkiye’de, toplumun öncelikli meselelerinden birinin iklim ve çevre olması beklenir.
Ülkemizde “çevreye rağmen kalkınma” anlayışı, bölgedeki diğer ülkelere kıyasla oldukça yaygın. Dünya Değerler Araştırması sonuçlarına göre Türkiye’de “kalkınma mı çevre mi” sorusuna “çevreye rağmen kalkınma” yanıtını verenlerin oranı %40 iken, Akdeniz Havzası’ndaki benzer özelliklere sahip Yunanistan, İtalya ve İspanya’da bu oran %30 civarında.
Metropoll Araştırma’nın Mayıs 2024 anketinde yer alan “Türkiye’nin en önemli sorunu sizce nedir?” sorusuna verilen yanıtlarda ise iklim değişikliği ya da çevre güvenliğinin öncelikli bir konu olarak yer almaması dikkat çekici. Türkiye’de en çok öne çıkan sorun %63 ile ekonomi olurken, iklim değişikliği geçim sıkıntılarının gölgesinde kalmakta ve ne yazık ki ertelenen veya sonraki nesillere havale edilen bir sorun olarak kendini göstermekte.
Küresel ekonominin yeni dinamiklerinin ve rekabetin giderek iklim politikaları üzerinden şekillendiği bu dönemde Türkiye’de iklim konusunun yeterince tartışılmaması ve Türkiye’nin sorunlarla başa çıkma kapasitesindeki yetersizliği, bu alandaki politika sığlığıyla açıklanabilir.
İklim Politikaları için Üç Görev
Türkiye iklim politikalarına geç eklemlenen bir ülke oldu. Dahası bu politikaları benimsemesi aksiyoner değil reaksiyoner bir şekilde, özellikle Avrupa Yeşil Mutabakatı’na uyum zorunluluğu sebebiyle ortaya çıktı. Yukarıda Türkiye’deki yenilenebilir enerji sektörünün geç büyüme aşamasında olduğunu belirtmiştim. Uluslararası piyasada özellikle güneş enerjisinin maliyetlerindeki düşüşten sonra Türkiye’de de hızlı bir yaygınlaşma oldu. Fakat bundan sonra, yeni bir faz olan enerji depolama teknolojilerinin kullanımı ve yaygınlaştırılması kritik önem taşıyor.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın Ulusal Enerji Planı’na göre 2035’e kadar Türkiye’nin elektrik kurulu kapasitesi 190 GW’a çıkarılacak; bunun %65’i yenilenebilir kaynaklardan sağlanacak. Batarya depolama kapasitesinin 7,5 GW, elektrolizör kapasitesinin ise 5 GW’a ulaşması hedefleniyor. SHURA’nın “Net Sıfır 2053: Türkiye Elektrik Sektörü için Yol Haritası” raporuna göre ise yenilenebilir enerjinin kurulu güçteki payı %70 ve elektrik üretimindeki payı %70 olacak; rüzgar ve güneşin payı ise %17’den %44’e çıkacak. Bu artışın sağlanabilmesi için şebeke esnekliğine yönelik yatırımlar şart.
Yani Türkiye’nin enerji dönüşümü yatırımlarını hız kesmeden artırması, ayrıca uluslararası teknolojileri takip etmek kadar bu alanda Ar-Ge faaliyetleri yaparak sektörde öne çıkması önemli bir görev ve sorumluluk. Zira, Uluslararası Enerji Ajansı’nın “Enerji Teknolojisi Perspektifi 2024” raporunda, temiz enerji teknolojileri ticaretinin 2035’te 570 milyar dolara ulaşılacağı hesaplanıyor. Bu büyüklüğün bugünkü küresel gaz ticaretinden %50 daha fazla olduğu ortaya koyuluyor. İlk görev ise bu devasa piyasanın bir parçası olabilmek.
İkinci görev, Türkiye’nin politik bir irade koyarak iklim politikalarını bir güvenlik sorunu olarak ele almasıdır. Zira, iklim kırılganlığı oldukça yüksek olan bir coğrafyada rasyonel olan tercih budur. Türkiye’nin en önemli sorunu nedir sorusuna iklim değişikliği ve afetler yanıtı verilmiyorsa bunun sebebi politik söylemin noksanlığıdır. Öte yandan bu görev yalnızca hükümete düşen bir görev de değildir. Siyasi sahnede yer alan aktörler bu gerçeği kısa erimli politik hedefler doğrultusunda göz ardı ediyorlar. Fakat, meseleleri mesele etmeyen bir ülkede ertelenen sorunlar, günü geldiğinde karmaşık bir çözümsüzlükle karşımıza çıkıyor.
Üçüncü görev ise iklim politikalarının kurumsallaşması. Türkiye’de iklim politikaları Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği, Enerji ve Tabii Kaynaklar ve Ticaret Bakanlıkları merkezli ilerliyor. Fakat iklim politikalarının, hükümetlerden bağımsız, bütün bürokrasi kanallarını koordine eden bir kuruma ihtiyacı var. Zira iklim politikaları, toplumun her kesimini, kalkınmanın her öznesini, diplomasinin her paydaşını kapsayarak siyaset üstü bir kurumla koordine edilebilir. Bu sayede iklim politikaları, hem hükümetlerin öncelik listelerine göre vazgeçilen ya da manipüle edilen bir alan olmaktan çıkar hem de uzun erimli bir programın takibi sağlanabilir.
Sonuç olarak Türkiye’nin iklim politikaları, birçok alanda ve fazda geliştirilmeye muhtaçtır. Meseleleri mesele eden bir anlayışla, her siyasi aktörün görev edinmesi gereken çeşitli sorunlar vardır. Bu yazıda makro siyaset perspektifiyle ivedilik gerektiren üç önemli hususa dikkat çekmeye çalıştım. Sonraki yazılarımda mikro alanlarla Türkiye’nin iklim politikalarını değerlendirmeye alacağım.