[voiserPlayer]
Şu yalan dünyaya geldim geleli
Tas tas içtim ağuları sağ iken
Kahpe felek vermez benim muradım
Viran oldum mor sümbüllü bağ iken.
Aradılar bir tenhada buldular
Yaslandılar şıvgalarım kırdılar
Yaz bahar ayında bir od verdiler
Yandım gittim ala karlı dağ iken
Farımaz da deli gönül farımaz
Akar gözlerimin yaşı kurumaz
Şimden geri benim hükmüm yürümez
Azil oldum güzellere beğ iken
Karac’oğlan der ki bakın olana
Ömrümün yarısı gitti talana
Sual eylen bizden evvel gelene
Kim var imiş biz burada yoğ iken
…
Kim var imiş? Bir yeniçeri var imiş. Adı Mehmed. Bab-ı Ali yeniçerilerinden. I. Süleyman, namı diğer Kanuni veya Muhteşem Sultan döneminin ilk yıllarını görmüş. 1520’li yıllar. Bir mektup kaleme alır. Zihne (Yunanistan Makedonyası) kadısına hitaben. Mehmed’in mezkur mahalde babasından miras bir çiftliği vardır ve çiftliğe kardeşi Mustafa göz kulak olmaktadır. Ancak Mustafa kardeşi Mehmed’i sıklıkla ziyaret ettiği ve mezkur mahalde bulun(a)madığı için ölü varsayılır. Bu yüzden çiftlik, içindeki hayvanlar ve mallar ile birlikte, devlet hazinesine aktarılır. Halbuki çiftliğin sahipleri hayattadır ve sahiplerine iade edilmelidir.
Başka kim var imiş? Bir derviş var imiş. Adı Hasan. Kocamustafapaşa dergahı şeyhinin oğlu olarak 1620 yılında dünyaya gelen. Babası o dokuz yaşında iken vefat eder. Henüz yaşı küçüktür. Dergahın şeyhliği halasının oğluna geçer. Hasan ise düzgün bir eğitim alır ve babasının yolunu takiple artık başlı başına bir kariyer haline gelen “Sufiyye”ye girer ve terfisini bekler. Seyyid Hasan kırk bir yaşında (1661 yılında) bir günce kaleme almaya başlar. Sohbetname adını verdiği bir günce. Tam dört yıl boyunca bu günceyi tutar. Günlük yaşamının rutin ve alelade detayları ile dolu bir günce. Güncesini yazmayı bıraktığı yıl, kırk beş yaşında Balat’ta Ferruh Kethüda dergahının şeyhi olur. Ömrünün geri kalan 24 yılını bu dergahın şeyhliği ve komşu caminin vaizliği ile geçirir. Seyyid Hasan 1688 yılında vebadan ölür. Dergah şeyhliğine ilk önce oğlu geçer, daha sonra torunu. Maddi ve manevi imkanları daha zengin Kocamustafapaşa dergahının şeyhliğine geçmek ise oğlunun torununa nasip olur. Aile, Kocamustafapaşa dergahı şeyhliğini tekke ve zaviyelerin kapatılacağı tarihe kadar elinde tutar.
Başka kim var imiş? Bir müslüman Anadolulu tüccar var imiş. Adı Hüseyin. Ayaşlı bir sof tüccarı. Sof kaliteli bir kumaş türü. Üretiminde Ankara keçisi sayesinde Ayaş ve çevresi avantajlı konumda. Hüseyin kaç yılında doğdu? Ayaş’ta mı? Bunlar bilinmiyor. Bilinen, 1575 yılının Mart ayında Venedik’te öldürüldüğü. 1574 yılının yazında mı, yoksa sonbaharında mı? Terekesinde kışlık elbise olduğu için kışı Venedik’te geçirmiş olması muhtemel. Amcası Ahmed de onunla birlikte. Nitekim, merhumun bir Venedikli ve iki Flaman tüccarıyla yaptığı anlaşmaları o yerine getiriyor. Cenaze işleri ile o ilgileniyor. Yeğeninin İslami kurallara göre yıkanmasını ve kefenlenmesini sağlıyor. Taksiratının affı için sadaka dağıtıyor. Dualar okutuyor. Nihayetinde ise Hüseyin’i bir gondolla taşıyıp meçhul bir mezara gömdürüyor. Ancak amca, hesabını bilen bir tüccar. Defin masraflarını kendi cebinden karşılamıyor. Kalem kalem belirleyip mevtanın terekesinden ödüyor. Hüseyin ardında bazı şahsi eşyalar da bırakır. Kışlık kıyafetleri zikr edilmişti. Ayrıca ayaklarına giymek için başmakları, mestleri ve bir çift çizmesi, genellikle ulema sınıfının giydiği teki kukuletalı iki adet feracesi, bir adet keçeli kolsuz ceketi, iki kaftanı, bir pantolonu, bir gömleği, bir çakşırı, başını örtmek için dülbendi, bir yelken takyesi, çeşitli örtüleri, bir eyeri, iki yastığı, bir parça ipi, bir parça pamuklu parçası, çeşitli torba ve kutuları, beş adet süpürgesi, bir makası, üç adet muşambası, şahsi mührü ve kalemliği, bazısında dua yazılı kağıt parçaları, bir adet gümüşlü kılıç, bir adet Şam bıçağı, bazı mutfak eşyaları, bir adet afyon hokkası vardır.
