[voiserPlayer]
Furedi, “Düşünceye, sanata, kültüre, eğitime yani her şeye sahip olmak isteyen, arayıştan yorulmuş, uğraş vermekten güçsüz düşmüş, düşünmekten hiç enerjisi kalmamış bir insan tipi, bütün entelektüel hayatın asıl hakimidir.” diyor. Burak Bilgehan Özpek, Daktilo1984’ün medya eğitimi seminerinde entelektüelin kamusal rolünden bahsederken bu konuya da değinmişti.
Bu yazı da tam olarak o seminer sırasında zihnimde şekillenmeye başladı. Esasında, entelektüellerin toplumsal alandan geri çekilmelerini ya da öyle algılanmasını niteliksiz bir eleştiri deneyimine sahip olmamızla ilişkilendiriyorum. Ayrıca, tarihin herhangi bir noktasında hakiki bir eleştiri pratiğine ulaşamadığımızı düşünüyorum. Bu yazıyla bu duruma dair bir yolculuğa çıkmak istiyorum. Bu yolculuğun ilk durağında, eleştiri sözcüğünün kökenine, felsefi ve toplumsal gelişimine kısa bir bakış atmak ardından da şimdiye dair bir şeyler söylemek istiyorum. O halde başlayalım.
Eleştiri Sözcüğünün Kökeni
Öncelikle eleştiri sözcüğünün kökenine bakmak sözcüğün eyleme dönük manasının da netleşmesine katkı sunabilir. Eleştiri, Antik Yunan’da kritikos (κριτικoς) sözcüğünden kök almıştır. Bizim coğrafyamızda eleştiri kelimesinin kökenini ise 19. yy.’da edebiyat alanında Fransızların critique (eleştiri) sözcüğünden esinlenilerek “gagalamak”, “iğnelemek” ve “eleştirmek” gibi karşılıklara denk düşen Arapça tankid (tenkit) ve nakd sözcükleri oluşturmuştur (Gülşen, 2004, s.3-7). Tenkit bugün de eleştiri ve yerme anlamlarında kullanılmaktadır. Dolayısıyla eleştiri, toplumsal tarihimizde çok da eski bir sözcük ve kavram değil. Sözcüğün kavramsallaşması ve pratikleşmesinde, 19. yy Osmanlı aydınlarının ve edebiyat hareketlerinin payı büyük.
Bir Kavram Olarak Eleştiri
Antik Yunan filozofu Sokrates, “Sorgulanmamış bir yaşam, yaşanmaya değer değildir.” sözüyle eleştirinin yaşamsal rolüne değinmiştir. Sokrates’e göre yaşamın sorgulanması öznenin kendini sorgulaması ile başlar. Kendini tanımak ve bilmek, onun felsefesinin temelini oluşturur. Agorada (pazar yeri) insanlara sorular sorarak onları toplumsal kabuller ile değerler üzerine düşünmeye ve toplumsal yaşama dair meselelerle ilgili kafa yormaya davet eden Sokrates için erdemli olmanın temel şartı kendini bilmektir. Dolayısıyla eleştiri, kendinden başlayarak topluma ve toplumun alıştığı birtakım tutum ve değerlere yönelik geliştirilmelidir. Sorgulanmayan hiçbir şey kalmamalıdır ki her şey yerli yerine otursun.
Aristoteles, halihazırda dünyada var olan durum, nesne ve canlılarla ilgili konuların tartışılmasına yönelik bir felsefe benimsemiştir. Ona göre duyularımızla algılanan her şey tek tek incelenmelidir. Bu bakış bizi ontoloji kavramına götürür. Ontoloji; varlıkların sorgulanması, değerlendirilmesi ve tartışılmasıdır. Dolayısıyla sürekli değişen dünyada her şey sorgulanmalı, gözden geçirilmeli ve değerlendirilmelidir. Eleştirilmeyen her şey bir süre sonra yaşamsal önemini yitirir. İnsan olmanın temel gerekliliği “bulmaktır.”
