[voiserPlayer]
İran ile Suudi Arabistan arasındaki diplomatik ilişkiler, Ocak 2016 tarihinde kesilmişti. Sonraki dönemde iki ülke yönetimleri, diplomatik ilişkilerin yeniden tesisi ve iki ülke arasındaki gerilimin düşürülmesi amacıyla önce Irak ve sonra Umman yönetimlerinin arabuluculuğunda bir müzakere süreci başlattılar. Bu müzakere süreci, iki ülke heyetleri arasında Çin Halk Cumhuriyeti arabuluculuğunda ve günler süren görüşmelerden sonra 10 Mart tarihinde Pekin’de bir mutabakat ile neticelendi.
İlan edilen üçlü bildiride taraflar, diplomatik temsilciliklerini iki ay içerisinde karşılıklı olarak yeniden açacaklarını beyan ettiler ve birbirlerinin egemenliklerine ve iç işlerine karışmamaya yönelik ihtiramlarını teyit ettiler. 28 Nisan’da ise İran dışişleri bakanı, Beyrut’ta yaptığı açıklamada büyükelçiliklerin çok yakında açılacağını ifade etti. Orta Doğu coğrafyasının iki önemli devleti arasındaki bu mutabakat, İran ile Suudi Arabistan arasındaki küresel ve bölgesel boyutları bulunan iktidar ve nüfuz mücadelesinde bir ateşkesi temsil ediyor. Mutabakatın her üç tarafı için de bu ateşkesin kabul edilmesinde bir kısım sebepler ve bu ateşkesten beklentiler bulunuyor.
Suudi Arabistan özellikle Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın fiili olarak idareyi ele almasından sonra dış politikasında çok cepheli faal bir mücadele safhasına geçti. Mart 2015 tarihinde başlatılan Yemen’e yönelik Suudi liderliğindeki çok taraflı askeri müdahale ile Haziran 2017’de başlatılan Katar’a yönelik yine Suudi liderliğindeki çok taraflı abluka, bu mücadele safhasında bölgesel ve küresel politikada geniş yansımaları olan başlıca örnekleri temsil etti. Ne var ki Suudi Arabistan idaresinin Orta Doğu’daki çok sayıda ülkeye yönelik doğrudan ve dolaylı müdahaleleri, kayda değer başarılar üretemediği gibi Suudi Arabistan için çok boyutlu diplomatik, ekonomik ve güvenlik maliyetleri ortaya çıkardı.
Örneğin, Eylül 2019’da Suudi Arabistan içerisindeki petrol tesislerine yönelik saldırılar gerçekleşti. İnsansız hava araçları (İHA) ile gerçekleştirilen bu saldırılar sonucu ülkenin petrol üretimi yarı yarıya düştü. İran yönetimi iddiaları reddetmesine rağmen Suudi Arabistan ve bir kısım devletler bu saldırıların arkasında İran’ın olduğunu açıkladı. Birçok mücadele alanında İran ile karşı karşıya gelen Suudi yönetimi için bu ülke ile arasındaki aktif rekabetin sınırlandırılması ve münasebetlerin normalleşmesi, dış politikasında ortaya çıkan çok boyutlu maliyetlerin azaltılması noktasında önem arz ediyor.
Dış politikada yeni bir değerlendirme sürecine giden Suudi yönetimi, iç politikadaki gelişmelere karşı da oldukça duyarlı. Veliaht Prens Muhammed bin Selman, kendi fiili idaresinin meşruiyetini tahkim etmeye ve bu idareye yönelik mevcut ve muhtemel muhalefeti izale etmeye yönelik kapsamlı ve iddialı bir politika takip ediyor. Bu politikanın başlıca sütununu ise Nisan 2016’da ilan edilen Vizyon 2030 stratejisinin teşkil ettiği iddia edilebilir. Vizyon 2030 çerçevesinde Suudi idaresi, ülkenin ekonomik, bürokratik ve bir ölçüde de sosyal yapısını güncel şartlara göre yeniden tasarlamayı hedefliyor. İktidarın meşruiyeti noktasında önemli görülen bu hedefin tahakkuk etmesi ise dış politikada belirli seviyede bir normalleşme ve istikrar gerektiriyor. Suudi Arabistan’ın en ciddi bölgesel rakibi İran ile mutabakatı kabul etmesi, bu normalleşme ve istikrar ihtiyacının da bir yansıması.
İran ise özellikle Arap Baharı’nın başlamasından sonra dış politikasında zaten mevcut olan çok cepheli mücadele safhasının kapsamını ve derinliğini genişletti. Mesela, Suriye’de geniş katılımlı protesto gösterilerinin iç savaşa evrilmesi ile birlikte İran yönetimi, Beşşar el-Esed iktidarının idamesi adına, hızlı, etkili ve kapsamlı bir siyasi ve askeri destek politikasını hayata geçirdi. Bugüne kadar da bu politikasını tavizsiz bir biçimde devam ettirdi. İran yönetiminin Lübnan, Irak ve Yemen gibi ülkelerde farklı şekiller alan nüfuz faaliyetleri de benzer biçimde sürmekte. İran, bölgesel jeopolitik mücadele sahalarında kısmi bir başarı sağlamış da görünüyor.
