Popülist söylemlerin neden popülist parti ve siyasetçilere sıklıkla galibiyet getirdiği ve toplumda nasıl bu denli etki uyandırdığı sıklıkla tartışılır. Sokak seviyesinde bu tartışmalar, “Buna mı kanıyorsunuz?”, “Bu milletin yüzde altmışı aptaldır!” gibi basit ve küçümseyici sonuçlara varsa dahi popülist söylemlerin zafere olan etkisi esasen insan doğası ile doğrudan ilintilidir.
Örneğin, sıklıkla kullanılan popülist söylem ve politikalardan olan kültürel muhafazakarlık; insanları yaşamlarının aynı şekilde devam edeceği, çocuklarının da aynı şekilde yaşayabileceği ve marjinal grupların ülkelerini etkileyemeyeceği üzerine kurulmuştur. Bu ve anti-elitizm, anti-globalizm gibi diğer popülist söylemler sıklıkla en etkili silahları olan “bize karşı onlar” kutuplaştırmasını besler.
“Bize karşı onlar” hem iktidara gelmek için hem iktidardayken sorunların yükünü popülistin sırtından atmak adına oldukça mahir bir söylemdir. Bu söylem, ötekileştirme ile “onlar” kitlesini günah keçisi ilan etme üzerine kuruludur. “Onlar” ülkeden ülkeye oldukça değişebilir bir kavramdır ve gerçek bir ideolojik hedeften ziyade popülistin zaferine hizmet eder.
Christ’s Entry Into Brussels in 1889, James Ensor (1888)
Avrupa’da yaşanan sığınmacı krizi sonrasında Avrupalı çoğu popülist bu durumdan göçmenleri hedef alarak faydalanmıştır ve Avrupa kurumlarının zayıflığından ve “bizim” olarak adlandırdıkları Avrupalı, Hıristiyan değerlerden ne denli uzaklaşıldığından yakınmışlardır. Bu durum sığınmacıları bizzat ülkesine davet eden ve sayısız sığınmacıyı ülkesinde ağırlayan bir popülist lider için ise ters şekilde işleyebilir.
Popülist lider yeni ya da eski bir tehdit ile oluşan kutuplaşmayı derinleştirerek iktidar süresini uzatabilir. Dünyada hız kazanan LGBTİ hareketlerini hedef alarak karşısında gerçekten güçlü bir LGBT lobisi olsun ya da olmasın -yel değirmenleri ile dövüşerek- toplumu ikna edebilir. İkinci olarak ise gerçekten toplumdan kopmuş ve güvenilirliğini kaybetmiş güçlü elit kadroların varlığını yücelterek ve anti-elitist bir halk adamı perdesi altında kendini öne sürerek “onlar” kitlesini oluşturabilir.
Bu senaryoda halk adamına dönüşen popülistimiz pek kalabalık olmayan “vesayetçiler” ile dövüşen bir şampiyona dönüşebilir. Toplum, vesayetçilerin varlığından yeterince rahatsız değilse ya da sorunlar onların varlığı ile örtülemeyecek kadar büyüdüyse daha büyük elitler olan dış mihraklar yeni “onlar” olacaktır ve toplum da popülistin yarattığı sorunlara göz yumarak bu “kutsal” savaşında onu destekleyecektir.
Bu söylem şekli sanıldığı gibi son zamanlarda hızlanan “woke” siyaset karşısında gelişmiş değil, daha öncesinde belirttiğim gibi insanın doğasına odaklanan basit ama vurucu bir söylem şeklidir. İnsanlar kabileler olarak yaşadığı ilk dönemlerden bu yana “onlar” yani yenilik getiren dış gruplardan korkmuştur. İlk çağlarda yaşayan bir insan olarak kabile dışı bir düşmandan ya da yabancıdan korkmanız oldukça mantıklı olabilir. Kabilenizden olan ancak sizi ölüme götürebilecek kadar marjinal bir “onlar” grubundan korkmanız yine doğal karşılanacaktır. Gelgelelim, günümüz şartlarında yine “yabancı” ya da “onlar” gruplarından oldukça mantıklı sebeplerden korkabilirsiniz, ancak bunun demagog bir popülist tarafından suistimal edilmediğini kontrol etmenizde fayda var; çünkü “onlar” gerçekten “onlar” olmayabilir.
