En temel hakkımız olan yaşam hakkına ilişkin olan Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrası şöyledir: “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.”
Ülkemizde, en temel hakkımız olan yaşam hakkımıza hala yeterli güvence sağlanmadığını 06 Şubat 2023 tarihinde meydana gelen depremle bir kez daha görüyoruz. 50 binin üzerinde yurttaşın hayatını kaybettiği, 100 binin üzerinde yurttaşın yaralandığı depremin üzerinden dört ayı aşkın bir süre geçti, hala enkazlarda cansız insan bedenlerine ulaşılıyor ve hala kayıp yakınlarını arayan yurttaşlar var. Üç milyona yakın depremzede yurttaş insan onuruna uygun yaşam şartlarına (temiz su, besleyici gıda, uygun barınma alanları, hijyen) sahip olmadan yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor.
‘Kişinin yaşam hakkı ile maddi ve manevi varlığını koruma hakkı, birbirleriyle sıkı bağlantıları olan, devredilmez ve vazgeçilmez haklardan olup devletin bu konuda pozitif ve negatif yükümlülükleri bulunmaktadır. Devletin -negatif bir yükümlülük olarak- yetki alanında bulunan hiçbir bireyin yaşamına kasıtlı ve hukuka aykırı olarak son vermeme, bunun yanı sıra -pozitif bir yükümlülük olarak- yine yetki alanında bulunan tüm bireylerin yaşam hakkını gerek kamusal makamların gerek diğer bireylerin gerekse kişinin kendisinin eylemlerinden kaynaklanabilecek risklere karşı koruma yükümlülüğü bulunmaktadır.’ (1) Devlet, yaşam hakkına ilişkin pozitif yükümlülük olarak genel ve objektif hukuk kuralları koyma, koyduğu bu kurallara kendisi uyma, kamu gücü kullanmak suretiyle bu kurallara uyulmasını sağlama ve yaşam hakkını koruyucu önlemler alma yükümlülüğü altındadır.
Devletin bu yükümlülüğünü deprem olgusu bağlamında değerlendirecek olursak; depreme karşı can ve mal güvenliğinin sağlanması için gerekli önlemlerin alınması için kuralları belirlemeli ve uygulamaya geçilmesini sağlamalıdır. Bu kapsamda öncelikle yerleşim yerlerinin insan yaşamını tehdit etmeyecek şekilde belirlenmesi gerekir. Anayasamızın 56. maddesinde herkesin, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkının bulunduğunu, 57. maddesinde de devletin şehir özelliklerine göre çevre şartlarını gözeten planlamalar yapacağı hususu düzenlenmiş bulunuyor. Bu kapsamda afet riski taşıyan alanların belirlenmesi ve alınacak hukuki, fiziki tedbirlerle bu alanların ya yerleşime kapatılması ya da can ve mal tehlikesini azaltıcı sıkı koşullar getirilerek imar izni verilmesi mümkün olmalıdır.
1999 Marmara Depremi sonrasında ülkemizde depreme ilişkin birçok hukuki düzenlemeyle beraber ülke genelinde kentsel dönüşüm projelerinin yapılması, depreme dayanıklı olmayan binaların kentsel dönüşüm ile yenilenmesi, afet bölgelerinin belirlenmesi ve fay hatlarıyla afet alanı kapsamına alınan yerlerde yapılaşmanın engellenmesi kararları alınmıştır. Kentsel dönüşüm planlanırken yurttaşların katılımını sağlayacak bir ortamının hazırlanması ve planlamalarda esas olanın yaşam haklarının korunması ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi olduğu gerçeğine ulaşmaları sağlanmalıdır.
