*Bu röportaj 2015 yılında Daktilo1984 Genel Yayın Yönetmeni Enes Özkan tarafından Liber+ dergisinde yayınlanmak üzere yapılmıştır ve Liber+ Dergisi’nin Mayıs-Haziran 2015 tarihli üçüncü sayısında yayınlanmıştır.
Merhaba hocam, bu sayıdaki konumuz demokrasi ve tabii ki röportajımızın konusu da demokrasi anayasa ilişkisi. Biraz anayasa serüveninden bahsedelim. AKP’nin her seçim dönemi öncesinde bir anayasa vaadi oldu. Bu vaatler içinde en ciddi çalışmaları yapan kişi sizsiniz. Size bir anayasa taslağı hazırlatmışlardı. Bu sürecin sonlanmasıyla ilgili neler söylemek istersiniz?
Sonlanması bizim dışımızda nedenlerden oldu. Hatta AKP’nin de iradesi dışında oldu. Çünkü hazırlanan metin özellikle 1982 Anayasası mevcut metniyle kıyaslandığında çok daha demokratik, evrensel normlara uygun bir metindi. Bizim hazırlığımız bittikten yaklaşık 1 ay sonra AKP’nin üst düzey bir delegasyonuyla Sapanca’da bir araya geldik ve o metni tartıştık. Hiçbir ciddi itiraz gelmedi o toplantıda, hatta karşılıklı görüş alışverişi sonucunda bazı iyileştirmeler de yapıldı. O dönemde bize hâkim olan izlenim AKP’nin bu konuda ciddi ve samimi olduğu idi. Fakat ondan sonra muhalefetin çok ciddi tepkileriyle karşılaştı bu metin, çoğunlukla da haksız tepkilerdi bunlar. Bununla üniter devletin bozulduğundan tutun Atatürkçülüğün tasfiye edildiğine, şeriat yolunun açıldığına kadar bir dizi haksız ve anlamsız suçlamalarla karşılaşıldı. Oysa zaten AKP bunu parti olarak benimsedikten sonra, hazırlanan program gereğince, bu bir toplumsal tartışma sürecine sunulacaktı. Bu tartışmalar neticesinde üzerinde birtakım değişiklikler yapılabilecekti. Yani mümkün olduğu kadar geniş bir konsensüse dayanılması ümit ediliyordu. Ama öyle bir tepki geldi ki bu mümkün olmadı. Az zaman sonra da AKP hakkında malum kapatma davası açıldı. Dolayısıyla parti bu teşebbüsü terk etti ve terk etmek zorunda kaldı. Tabii ben parti içinde olan bir şahıs değilim, oradaki mekanizmaları, dinamikleri ancak dışarıdan gözlemledim. Fakat 2008’de böyle bir taslak kamuoyu önünde artık mevcut değildi.
Yani AKP kendi derdine düştükten sonra…
Kendini tehdit altında hissetti ve tehdit de ciddiydi. Kapatmadan kıl payı farkla kurtuldu, 1 oy farkla. Üstelik de 11 kişiden 10’unun oyuyla laiklik aleyhtarı hareketlerde bulunduğu tespitine ulaşıldı ve devlet yardımlarından bir sene için kısmen mahrum bırakıldı. Dolayısıyla o teşebbüsü sürdürme şansını görmemiş olmaları güçlü bir ihtimal.
Bugüne baktığımızda yeni anayasa söylentileri yine var. Kapatma davası deneyiminden sonra AKP nasıl bir yol izler şimdiki anayasa çalışmaları sürecinde?