Buradan toplumumuz için şu çıkarımı yapabiliriz: Eğitimde ontolojik bakış açısını yaygınlaştırmamız önem arz ediyor. Öğretmenin anlattığı, öğrencinin dinlediği, öğretmenin etkin ve öğrencinin de pasif konumda olduğu bankacılık eğitim modeli olarak adlandırılan şu anki pratikten vazgeçmek elzem. Eleştirel pedagojiye dayalı, öğrencinin de aktif rol aldığı, hatta işin sonunda öğrencinin öğretmenine ödev verebildiği bir sistem şart. Ancak, bunun için de öğrencinin Aristoteles’in önemli kavramlarından pathos ile ortaya koyduğu nezaket, ölçülülük, hoşgörü, cesaret ve sağduyu gibi birtakım değerler eğitimine tabi tutulması gerekiyor.
Öğretmenin de yine Aristoteles’in ethos ve logos kavramlarıyla ifade ettiği itibara dayalı bir karizma ve bilginin peşinde koşan bir hevese sahip olması gerekiyor. Öğretmen, eğitim sürecinde ne denli tutarlı bir itibar inşa eder (ethos) bilgiyi de tam anlamıyla kavrar ve mantıklı bir sistemle karşı tarafa aktarırsa (logos) o denli başarılı ve ikna edici bir rol üstlenir. Ancak tüm bunlar, sistemin içinde bir zorunluluk olarak yer alması gereken ve peşinde koşulma hevesi barındıran idealler hâline getirilmelidir.
Eleştiri kavramının düşünce dünyasında yer edinmesinde şüphesiz Kant’ın emeği büyüktür. Kant, aklın doğayı biçimlendirme potansiyeline vurgu yaparak onu tüm nesnelerin üzerine yerleştirmiştir. Aklı referans alan bu çıkış, Kant’ın kritik felsefesinin de mihenk taşını oluşturmuştur.
Kant’a göre akıl ancak onu kullanma cüretiyle işlerlik kazanabilir. Kant, “Sapare Aude” yani aklını kullanmaya cesaret göster sözüyle de bunun altını çizmiştir. Dolayısıyla, kritik yani eleştiri için cesaret ile aklın bir araya gelmesi gerekiyor. Kant, günlük rutinlerin sürdürülmesi için kullanılan kısıtlı bir akıldan bahsetmiyor. O, her şeyi düşünmeye cesaret eden, korkmayan, eleştirel bir akıldan bahsediyor. Ayrıca Kant, “kalem özgürlüğü” vurgusuyla da eleştirel düşüncenin ifade edilmesini önemli görüyor. Onun için fikrin özgürce ifadesi, aslında insan olmanın ifadesidir.
Kant’ın bireye atfettiği eleştirel düşünme pratiğini Hegel toplumsallaştırır. Hegel düşünce üzerine düşünmeye yönlendiren görüşleriyle eleştirel düşünceyi, toplumsal müzakere eksenine taşır. O, tez, antitez ve sentez diyalektiğiyle bir savın/görüşün (tez) aksi/öteki olan fikirle (antitez) doğrulanması, yanlışlanması ya da bütünleşmesiyle (sentez) eleştirel düşüncenin işlerlik kazanacağını ve böylece yeni fikirlerin ortaya çıkacağı bir toplumsal konsensüsün oluşacağına işaret etmiştir.
Yine bu noktada günümüze dair bir değerlendirme yapmamız gerekirse Hegel’in önemsediği öteki ve ötekinin fikri, bugün entelektüellerin büyük bir kısmı tarafından dahi nefretle karşılanır hâle gelmiştir. Dolayısıyla, bugün kamusal müzakere, çoğunlukla aynı görüşte olanların diyalog kurduğu ve farklı fikirlere kendilerini kapattıkları bir duruma sürüklenmiştir. Her antitez dışlanmakta, ezilmekte, hatta yok edilmektedir. Dolayısıyla, ortada ne hakiki bir entelektüel duruş ve entelektüel tartışma ne de kamusal müzakere vardır.
Eleştirel Teori ve Eleştirinin Toplumsallaşması
Eleştiriyi daha kurumsal, kavramsal ve toplumsal boyutta ele almak gerektiğinde ilk akla gelen, Marks’ın teorik mirası ve Frankfurt Okulu olarak bilinen Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü düşünürlerinin rehberlik ettiği Eleştirel Teori geleneğidir. Marks’ın bu bağlamda değineceğimiz iki temel kavramı vardır: altyapı ve üstyapı. Marks, altyapı ile ekonomik sistemi ve üretim araçlarını elinde bulunduran toplumsal sınıfı kastederken üstyapı ile kültüre ve toplumsal kurumlara işaret eder.