Başka kim var imiş? Bir hatun var imiş. Adı Asiye. Babası Kadri Efendi. Büyük ihtimal ulemadan. Ailesi ile 1630’lu yıllarda Üsküp’te ikamette. Asiye nerede, hangi tarihte doğdu? Hakkında bilgilerimiz sınırlı. Onun hakkında bildiklerimiz çok daha kişisel. İlk önce Veli Dede isimli bir şeyhe intisap eder ve iki yıl civarı onun irşadı ile manevi mesafe alır. Ancak ne olduysa daha sonra şeyhinden soğur. Bu sırada başka bir şehirde, Uziçe’de mukim başka bir şeyhin, Halveti şeyhi Muslihüddin’in ününü duyar, sorup soruşturur ve ona intisap etmek ister. Ancak bir şeyhe keyfe ma yeşa bağlan, sonra ayrıl. Başkasını bul. Kafasına göre mi hareket ediyordur? Bu düşünce onu rahatsız eder ve bir mektup kaleme alır. Muslihüddin’in Uziçe’deki halifesi Mehmed Dede’ye hitaben. Cevabını alır. Muslihüddin manevi mertebe olarak Veli Dede’den üstündür, o halde ona intisap etmekte bir beis yoktur. Asiye artık rüyalarını yazmalı ve şeyhine yollamalıdır. O da bunu yapar ve tarihe arkasında bir rüya güncesi bırakan mutasavvıf(e) olarak geçer. Bir rüyasında Muslihüddin ile nikahlandığını görür, bir başkasında İslam Peygamberi ile. Bir rüyasında Şeyhinin onu kucaklayıp sıktığını görür, bir başkasında ot bürümüş bir bahçede yılanlar. Muslihüddin bir süre sonra vefat eder, yerine oğlu Hasan geçer. Asiye rüyalarını anlattığı mektuplarını bu sefer Hasan’a yollamaya devam eder. Ancak manevi irşadını halen daha Muslihüddin sürdürüyordur. Hasan sadece aracıdır. Asiye manevi mertebeleri aştıkça aşar ve bir gün rüyasında Peygamber’i ve Muslihüddin’i görür. Peygamber altın bir para çıkarır ve onu Muslihüddin’e verir. Muslihüddin de altın parayı ona uzatır. Asiye’nin elinde altın para ayna gibi olur. Elinde tutarken aklına gelir: “Galiba Hazret-i Allah’ın cemalinin görüldüğü ayna budur.” Ayna elinde kalır ve uyanır. Asiye’nin artık manevi gözü açılmıştır.
Yeniçeri Mustafa, Derviş Hasan, Tüccar Hüseyin ve Mutasavvıfe Asiye… Hepsi sıradan insanlar. Değil mi? Tarihin yapımına da yazımına da katkısı olmayanlar. O halde? Neden bu nazar? Neden bu dikkat? Sözü hocamıza bırakmam gerek:
“Tarih, yok olanla değil bir zaman var olanla ilgilidir. Nitekim, Karacaoğlan da ‘kim var imiş’ diye sorar, onların kanlı canlı insanlar olduklarını hatırlatacak şekilde, şimdi yok olduklarını değil bir zamanlar var olduklarını ifade ederek… Yunus gibi ölüm gerçeği ve ahiret üzerine düşünmek isteyenler felsefeye yönelse gerektir, Karacaoğlan gibi hayat ve dünya üzerine düşünmek isteyen ise tarihe…”
“Nedir bu dünyanın hali? Nedir bu insanların çekisi?” sorularının peşinden gitmek isterseniz tarihle ilgilenmeye başlamışsınız demektir. Burada maksat, çekilmiş çileleri, yaşanmış zulümleri tekrar tekrar terennüm etmek değil. İnsanların hayata nasıl anlam ve zevk, derinlik ve eğlence kattıklarını, kendilerine özerk yaşama ve ifade alanları açtıklarını, üreticiliklerini ve yaratıcılıklarını sergilediklerini, hınzırlıklarını ve hergeleliklerini anlamak da bu işin parçası… ama tosladıkları ve ördükleri duvarları, çektikleri ve çektirdikleri kahırları unutmadan.”