En büyük paradoks ve ironi şu ki, şu anda 2007’deki tasavvurların tam tersi izleniyor. AKP’nin anayasa uzlaşma komisyonuna sunduğu başkanlık sistemi, demokratik bir ülkenin hükümet sistemi olabilecek bir nitelikte değil. Başkanın elinde aşırı bir iktidar konsantrasyonuna yol açan, denge ve denetim mekanizmalarını büyük ölçüde ortadan kaldıran bir öneri. Oysa 2007 taslağını hazırladığımız zaman AKP’nin seçim beyannamesinde yeni anayasanın parlamenter sistem esaslarına dayanacağı ve devlet başkanlığı yetkilerinin de bu çerçevede yeniden düzenleneceği açıkça ifade ediyordu. Yeniden düzenleme demek elbette bu yetkilerin sınırlandırılması demekti. Çünkü parlamenter bir rejimde devlet başkanının yetkileri semboliktir. Siyaset üretici yetkileri yoktur. Dolayısıyla biz zaten o taahhüdü esas kabul ederek bu görevi aldık. Bizim hazırladığımız taslak da parlamenter sistem esaslarına uygundu. AKP’nin bugün savunduğu bunun tam tersi bir sistem. Bugün savundukları şey daha normal bir parlamenter sistem yerine bir başkanlık sistemi. Öte yandan Amerikan tarzı bir demokratik bir başkanlık sistemi de değil, bir “süper başkanlık” sistemi. Dolayısıyla AKP’nin tutumunda o senelerden bugüne 180 derecelik bir değişiklik var. 2007’deki seçim beyannamesinde yer alan ve bizim taslağımızın da esasını teşkil edenden tamamen farklı, onun zıttı olan bir sistem. Bugün konuştuğumuz anayasa problemi 2007’de söz konusu olan, hatta 2010 değişiklikleri sırasında da söz konusu olan durumdan bile çok farklı bir durum.
Sizin taslağınızda bir parlamenter sistem öngörülüyordu. Bu taslakta ise başkanlık sistemi öngörülüyor. Ama benim anladığım kadarıyla yasama ile yürütmenin birbirine tamamıyla mezcolduğu bir başkanlık sistemi hayal ediyorlar. Peki, böyle bir anayasa geçerse diğer bir erk olan hukukun üzerinde nasıl bir tahakküm kurabilir yasama ve yürütmenin birleşik gücü?
Yasama ve yürütmenin bir ölçüde kaynaşması özellikle iki partili İngiltere tipi sistemlerde kaçınılmaz bir durum. Çünkü parlamentoda hangi parti çoğunluğu sağlıyorsa hükümet de o partiden oluşacak. Yasama ve yürütme arasında çok yakın bir işbirliği olması ve bu iki kuvvetin kaynaşması anormal bir durum değil. Türkiye’de de şu anda parlamento çoğunluğuna sahip olan, aynı zamanda yürütme fonksiyonlarını yürütecek olan hükümete de sahip oluyor. Burada özellikle endişe verici olan husus sizin de bahsettiğiniz gibi üçüncü önemli bir kuvvet olan yargının alanının daraltılması. Mesela AKP’nin Uzlaşma Komisyonu’na sunduğu teklifte Anayasa Mahkemesi’nin üyelerinin hemen hemen yarısının başkan, öbür yarısının da parlamento çoğunluğu tarafından seçilmesi yer alıyor. HSYK’nın üyelerinin büyük çoğunluğu yine başkan ve parlamento çoğunluğu tarafından seçiliyor. Başkan ve parlamento çoğunluğu büyük ihtimal aynı olacağına göre bu iki temel organın da tamamen iktidar güdümünde olması sonucunu doğuruyor bu. Dolayısıyla Amerikan sisteminin demokratik niteliğini sağlamakta çok önemli rol oynayan bağımsız yargı gerçekleşmemiş oluyor. Bu bakımdan böyle bir projenin gerçekleşip gerçekleşmemesi Türkiye bakımından bir hayat memat sorunudur. Anayasa değişikliği bu haliyle gerçekleştiği takdirde Türkiye’de normal bir demokratik sistemden söz etmek mümkün olmayacaktır.