Dünya deprem haritasına bakıp dünya ile karşılaştırdığımızda ve AFAD tarafından güncellenerek 1 Ocak 2019 tarihinde yürürlüğe giren Türkiye Deprem Tehlike Haritasına baktığımızda tam bir deprem ülkesiyiz. Öncelikle bu gerçeği kabul etmemiz ve buna bağlı olarak öngörülebilen bu doğa olayının bir felakete dönüşmemesi, can ve mal kayıplarının yaşanmaması için alınabilecek tüm tedbirlerin alınması gerekir. Hukuk sistemimiz devleti sadece yardım yapmak konusunda değil tedbir almak konusunda da kanunla görevlendirmiş durumda. Doğal afet riski yüksek bir yaşam alanında imarla ilgili hizmetleri yapmak veya yaptırmak idarenin görev ve sorumlulukları arasında olduğu için ruhsata aykırı veya ruhsatsız yapılan yapıların idare tarafından yıktırılmaları ve kullanma izni verilmeyen veya alınmayan yapıların izin alıncaya kadar elektrik, su gibi hizmetlerden faydalandırılmamaları gerekir.
Depremden doğabilecek olası zararların önlenmesi için önem taşıyan bir diğer husus insanların yaşamlarının önemli bir bölümünü içinde geçirdikleri yapıların, bilimsel standartlara uygun inşa edilmesi ile birlikte etkili bir yapı denetiminin sağlanmasıdır. Bu konuyla ilgili olarak 1999 Marmara depreminin ardından 13 Temmuz 2001 tarihinde 4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkında Kanun çıkarıldı. Bu kanunun amacı; can ve mal güvenliğini teminen imar plânına, fen, sanat ve sağlık kurallarına, standartlara uygun kaliteli yapı yapılması için proje ve yapı denetimini sağlamak ve yapı denetimine ilişkin usul ve esasları düzenlemek. Denetim, Yapı Denetim Kuruluşları tarafından idare adına yerine getirilmektedir. Başlangıçta pilot uygulama halinde olan kanun 2011 yılı itibariyle ülke genelinde uygulanmaya başladı. Bu durumda en azından 2011 yılı itibariyle yapılan binaların ilgili mevzuata uygun ve depreme dayanıklı olarak yapılmasını bekleriz ama böyle olmadığını görüyoruz. Bir iki yıllık binaların yıkılması aslında yapı denetim sisteminin de çalışmadığını gösterdi. Bu durumun bir nedeni olarak kanunun ilk halinde yüklenicinin, işini denetleme görevini kendi belirlediği yapı denetim kuruluşuna verebilmesini gösterebiliriz. Bugün artık yapı denetim kuruluşlarının sırayla atanması usulüne geçildi. Ancak sistemin en başından sağlıklı bir şekilde düzenlenmemesinin sonuçlarını meydana gelen depremle bir kez daha görüyoruz.
Danıştay tarafından, 23/10/2011 tarihinde Van’da meydana gelen depremde yakınlarını kaybeden yurttaşın idareye karşı açtığı davada, deprem nedeniyle oluşan zarara ilişkin idarenin sorumluluk alanlarına yer verilmiştir. ‘Deprem nedeniyle oluştuğu ileri sürülen zararların tazmini istemiyle açılan bu davada, yapının üzerinde bulunduğu zeminin özelliği, zemin durumuna göre depreme dayanıklılığının kontrolü, yapı kullanma izni bulunup bulunmadığı, imar planları ve inşaat ruhsatlarının hangi idarelerce yapıldığı ve verildiği, yapıların imar açısından denetlenmesi, afete uğramış ve uğrayabilecek bölgeler ile yapı ve ikamet için yasaklanmış afet bölgelerinin tespit ve ilan edilip edilmediği, afet bölgelerinde yapılacak yapılarla ilgili kuralları, yapı tekniklerini, projelendirme esaslarını, ülkenin deprem haritalarını hazırlamak konusunda idarelerin üzerlerine düşen görev ve yetkileri yerine getirip getirmediği, denetim ve kontrol görevlerini yapıp yapmadığı hususları ayrı ayrı irdelenmeli ve idarece gerekli önlemlerin alınıp alınmadığı belirlenmeli ve bunun sonucuna göre; idarenin belli bir hareket tarzı izleyip izlemediği veya hareketsiz kalıp kalmadığı ortaya konulmalıdır.’(3)
Doğal afetin meydana gelmesinden önce alınması gereken önlemlerle birlikte depremin gerçekleşmesi anından itibaren ivedilikle arama kurtarma faaliyetlerine başlanması gerekir. Afet ve Acil Durum Müdahale Hizmetleri Yönetmeliği’nde, afet sonrası yapılacak müdahale ve bu müdahale konusunda kurumlar arası iş bölümü yapılmıştır. Devlet, ayrıca deprem nedeniyle zarar görmüş yurttaşların zararlarını saptamak, saptanmış zararları gidermek ve insanların deprem öncesi yaşamlarına benzer koşulları sağlamak durumundadır. Elbette yapılacak bu faaliyetlerde yurttaşların itibarlarının korunması ve onurlu bir yaşam sürme haklarına gereken özenin gösterilmesi gerekir.
