[voiserPlayer]
Hariçten Gazel Haftalık Dış Haberler Bülteni (14-20 Mart)
Orta Doğu’da iki rakip ülke İran ve Suudi Arabistan ilişkilerinde yeni bir dönemin kapıları aralanıyor olabilir mi? 1979 İran Devrimi’nden bu yana bölgenin iki büyük gücü arasındaki gerginlikler Orta Doğu siyasetinin belirleyici unsurlarından birini teşkil ediyordu. Bu iki ülke Yemen, Libya, Irak ve Suriye gibi ülkelerdeki iç çatışmalarda da birbirlerine karşı cephelerde yer alıyorlar.
İran’ın Şii İslamı, Suudi Arabistan’ın ise Sünniliğin daha radikal bir yorumu olan Vahhabiliği temsil etmesi iki ülke arasındaki ideolojik ayrımın en önemli nedeni. Elbette İran’ın ABD ve İsrail’e olan düşmanlığı ile Suudi Arabistan’ın ABD ile derin ilişkileri de dış politika hamlelerinde bu iki ülkeyi söylem ve eylem bazında karşı karşıya getiriyor.
2016 yılında Suudi Arabistan’ın Şii din adamı Şeyh Nimr ile birlikte 47 Şii din adamını terörizm gerekçesiyle idam etmesinin ardından İran’da protesto gösterileri başlamış ve bu olaylar sırasında Tahran’daki Suudi Arabistan Büyükelçiliği zarar görmüştü. Bu gelişmelerle birlikte Suudi Arabistan ve İran arasındaki diplomatik ilişkiler tamamen kesilmişti. Aradan geçen yedi senenin ardından bu iki ülke, Çin’de Şii Cinping hükümetinin hamiliğinde diplomatik ilişkilerin yeniden tesis edilmesi için görüşmeler gerçekleştirdiler. 4 gün süren müzakerelerin ardından 17 Mart 2023 Cuma günü iki ülke el sıkıştı ve diplomatik temsilciliklerini 2 ay içinde tekrar açmaya karar verdiler. Ayrıca güvenlik ve ticaret ilişkilerini tekrar geliştireceklerini de ilan ettiler.
İran-Suudi Arabistan ilişkilerinin yeniden başlaması ve bu kararın Çin’de alınması, bize Orta Doğu’nun son dönemde değişen dinamikleri adına çok şey söylüyor. Orta Doğu, Arap Baharı sonrası yeni bir sürece girdi. ABD’nin bölgedeki etkinliği Arap Baharı öncesine göre azalmış görünüyor ya da daha doğru bir deyişle ABD her olayın içinde müdahil pozisyonda gözükmüyor. Suudi Arabistan, ABD ile geçmişteki bağımlılık ilişkilerinden görece özgürleşerek daha aktif bir dış politika izleme çabasında. Güvenlik alanında olmasa da ekonomik aktivitenin çeşitlendirilmesi bağlamında eskisinden daha girişken politikalar izliyor. İran ise Arap Baharı ayaklanmalarını fırsat bilerek bölgede gücünü tahkim etmeye çabaladı ki özellikle Suriye’de bu konuda başarılı oldu. Arap Baharı sürecinde toplumsal muhalefet hareketlerinin ABD tarafından desteklenmesi, Orta Doğu’nun otoriter rejimlerini de korkuttu. Suudi Arabistan bu gelişmelerden dolayı da statükonun bozulması endişesiyle ABD ile ilişkilerinden görece bağımsız ve daha aktif bir dış politika izlemenin yollarını arıyor.
Prens Selman ve Suudi Arabistan’ın 2030 Vizyonu
Bu noktada Suudi Arabistan’ın genç lideri Prens Selman’ın 2030 vizyonu karşımıza çıkıyor. Muhammed Bin Selman Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdülaziz’in oğlu ve 2017’de veliaht prens olarak atandı. Başbakanlık görevinin yanı sıra Ekonomik ve Kalkınma İşleri ve Siyasi ve Güvenlik İşleri konseylerinin başkanı olarak da görev yapıyor. 2016 yılında açıkladığı 2030 vizyonu kapsamında Prens Selman, Suudi Arabistan ekonomisini petrole bağımlılıktan kurtarmak, dışa açmak ve dünya ile ilişkilerini çeşitlendirmek amaçlarını güdüyor.
Ülkesinde, genç, kararlı ve dinamik bir lider olarak bilinen ve kısaca MSB olarak da anılan Prens Selman, kadınlara evlenme ve boşanma hakkı, pasaport ve ehliyet alabilme ve otomobil kullanabilme gibi özgürlükler sağlayarak da toplumsal bir açılım yaptı. Gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın Türkiye’de Suudi Arabistan Büyükelçiliğinde öldürülmesi, Prens Selman’ın çizdiği demokrat ve açılımcı lider imajına zarar vermiş olsa da ülkesinde reformcu ve gelecek vaat eden bir lider olarak görülüyor.