Aslında ben de taslağı okuduğumda gözüme çarpan çok şey oldu. Mesela başkanlık kararnamesi diye bir şey var. Başkanlık kararnamesinin ne gibi bir etkisi olur? Buna hukuk tarafından hiçbir denge ve denetleme mekanizması olamaz mı? Kanun hükmünde kararname (KHK) ile ne gibi bir farkı var?
Çok büyük bir farkı var. Şu an KHK, sürecin başlangıcında da sonucunda da meclisin onayına tabi. Yani başlangıçta meclis evvela bir yetki kanunu çıkaracak ki Bakanlar Kurulu’na belli bir alanda KHK çıkarma yetkisi verilsin. Bu başta meclisin rol oynaması demektir. KHK yapıldıktan sonra onun aynı gün meclisin onayına sunulması lazım, tabii bu onay ertesi gün gerçekleşmeyebilir ama sonuçta meclis onun kabulü, reddi veya değiştirilmesi gerektiği şeklinde bir karar alır. Bugünkü sistem yasama organını devreden çıkaran, by-pass eden bir sistem değil. Sürecin başında da sonunda da yasama organının rolü var. Oysa AKP’nin sunduğu başkanlık kararnamesi sistemi tamamen başkanın takdirine bağlı ve meclisin kontrolüne tabi olmayan son derece geniş bir yetkidir. Mesela Amerikan tipi bir başkanlık sisteminde bunu tasavvur etmek dahi mümkün değil. Bunu ancak başkanlık sisteminin dejenere versiyonlarının kullanıldığı Latin Amerika ülkelerinde görüyoruz. Başkanın geçinemediği bir parlamentoyu by-pass etmesinin vasıtası olarak tanımlanıyor. Hatta kararname ile yönetim anlamına gelen bir deyim var: Decretismo. Hiçbir yazar da bunu olumlu olarak tasvir etmiyor. Sistemin zaaflarında biri olarak nitelendiriyor.
Yani yapılmaya çalışılan şey, bir şekilde güçlü bir başkan oluşturup, herkesin de onun direktifleri doğrultusunda hareket etmesini sağlayabilecek bir alan açmak.
Aynen öyle. Hatta gene AKP’nin sunduğu teklifte başkana, meclisi feshetme yetkisi de veriliyor. Gene Amerika’da asla tasavvur edilemeyecek bir yetki. Amerikan başkanlık sisteminin özü, yasamanın da yürütmenin de birbirlerinin hukuki varlığına son verememeleridir. Ne kongre başkanı düşürebilir -impeachment haricinde- ne de başkan kongreyi feshedebilir. Dolayısıyla bu öyle bir sistem ki, Amerikan başkanlık sistemiyle uzaktan yakından bir alakası yok. Geçtiğimiz günlerde Sayın Arınç da bunu belirtti. Başkanlık sistemini düşüneceksek, model olarak Amerika’yı almak lazım, yoksa Meksika’yı, Paraguay’ı, Uruguay’ı değil, dedi. Aynı şekilde yarı başkanlık sistemi alacaksak, model Fransa olmalı dedi. Dolayısıyla hiçbir modele uymayan Türk usulü veya alaturka bir başkanlık sistemi elbette arzu edilir bir şey değil. Demokratik bir sistemin de anayasası bu esasa dayanamaz.
Tek bir kişinin eline bu kadar güç vermek denge ve denetleme açısında ne gibi sıkıntılar çıkarır? Bunu sınırlayacak bir toplumsal mekanizma var mıdır?