Sonuç olarak, deprem önlenemez ise de öngörülebilirdir ve devletin, deprem sonucu oluşan zararları önleme ya da en aza indirme konusunda görev ve sorumlulukları bulunmaktadır. 06 Şubat 2023 tarihinde meydana gelen deprem sonucu yaşanan can kayıpları ve yıkım, bu görev ve sorumlulukların tam olarak yerine getirmediğini ortaya çıkarmıştır. Bu eksikliğin sebebi depremin ilk gününden itibaren meydana gelen doğal afetin şiddetinin dünyada eşi benzeri olmadığı, yüzyılın felaketi söylemleri üzerinden mücbir hal ile açıklanmaya çalışılmış ise de doğa olaylarına, özellikle depreme kadercilikle yaklaşmak, mücbir hal olarak değerlendirmek günümüzdeki bilimsel ve teknolojik gelişmeler karşısında kabul edilebilir bir yaklaşım değildir. Ayrıca meydana gelen depremde yıkılan birçok binayla birlikte, yıkılan bu binalara komşu olup hiç hasar görmeyen binaların varlığı, mevzuata, teknik usul ve şartlara uygun olarak inşa edilen binaları yıkacak derecede bir deprem olmadığını göstermektedir.
Devletin, yaşam hakkının korunması kapsamında bir diğer yükümlülüğü meydana gelen deprem sonucu oluşan can kayıplarına ilişkin varsa sorumluluğu olan kişilerin belirlenmesini ve gerektiğinde bu kişilerin cezalandırılmasına imkân tanıyan bir soruşturma yapmaktır. Resmi kayıtlara göre 17.480 yurttaşımızın hayatını kaybettiği 1999 Marmara Depreminin ardından başlatılan soruşturma süreçlerinin etkili bir şekilde yürütülmediğini, TMMOB Makine Mühendisleri Odası’nın, Türkiye’de Deprem Gerçeği ve TMMOB Makine Mühendisleri Odası’nın Önerileri (4) çalışmasında ortaya konulmuştur. İlgili çalışmaya göre deprem sonrası, sorumlular hakkında yaklaşık 2.100 dava açılmış, açılan bu davalardan 1.800’ü şartlı salıverme yasası ve zamanaşımı sebebiyle cezasız kalmış, diğer 300 davanın 110’unda ceza verilse de çoğu ertelenmiş.
6 Şubat 2023 tarihinde meydana gelen depremin böyle büyük bir felakete dönüşmesinin bir diğer nedeni geçmişte yaşanan depremlerde sorumlulara karşı etkili bir soruşturma ve yargılama sürecinin yürütülmemiş olmasıdır. Deprem coğrafyasında bulunan ülkemizde, meydana gelen depremin karşılaştığımız son deprem olmadığı gerçeği karşısında tekrar benzer durumlarla karşılaşmamak gerekli tüm önlemlerin alınması ile gerçekleşen ölüm ve yaralanma neticelerinden sorumluluğu olan kişilerin hassasiyetle belirlenmesi ve hukuk önünde hesap vermeleri sağlanmalıdır. Biz yurttaşların da yargılama süreçlerinin takipçisi olması ve deprem gerçeğini gündemde tutması önem taşımaktadır.
- Anayasa Mahkemesi, Karar tarihi 05/11/2015, Başvuru Numarası: 2013/512
- https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2018/03/20180318M1-1.pdf
- Danıştay 6. Daire Başkanlığı 02/03/2021 tarihli 2021/568 E. 2021/2729 K.
- https://www.mmo.org.tr/sites/default/files/d4419b4a44bde5f_ek_0.pdf