Marks’a göre altyapı, üstyapıyı belirlemektedir. Yani ekonomik yapı ve ekonomik gücü elinde bulunduran sınıf, toplumsal düşünce biçimlerini ve toplumu disipline eden, yönlendiren ve düzene sokan kurumları da elinde bulundurur.
Ancak, Krosch, Lukacs, Gramsci ve Althusser gibi isimler, Batı Marksizmi denilen ekolün oluşmasında öncü rol üstlenerek Marks’ın ekonomi temelli yaklaşımlarını kültür, hegemonya ve ideoloji kavramlarıyla sosyo-politik bir alana taşımışlardır. Onlara göre toplumsala ait olan her şey ideolojiktir ve bu ideoloji de egemen sınıf kapitalistlerinden oluştuğu için kapitalizmdir. Dolayısıyla, kültürel ve toplumsal ürün ve kurumlar da ekseriyetle bu ideolojinin etkisi altında biçimlenmektedir. Bunun önüne de ideolojiyi toplumsalın her alanında ele alan ve tartışmaya açan bir eleştiri süreciyle geçilebilir.
Bu görüşlerin etrafında biçimlenen Frankfurt Okulu ekolü, Carl Grünberg’in müdürlüğü döneminde felsefenin yeniden etkin hâle gelmesinin önemine işaret eder. Felsefe, pozitivist anlayış nedeniyle eğitim sürecinden dışlanmaktadır. Oysa Frankfurt Okuluna göre, felsefesiz bir toplum robotlaşır. Her şeyin sayılarla ifade edildiği pozitivist bir toplumsal ortamda eleştiri gereksiz hale gelir.
Yine okulun ikinci müdürü Max Horkheimer ise özellikle ideolojik hegemonyanın ortadan kaldırılması noktasında Marks’ın görüşlerine katılmakla beraber sadece ekonominin toplumsal yapıyı belirleme potansiyeline sahip olmadığı, toplumsal alanın tüm yönlerinin karşılıklı olarak birbirini etkilediği ve belirlediği bir “disiplinlerarası” eleştiri modeline dikkat çekmektedir. Kısacası Horkheimer, parçalar arası ilişkilerden yola çıkan ama toplumsalı bütüncül olarak eleştiren bir teori ortaya koyar.
Sonuç olarak, eleştirinin kavramsal zemini tüm bu görüşlerin etrafında oluşmuştur. Özellikle toplumsal yapıyı ideoloji ekseninde bütüncül bir biçimde ele alan Frankfurt Okulu ekolünün yaklaşım tarzı önemli. Bu yaklaşımın bizim entelektüellerimiz tarafından da dikkate alınmasının elzem olduğunu ve buna yönelik bir eğitim, öğretim ve tartışma ortamının oluşturulmasının gerekli olduğunu düşünüyorum. Felsefeye dayanan ve her şeyi yapısal olarak tartışmaya açan, ama bunu yaparken de toplumsal faydayı gözeten bir eleştiri modeline ihtiyaç var.
Buradan hareketle entelektüellerin toplumsal olay ve olguları eleştirme görevine geri dönmelerinin zaruri hâle geldiğini ve kamusal alanın bu yönde yeniden işlerlik kazanmasının gerekli olduğunu düşünmekle beraber hangi entelektüel ve hangi eleştirel bağlam sorularının da yanıtlanmasını oldukça önemli görüyorum. Burak Bilgehan Özpek’in bahsettiği kamusal alandan entelektüelin geri çekilmesi durumu, esasında bana şunu da düşündürüyor: Yukarıda kısaca değinilen eleştirinin teorik mirası ve kavramsal zeminine dair fikri olmayanlar, entelektüel miydi ve artık yapmaktan vazgeçtikleri eleştiri esaslı bir eleştiri miydi? Devam edeceğim…
Referanslar
- Gülşen, H. (2004). “Milli Mücadele Dönemi Edebiyatında Edebi Tenkit”. Doktora Tezi. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
- Furedi, F. (2014). Nereye Gitti Bu Entelektüeller?. Atıf Yayınları: Ankara.
Fotoğraf: Tingey Injury Law Firm