Çok sıkıntılar çıkarır. Çünkü iktidarın bugünkü demokrasi anlayışı tamamen çoğunlukçu bir demokrasi anlayışı yani sandıksal demokrasi anlayışıdır. Kabul ettikleri tek denetim dört yılda bir seçmenin verdiği hüküm. Ama dünyada demokrasi dediğimiz ülkeler çoğunluk yönetimini denge ve denetim mekanizmaları ile ciddi şekilde sınırlandırıyorlar. Bugün demokrasi adına sahip hiçbir ülke böyle mutlak bir çoğunluk hâkimiyetini kabul etmiyor. Muhtelif denge mekanizmaları ile bunu dengelemeye çalışıyor. Dolayısıyla sorun burada sorun başkanlık sisteminin kendisinde değil. Ben ona Amerika’daki şekliyle bile olsa taraftar değilim. Ben parlamenter sistemin daha makul ve Türkiye’nin gerçeklerine daha uygun olduğu kanısındayım. Fakat tasarlanan zaten Amerikan tipi, yani demokratik diyebileceğimiz bir sistem de değil. Biraz evvel söylediğimiz gibi bütün yetkileri başkanın şahsında toplayan, denge ve denetim mekanizmalarını azami ölçüde sınırlandıran ve sadece seçimsel meşruiyetten kaynaklanan bir Türk usulü sistem.
“Milletin hukuku” gibi bir kavram son zamanlarda AKP mensuplarının ve taraftarlarının dilinden düşmüyor. İlk başta bu pozitif bir anlam çağrıştırıyor gibi görünse de içerisinde çoğunluk tahakkümünü barındırıyor gibi geliyor bana. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Elbette milletin hukukundan kasıt seçimler neticesinde ortaya çıkan parlamento çoğunluğunun doğrudan bir millet iradesini temsil ettiği ve sınırsız bir yetkiye sahip olduğu. Bu anlayış dünyanın hiçbir demokrasisinde mevcut değil. Elbette her hukuk özü itibariyle milletin hukuku. Fakat demokrasilerde bunların tabi olduğu denge ve denetim sistemleri var; bağımsız yargı ve anayasa yargısı gibi, sivil toplum kuruluşları gibi. Ayrıca azınlıkta kalanlar da dahil herkesin temel hak ve hürriyetlerinin korunmuş ve güvence altına alınmış olması gibi. Dolayısıyla bugünkü iktidarın kastettiği anlamda bir çoğunlukçuluğa dünyanın hiçbir demokrasisinde yer yok. Bu çağdaş demokrasi anlayışına tamamen yabancı bir tasavvur.
Benim aslında gelmek istediğim noktadan biraz önce bahsettiniz: Temel hak ve hürriyetler. Birçok demokratik olduğunu iddia eden devlet görüyoruz ama bunların çoğunda temel hak ve hürriyetler noktasında sıkıntılar var. Temel hak ve hürriyetlerin etkin bir şekilde kullanılamadığı ve hatta savunulamadığı bir ülkede başkanlık sistemi ya da parlamenter sistem olmasının çok da önemli olduğunu düşünmüyorum. Bu noktadan hareketle temel hak ve hürriyetlerin anayasada sadece lafız olarak geçmesi yeterli mi?
Lafzi olarak geçmesi yeterli olamaz tabii ki. 1924 Anayasası’nda da temel hak ve hürriyetler lafzi olarak bulunuyordu. Fakat bu anayasa uzun bir süre bir tek parti rejimine uygulandı. Bu hürriyetlerden de eser yoktu. Temel hak ve hürriyetleri koruyacak önemli güç çağımızın demokrasisinde yargı gücüdür ve ona bağlı olarak da kanunların anayasaya uygunluğunun yargısal denetimidir. Bunun için tabii yargının siyasi iktidar ve siyasi organlar karşısında gerçek anlamda bağımsız olması lazım ki, bu koruma fonksiyonunu gereği gibi yerine getirebilsin. Eğer hakimler iktidarın memuru konumuna düşürülürse anayasada istediğiniz kadar bu haklardan bahsedin. Bu platonik bir temenni olmanın ötesine geçmez.
Aslında temel hak ve hürriyetlerimiz için savaşıyoruz, henüz demokrasiyi konuşma aşamasına bile gelemedik. Bu sıkıntılı bir durum. Hâlâ insanların ifade özgürlüğünden…
Toplantı ve gösteri hürriyetinden, ifade hürriyetinden, basın hürriyetinden… Bunlar gerçekleşmeden, samimi olalım, rejimin adı demokrasi olamaz.