Ancak bu muvaffakiyetin İran için çok boyutlu diplomatik, ekonomik ve güvenlik maliyetleri ortaya çıkardığı da inkar edilemez. Örneğin, farklı hesaplamalara göre İran yönetiminin sadece Suriye’ye müdahalesinin, İran ekonomisine yıllık 4-6 milyar dolar civarında bir maliyet çıkardığı görülüyor. İran Devrim Muhafızları ve kontrolündeki paramiliter birliklerin Suriye’deki askeri kayıpları ise binlerle ifade edilmekte. Birçok mücadele alanında Suudi Arabistan ile karşı karşıya gelen İran yönetimi için de bu ülke ile arasındaki aktif rekabetin sınırlandırılması ve münasebetlerin normalleşmesi, dış politikasında ortaya çıkan çok boyutlu maliyetlerin azaltılması noktasında önem arz ediyor.
Bu maliyetlere ek olarak, Donald Trump yönetiminin “maksimum baskı” olarak nitelediği ve 2018 yılında başlatılan İran’a yönelik kapsamlı yaptırım politikası, Joseph Biden başkanlığında da devam ediyor. Temelde İran ekonomisini hedef alan bu stratejinin şimdiye kadar Orta Doğu’daki başlıca destekçilerinden biri ise Suudi Arabistan. Dolayısıyla, ABD yönetiminin uyguladığı yaptırımların etkisinin azaltılması adına da İran için Suudi Arabistan ile arasındaki münasebetlerin normalleştirilmesi önem arz ediyor.
İran dış politikadaki baskılara ek olarak ülke içindeki gelişmelerin baskısını da hissediyor. Özellikle, Eylül 2022 tarihinde Mehsa Emini isimli genç bir kadının oldukça şüpheli şartlarda hayatını kaybetmesi neticesinde patlak veren toplumsal gösteriler, İran yönetimini oldukça zor bir durumda bıraktı. Ülke çapına yayılan gösterilerde şimdiye kadar 500 civarında sivil gösterici hayatını kaybetmiş bulunuyor. Geniş çaplı muhalif gösteriler, İran içerisinde sosyal istikrarın temin edilmesini zorlaştırırken, İran yönetiminin siyasi meşruiyetini zayıflatıyor. Bu yönüyle İran’daki dahili sorunlar, İran yönetimini dış politikada görece normalleşmeye ve dolayısıyla Suudi Arabistan ile bir mutabakata sevk etmiş görünüyor. Diğer taraftan ise İran yönetimi, dış politikadaki normalleşmenin ve bilhassa Suudi Arabistan’ın İran muhalefetine sağladığı uluslararası medya desteğinin kesilmesinin, dahili sorunlar noktasında olumlu yansımaları olacağını düşünüyor.
Pekin’de dünyaya ilan edilen üçlü mutabakat, hiç şüphesiz, Çin Halk Cumhuriyeti adına küresel bir diplomatik başarıyı temsil ediyor. İki İslami yönetimin Çin Komünist Partisi arabuluculuğunda bir mutabakata varması ise uluslararası diplomasinin cilvelerinden birisini teşkil ediyor. Çin yönetiminin bu diplomatik başarısı, hem dost ve müttefikleri adına hem de rakip ve hasımları adına pratik ve sembolik önemi olan bir gelişme.
Her şeyden önce İran ve Suudi Arabistan’ın nihai müzakerelerdeki arabuluculuk için bir başka alternatifi değil de Çin’i tercih ettiklerini hatırda tutmak gerekiyor. Bu tercih, bu iki ülke hükümetlerinde ve bir ölçüde bu ülke kamuoyları nezdinde Çin yönetiminin güvenilir, tarafsız ve etkili bir diplomatik ortak şeklinde telakki edildiğini gösteriyor. Bu durum da Çin’in Orta Doğu jeopolitiğinde kazandığı üst düzey diplomatik itibara işaret ediyor. Çin yönetimi, İran ile Suudi Arabistan arasında başarılı bir arabuluculuk yaparak, Orta Doğu’da bölgesel ihtilafların çözümünde rol oynayabilecek kapasiteye ve kabiliyete sahip olduğunu göstermiş oldu. Küresel jeopolitikte ise, uzun süredir inşa etmeye çalıştığı, barış ve istikrara taraftar bir yükselen güç olduğu imajına kayda değer bir itibar kazandırmış oldu.
İran ve Suudi Arabistan yönetimleri, her iki taraf için de maliyetler üreten ve askeri boyutun baskın olduğu doğrudan rekabeti, varılan mutabakat ile hafifletmiş bulunuyorlar. Ancak bu diplomatik ateşkes, iki devlet arasındaki bölgesel ve küresel boyutları bulunan iktidar ve nüfuz mücadelesini sona erdirmeyecek; muharebe bitse de mücadele devam edecek. Bu mücadelede tarafların hangi araçları ne şekilde kullanacağı ise yakından takip edilmesi gereken bir konu olarak önümüzde duruyor.