“Devletlerin, milletlerin, sınıfların, maddi kültürün, çevrenin tarihini yazmak için farklı kaynaklar, okuma yöntemleri, beceriler, vurgular ve hassasiyetler gerekebilir, ama onları da insansız yazamayacağımız aşikardır… Venedik’te ölen Ayaşlı bir tüccarın ardından kalan bilgi kırıntılarının önemi, onu 16.-17. yüzyıllarda ülkelerarası ticaret ağının içine yerleştirdiğimizde belirginleşiyor. Öte yandan, bu ağı ören insanları, hayal meyal de olsa, tanımadan oluşturacağımız ticaret verileri kuru birer istatistik yığınından ibaret benim için.”
“İnsanların ve toplumların geçmişini anlama derdi taşıyan tarihçinin en önemli melekeleri arasında empati vardır, yani kendini başkalarının yerine koyma, başka hayatları, başka tecrübeleri adeta kendi bedeninde duyma yetisi. Bu açıdan tarihçi, bir romancı veya bir tiyatro-sinema oyuncusu gibidir… Dil(ler) bilecektir, ama her şeyden önce okumayı bilecektir, okurken başkalarının sesine kulak vermeyi bilecektir. Duygu ve duyarlıklarını da anlamak isteyecektir.
Duyguların da tarihi mi olur? derseniz, edebiyat okumanızı, mesela Oğuz Atay’ı okumanızı öneririm: ‘“Moralim bozuldu,” diyordu cahil herif; öyle plastik terlik giyen birinin morali olurmuş gibi.’ Toplumsallığını, yanı sınıfsallığını kabul ettiğimiz her şey tarihseldir. ‘Acılardan, duygulardan bahsettin durdun; tarih mevzuunu aşkla karıştırmış olmayasın’ diye soran okurlar olabilir. Fransız devrimi üzerine bunca büyük tarihçi yazmışken, kendi kitabının nasıl olup da diğerleri ardında sivrildiği sorulduğunda Michelet açık konuşmuştur: ‘Ben daha çok sevdim/j’amais davantage.”
“Aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti… Maksat, anlamaya çalıştığımız insanların duygu ve düşünce dünyasına nüfuz etmekse bu ille de onların duygularını paylaşmakla, yaşadıkları karşısında ‘hislenmekle’ hasıl olmaz.” Bu ancak ‘tahlil zahmetinden kaçmamızın’ vasıtası olabilir. Kendimizi duyguların sıcaklığına, tepkilerin güdüsüne bırakmamamız için de eğitim, yöntem ve sürekli bir çaba gerekir.”
Veya tarihçinin ampirik malzeme ile meşki.
“Hammaliye ise hammaliye. Tonlarca arşiv belgesi arasında dıdının dıdısı ile uğraşmanın romantizmini de yabana atmamalı. Kaynakların zenginliği ve öğrenileceklerin uçsuz bucaklığı keşif yolculuğunun yükünü de artırır, zevkini de.”
Aşk ve meşkin ötesinde…
“Tarihsel olanın doğallaştırılmasına … izin vermemek… gerekir… tarih, bir şey gösterirse eğer, her hiyerarşinin, her karşı çıkış imkanının ve söyleminin, insanlar eliyle başka başka biçimlerde inşa edildiğini, usul usul da olsa tekrar tekrar dönüştürüldüğünü, yapılıp bozulduğunu gösterir…
Hiç bir teori, insanlık hallerinin her bir tezahürünün hayrete şayan olması gerçeğini tüketemez.
Bu kitapta okuyacağınız yazıların her biri şaşkınlık ürünüdür. Yeniçerilerin ‘bozulma’ devrinden önce askerlik dışında hiçbir işle uğraşmadığını, uluslararası ticarette Müslümanların rol oynamadığını, modern Batı değerlerini özümseyene kadar Osmanlı dünyasında kimselerin günce tutmadığını, hatta kişisel tecrübelerini kaleme almadığını sanıyordum. Karşıma çıkan belge ve kaynaklar beni hayrete düşürdü. Bu karşılaşmanın bende uyandırdığı macera dürtüsüyle araştırmak ve anlamak istedim.”
Cemal Kafadar, Kim var imiş biz burada yoğ iken, Metis, 2009.