Peki, hocam iktidarı sınırlamaktan bahsederken anayasanın da yeterli olmayacağından bahsetmiş olduk. İktidar sınırlamak için dizayn edilen bir şey değil midir anayasa, ben mi yanlış anlıyorum?
Çok doğru anlıyorsunuz. Zaten anayasaların ortaya çıkışındaki temel neden de budur. İktidarı sınırlandırmak, sınırlı iktidar, sınırlı devleti yaratmak. Yani anayasa fonksiyonel anlamda elbette devlet iktidarını sınırlandırıcı bir metindir. Yoksa lafzi olarak anayasa dünyanın bütün otoriter yönetimlerinde var. Saddam’ın da anayasası vardı, Kuzey Kore’nin de var, Stalin Rusya’sının da anayasası vardı. Bir anayasanın fonksiyonel olarak bir anlam ifade etmesi için iktidarın kullanımı üzerinde ve birey hürriyetlerini korumak amacıyla etkin sınırlamalar getirmesi gerekli. O da dediğim gibi çok büyük ölçüde bağımsız yargıya düşen bir görev.
Bu noktada liberal bir anayasadan söz edebilir miyiz sizce? Yani anayasa karakteristiği itibariyle liberal olmak zorunda mıdır?
Zorundadır. Eğer temel amaç birey hürriyetlerini azami ölçüde sağlamaksa ve o amaçla da iktidarın üzerinde birtakım sınırlamalar tesis etmekse elbette liberal bir anayasadır. Aksi halde zaten fonksiyonel anlamda bir anayasa olma vasfını taşımız. Dediğim gibi her otoriter sistemin bir anayasası var.
Peki, hocam bir an hayal edelim, pek öngöremiyorum ama özgürlükçü bir anayasa yapılsa Türkiye’de sizce bir değişim yaşanır mı? Bu değişim yaşanırsa anayasa gerçekten toplum hayatına son derece etki edecek, toplumsal ve siyasal alanın her sahasına nüfuz edecek bir etki oluşturabilir mi?
Tabii her şey anayasaya bağlı değil. Anayasayı bir sihirli anahtar olarak da görmemek lazım. Onun yanında sivil toplumun ve bireylerin kendi hak ve hürriyetlerine sahip çıkmaları fevkalade önemli bir sosyolojik bir faktör. İngiltere’nin anayasası yok fakat mükemmel işleyen bir demokrasisi var sivil toplumun gücü ve anayasal geleneklerin kuvveti sayesinde. Fakat birey haklarına öncelik veren bir anayasa elbette bu konuda önemli bir atılım sağlar. Türkiye’de eninde sonunda elbette böyle bir anayasa yapılacak. Fakat sorun şu ki, bugün toplum çok derinden bölünmüş durumda. Kalıcı bir anayasa büyük ölçüde toplumun konsensüsüne dayanan, en azından geniş bir çoğunluğunun oyunun kuralları üzerinde mutabık olmasına bağlı olan bir anayasadır. Şu anda onun siyasi şartları var görülmüyor. Çünkü çok keskin bir bölünme ve keskin bir kutuplaşma var. Dolayısıyla yakın gelecekte arzu ettiğimiz anlamda liberal ya da hürriyetçi bir anayasaya nasıl kavuşabiliriz, bunu insan kestiremiyor.
Yani şu anki toplumsal pozisyonlara baktığımızda kalıcı bir anayasanın yapılacağını öngörmüyorsunuz?
Öngörülebilir bir gelecekte, üzülerek söylüyorum, o şansı görmüyorum maalesef. Bugün tezler o kadar farklı ki birbirinden, bunları bir ortak noktada buluşturmak ve üzerinde geniş çaplı bir konsensüs sağlamak şu an için zor görünüyor.