Çağlardan beri süregelen bu söylemlere ve politika şekline sürekli şahit oluruz. Machiavelli, Prens kitabında Orta Çağ İtalyan şehir devletlerinin kurumlarının zayıflaması ile birlikte nasıl demokratik yollardan popülizme saptığını anlatır. Daha yakın tarihli örneklerde ise Hugo Chavez, Le Pen, Brexit siyasetçileri, Donald Trump gibi her görüş ve coğrafyadan farklı şekillerde popülistlere rastlayabiliriz. Örneğin, Chavez sol bir popülist olarak iktidara gelene kadar oldukça sıkı bir anti-elit söylemi oluşturmuştur. Ancak iktidarı ele aldıktan sonra yeni elitler kendisi ve çevresinden oluştuğu için elitlik tanımını değiştirerek yönetiminin kuyusunu kazan “ekonomik elitler” gibi yeni ötekiler yaratmıştır.
Popülistlerin farklı görüşlerden gelmesinin temel sebebi ise siyasal kutuplaşma aracılığı ile insanların temel korkularını harekete geçirmeleridir. Burada genellikle karizmatik popülist liderler bir ülkede halihazırda bulunan siyasal ayrıklıklar üzerine söylemler üreterek toplumu arkalarında birleştirmeye çalışır. Bu dikotomiler; kentli karşısında köylü, zengin karşısında fakir, milliyetçiler karşısında azınlıklar, sekülerler karşısında köktendinciler gibi birçok farklı varyasyonu yansıtabilir. Yukarıda örneğini verdiğim Avrupa sığınmacı krizi sonrasında Giorgia Meloni gibi popülist liderler bu dikotomileri derinleştirerek beklenmedik seviyede yüksek başarılar elde etmiştir.
Peki popülizm gerçekten kötü mü? Biraz ChatGPT cevabı olacak, ancak bu gerçekten karışık ve cevap verilmesi zor bir soru. Siyasal kutuplaşmanın belirli derecelerde faydalı olabileceğini savunan birçok düşünüre rastlamak mümkün. Bu durum popülizm için de geçerli olabilir, zira popülizmin vesayet oluşturmuş elit grupları saf dışı bırakmak, toplumsal dayanışma oluşturmak vb. sonuçları beraberinde getirmesi mümkün.
Peki sıklıkla eleştirilen popülizm neden kötü görülüyor? İlk olarak başarıya ulaşmak için derin ve sıklıkla kötücül bir siyasal kutuplaşmaya ihtiyaç duyuyor. İkinci olarak kurumları tek adam rejimi ile zayıflatarak çoğulculuk ve demokratikleşmenin önünü kapatıyor. Üçüncü olarak ise yine kurumların zayıflaması nedeniyle ülkeye oluşan güvenin düşmesine ve yolsuzluk vb. nedenler ile kötü ekonomik performans gösterilmesine sebep olabiliyor.
Peki tüm bu sonuçlara rağmen popülistler neden kazanır ve nasıl kazanamaz? Neden kazandığını zannediyorum yukarı paragraflarda özetlemiş olduk, ancak tüm bu popülist stratejilerin zafere ulaşabilmesi için aşağıda yatan gerçek bir ayrıklığın ya da başarısızlığın olması gerektiği gerçeğini göz ardı etmemenizi rica ediyorum. Avrupa gerçekten bir sığınmacı krizi yaşadı ve popülist ya da değil bahsedilen politikacıların karşısında bulunan diğer politikacılar bu krize yönelik gerekli önlemleri öncesinde alamadığı gibi sonrasında da toplumu ikna edebilecek politika önerileri veremediler. Etnik popülist olarak görülen Evo Morales, Bolivya’nın yerli halklarının yaşadığı zorlukların neticesinde bulunduğu konuma gelmişti. Kısacası, milletin yüzde altmışı gerçekten aptal değil, sadece yaşadıkları ayrıklıkları derinleştiren ancak “çözüm” vaadi sunan liderlere reaksiyon gösteriyorlar.
Popülizmin sonuçlarını engellemek istiyorsanız sorunun köküne bakmanız bu nedenle büyük anlam teşkil ediyor. Toplumun yaşadığı sorunların üstüne gidilmediği, toplumda oluşan farklı fikirlerin kabul edilmediği ve hatta yok sayıldığı, toplumu temelden kutuplaştıracak kadar ağır ayrıklıkların oluşturulduğu her senaryoda popülizmin oluşması ve muhtemel zafere ulaşması kaçınılmazdır.
Popülizm karşıtı siyasilerin, entelektüellerin ve vatandaşların; sorunlara yüz çevirmesi, kendilerini yankı odalarına kapatarak diğer sesleri duymazlıktan gelmesi ve “en iyisini ben bilirim” tavırlarının popülizme çok geniş bir oyun alanı sunacağı ve oluşan siyasal kutuplaşmanın onları sonsuz mağlubiyetlere iteceği gerçeğini çabukça kabul etmeleri, kendileri ve tüm toplum adına oldukça faydalı olacaktır.