Yani yapılacak herhangi bir anayasanın büyük ihtimalle AKP’nin anayasası olarak adlandırılıp diğer kesimlerce kabul edilmeyeceğini söylüyorsunuz.
En iyi ihtimalle %50’nin desteğini haiz bir anayasa olur. O bile çok güç. Böyle bir anayasa ise toplumun kalıcı anayasası olamaz.
O zaman şu an için bir anayasa yapmaktansa yapmamak daha mı hayırlı?
Şu an için evet. Bunu samimi söylüyorum. Çünkü daha kötüye gitme ihtimali var. Evet, 1982 Anayasası, yapıldığı andan beri pek çoğumuzun haklı olarak eleştirdiği bir anayasa ama daha iyisini yapamıyorsak ve ortada daha kötüsü ihtimali varsa belki değiştirmeye teşebbüs etmemek daha gerçekçi bir tutum olur.
Bu ortamın oluşmasında en büyük neden hukuk dışına çıkmanın artık alışkanlık haline gelmesi. Bunun karşısında yeterli bir toplumsal tepki de oluşmuyor. Muhafazakâr kesim önceden haksızlıklara karşı çıkarken, “adalet-i mahzâ” kavramını sürekli ortaya koyarken, şu an adalet-i mahzânın yanından geçmeyecek, ilgisi olmayan birçok hareket sergiliyor hükümet. Muhafazakarların yeniden özgürlüğü savunabileceği bir pozisyona gelmesi sizce mümkün mü yakın dönemde?
Ben muhafazakâr çevrelerin yekvücut olduğunu zannetmiyorum. Muhakkak ki içlerinde daha demokratik bir sistemin özlemini çeken pek çok unsur mevcuttur. Dolayısıyla bugünkü iktidarın savunduğu sistemin Türkiye’deki muhafazakâr kesim tarafından kayıtsız şartsız kabul edildiğini sanmıyorum. Kendi içlerinde de ciddi tereddütler olduğunu düşünüyorum.
Son zamanlarda gördük, nitekim.
Evet. Önümüzdeki seçimler bize daha objektif bir veri sunacaktır. Eğer AKP oylarında ciddi denilebilecek bir düşme olursa, bu muhafazakâr kesimin de mevcut politikalardan çok mutlu olmadığı anlamına gelir. Belki bu AKP bakımından bir mesaj teşkil eder. Onları daha ılımlı, daha kucaklayıcı politikalara yöneltebilir. Mevcut şartlar altında en iyi senaryo bence budur.
Sağlıklı bir anayasa yapılması ve bunun sürekli hale gelmesi için bir toplumsal uzlaşıdan bahsettiniz. Türkiye’de çok uç noktada olan gruplar var. Örneğin HDP ile MHP. Bu iki partinin ve onların tabanlarının gelecek tasavvurları çok farklı. Bunlar arasında bir uzlaşı mümkün mü geçekten anayasa yapımı açısından?
İki büyük parti ortak bir çizgi oluşturdukları takdirde mevcut oy oranlarına göre bu Türkiye’nin en az yüzde 70-75’ini temsil eden bir konsensüstür. MHP ve HDP Kürt sorunu üzerinde birbirlerinden tabii ciddi şekilde ayrılıyorlar, fakat demokratik rejimin temel ilkelerinin korunması konusunda aynı görüşteler. Dolayısıyla Kürt sorununu bir yana bırakacak olursak demokratik reformlara her ikisi de destek verebilir. Kürt sorunu bu partilerce nasıl halledilir, o tamamen ayrı bir soru. Ben HDP’nin söyleminde de MHP’nin söyleminde de Batılı anlamda bir demokrasiyi reddeden bir unsur görmüyorum.
Sizin anayasa taslağınız için de vardı böyle eleştiriler. MHP sürekli bu taslak için “Türkiye’yi bölecek bir anayasadır” gibi eleştirilerde bulunmuştu. Burada anayasanın kazuistik mi çerçeve mi olması gerektiği konusuna geliyoruz? Acaba herkesin üzerinde uzlaştığı bir çerçeve anayasa mı, yoksa daha ayrıntılandırılmış bir anayasa mı yapmak gerekir?
Onun peşinen bir reçetesi yok. Öyle konular var ki onun oldukça ayrıntılı şekilde düzenlenmesi gerekir. Sadece genel çerçeveyi belirtecek bir anayasa belli zamanların siyasi çoğunluklarına çok geniş bir hareket serbestisi tanır. O bakımdan da çok anlamlı olmayabilir. Ama ben demokratik oyun kuralları üzerinde HDP’nin ve MHP’nin bir sorun teşkil edeceğini sanmıyorum. Kürt meselesi bunun dışında düşünmek lazım. Bu da elbette çözülmesi gereken bir sorundur. Ama orada tabii bu iki parti farklı uçları temsil ediyorlar. Dolayısıyla onlardan birinin katılmayacağı bir çözüm olabilir.
Demokrasiden bahsettik. Demokrasinin de aslında en temel unsurlarından biri seçim. Seçim kanunundan ve barajından herkes şikâyetçi. Neredeyse her yeri dökülen bir kanun bu. Seçimler konusunu bir anayasayla mı düzenlemek gerekir yoksa kanunla mı?
Seçim sisteminin anayasa ile belirlenmesi nadir bir husus. Genelde normal kanunlara bırakılıyor. Bizim anayasamızda da böyle. Ama bu mevcut sistemin mevcut sistemin eleştirilmesine engel değil. Özellikle yüzde 10’luk ulusal baraj, Avrupa’da emsali olmayan yükseklikte bir baraj. Bunu kâğıt üzerinden herkes eleştiriyor. Fakat enteresandır, Konsey’in çıkardığı bir kanun bu, biz ise 30 senedir bunu daha makul bir düzeye indirmeyi başaramadık. Tabii barajın yüksek kalması özellikle birinci konumda olan partinin lehinedir. Baraj ne kadar yüksek olursa onun elde edeceği ekstra prim o kadar fazla oluyor. Bugün AKP bunu indirmeye yanaşmıyor. Bütün diğer partiler indirilmesini istiyor. Ben baraja ilke olarak muhalif değilim. Bunun Almanya’da ve diğer bazı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi yüzde 5 seviyesine indirilmesi büyük ölçüde bir ferahlama sağlar. Fakat şu an için bu da realist görünmüyor.
Bu seçim barajı meselesi özellikle toplumun gerçekten büyük bir kesiminde ümitsizlik yaratıyor. Eğer yüzde 5’i bulacak ümitleri olsa birkaç küçük parti birleşir onların da sesi duyulur. Sesini parlamentoda duyuramayacağını düşünen marjinal diyebileceğimiz partiler siyaset dışı çözümlerden medet umar hale geliyor. Tam bu noktada HDP bu seçimde barajı geçemezse siz sistemin ilerleyişine ilişkin ne öngörüyorsunuz?
HDP’nin barajı aşamamasının çeşitli sakıncaları var. Öncelikle Kürt siyasi hareketinin parlamentoda temsil edilmemesi çok ciddi bir sakınca. İkincisi HDP barajı aşamadığı takdirde onun normalde alabileceği milletvekilliklerini AKP’nin alması ve dolayısıyla belki daha düşük bir oy oranı ile meclisteki çoğunluğunu güçlendirmesi. Bunun sonucunda da başkanlık sistemi tasavvurunu fiiliyata dökme şansını bulması. Onun için ümidim ve temennim HDP’nin bu barajı aşmasıdır.
Biraz da liberalizmden bahsedelim istiyorum. Türkiye’de liberal camia son dönemde bir garip süreçten geçti. Kimileri tarafında bir ayrışma olarak nitelendirildi bu süreç. Liberallerin içinde AKP ile bağları daha güçlü olan kesim, birçok önemli liberale ve liberal sivil toplum kuruluşuna Gezici, ulusalcı, solcu, Kemalist gibi yaftalar yapıştırdı. Bu konu hakkında söylemek istedikleriniz nelerdir?
Liberalizmin özü tabii birey hürriyetleridir. Özellikle siyasi liberalizmde birey hürriyetleri çok önemli bir yer kaplar. O da tabii bizi sınırlı devlet anlayışına götürüyor. Yani liberalizme samimi olarak inanan bir insanın salt çoğunlukçu bir rejim tasavvurunu asla benimsememesi lazım, eğer liberalizm ilkelerine sadık kalıyorsa. Tabii bir de liberalizmin ekonomik yönü var. Ekonomik yönü esas itibarıyla piyasa mekanizmasına dayanan ve devletin ekonomideki ağırlığını sınırlandıran bir sistem. Ben liberalizme hem ekonomik anlamda hem siyasi anlamda inanıyorum. Bahsettiğiniz olaylar veya gruplaşmalar üzerinde de konuşmak istemiyorum. Ama samimi bir liberalin otoriteryenizme doğru bir gidişi tasvip etmemesi gerekir, bunu vurgulamak isterim.
Bu bahsettiğimiz kesim sürekli kendilerinin siyaseti seçtiğinden bahsediyor. Tabii siyaset anlamında bahsettikleri şey seçimler.
Sadece seçimlere odaklanmak bizi tamamen sınırsız bir çoğunluk hakimiyeti anlayışına götürür, onun da liberal felsefeyle bağdaşması asla mümkün değildir. Eğer liberalizmde birey hürriyetlerini azami ölçüde korumak esas ise bu ancak sınırlı bir devlet anlayışı ile mümkün olur. 18. yüzyıl sonundan itibaren zaten anayasacılık hareketinin de temel hareket noktası budur; birey hürriyetlerini korumak için devletin iktidarını sınırlı tutmak. Çünkü birey hürriyetlerine en büyük tehlike devletin aşırı kudretinden gelir. Bunun seçimle mi, seçimsiz mi oluşacağı ikinci derece bir husus. Hitler de iktidara Alman halkının yüzde 43 oyuyla geldi, bunu unutmayalım.
Siyaseti ön plana almak liberalizmin en temel unsuru olan bireysel hürriyetler konusunda çıkmaza sokabiliyor bazı insanları. Ben Gezi Parkı sürecinde yaşanan ayrışmayı sormak istiyorum. Gezi sürecinden sonra daha net bir ayrışma yaşandı. Siz bu konuda nasıl düşünüyorsunuz?
Ben Gezi Parkı protestolarını spontane ve demokratik bir tepki olarak görüyorum. Bu sadece birkaç ağacın kesilmesi meselesi değil. Toplumun geniş kesimi kendi hayat tarzlarına gitgide artan ölçüde bir müdahale olduğu duygusuyla harekete geçtiler. Bu gösterilere katılan birçok gencimiz daha evvel siyasi faaliyetin içinde olan insanlar değildi. Tamamen spontane bir tepkiydi. Tabii sonra şiddet eğilimli unsurlar da katılmış olabilir, arzu edilmeyen sonuçlar da olmuş olabilir, bu ayrı bir mesele. Ondan önce polisin ölçüsüz güç kullanımı etkili olmuştur ve bu tepkiyi şiddetlendirmiştir. Esas itibarıyla bu yaşananlar demokratik bir hakkın, protesto ve gösteri hakkının kullanılmasıdır. Bir demokraside toplantı ve gösteri hakkı, temel haklardan biridir. Bu protestoların kaygısı sadece çevrecilik değil; çevrecilik kaygısı da çok meşru bir kaygı, fakat onun da ötesinde şöyle bir durum var: 2001 seçimlerinden sonra hayat tarzlarına müdahale algısı gitgide kuvvetlenmiştir. Bu protestolara bu açıdan bakmakta fayda görüyorum.