Prens Selman İran ile ilişkilerin geliştirilmesi gerektiğini, İran’ın nükleer silah geliştirme çabalarına şerh düşmek suretiyle son yıllarda destekliyor ve İran’la diplomatik ilişkilerin kurulmasını teşvik ediyordu. Bu çabalar geçen hafta Çin’de varılan anlaşmayla meyvesini vermiş görünüyor. Bu noktada Suudi Arabistan-Çin yakınlaşmasındaki diğer önemli etken olan Çin’in Orta Doğu’daki artan etkinliğine değinelim.
Çin’in Etkin Orta Doğu Politikası
Şi Cinping hükümeti 2016 yılında Arap Politikası Belgesi’ni açıkladı. Bu dış politika belgesi Çin’in Arap bölgesine yönelik tarihinde ilk defa yayınlanan bir dış politika vizyonu olma özelliği taşıyor. Bu politika kapsamında Çin, Orta Doğu’da petrol ithalatının temelini oluşturduğu ekonomik ilişkilerini farklı alanlara genişletmeyi (enerji ve altyapı yatırımları gibi) ve Arap ülkeleriyle güvenlik politikaları konusunda da işbirliği yapmayı bir dış politika hedefi olarak önüne koydu. Çin, bölgedeki birçok ülkenin en büyük ticaret partnerlerinden biri ve bu ekonomik ortaklığı genişleterek Orta Doğu’da siyasi olarak da daha etkin bir rol oynamak istiyor.
Çin’in Orta Doğu ile geliştirmek istediği ilişkileri Bir Kuşak, Bir Yol vizyonu bağlamında da düşünmek lazım. İpek Yolu’nun 21. yüzyıl versiyonu olan Çin’in bu büyük projesi yalnızca Asya’dan Avrupa’ya ulaşan bir ticaret birlikteliğine değil, Güney Çin Denizi yoluyla Orta Doğu’ya da uzanan bir politik ve ekonomik ağa da işaret ediyor. Bir Kuşak, Bir Yol projesi İpek Yolu Ekonomik Kuşağı ve Deniz İpek Yolu olarak ikiye ayrılıyor ki Deniz İpek Yolu Orta Doğu’dan geçerek Afrika’ya ulaşıyor. Bu vizyona bağlı olarak küresel bir güç olma iddiasını ortaya koyan Çin, Orta Doğu ile ilişkilerini çok boyutlu olarak geliştirmenin yanı sıra yumuşak güç rolüyle uluslararası kriz ve anlaşmazlıklarda arabulucu rolü oynama girişimlerinde de bulunuyor.
İran ve Suudi Arabistan yetkililerinin Çin’de buluşarak bir anlaşmaya varmasını işte bu bağlamda düşünmek gerekiyor. Son olarak Şi Cinping’in Rusya-Ukrayna Savaşı’nı sona erdirmek için bir çözüm önerisiyle Putin’i Moskova’da ziyaret etmesi de küresel güç Çin’in diplomasi arayışının bir parçası olarak değerlendirilebilir. Ancak belirtmek gerekir ki Şi Cinping, tüm bu dış politika hamlelerini, iç politikada küresel bir güç olarak Çin imajı propagandası için de kullanıyor.
Sonuç Yerine
İran ve Suudi Arabistan’ın diplomatik ilişkilerini tekrar başlatma kararı alması ve Çin’in bu görüşmelerde arabuluculuk rolü üstlenmesi dünya gündemini meşgul eden çekici bir başlık olabilir. Ancak sahadaki gerçeklik tüm yakıcılığı ile ortada duruyor. Ne Çin’in Orta Doğu’daki aktif rolü, ne de diplomatik düzeyde yeniden başlayan Suudi Arabistan-İran görüşmeleri, ne de Arap Baharı’ndan sonra bölgede yaşanan değişim, Orta Doğu için paradigma değişimi anlamına gelmiyor. ABD, Suudi Arabistan ve İran arasında varılan anlaşmaya dair bölgedeki barış çabalarının ABD hükümeti tarafından desteklendiğini açıklayarak olumlu karşıladı. Ancak İran’ın yükümlülüklerine uyması gerektiği uyarısını da bu açıklamaya eklemeyi ihmal etmedi.
Suudi Arabistan ve İran hâlen Yemen başta olmak üzere Irak, Suriye ve Lübnan’da birbirlerinin tam karşı eksenlerinde bir konumda yer almayı sürdürüyor. Yemen’de bu iki ülkenin desteklediği güçler silahlı çatışmasını sürdürüyor. Çin, her ne kadar özellikle ticaret alanında bir atılım yapsa da ABD halihazırda Orta Doğu’da güvenliği sağlayan ve askeri üsleriyle bölgede yer alan süper güç konumunu sürdürüyor. Bölge ülkeleri silah ihtiyacını ağırlıklı olarak ABD’den sağlıyor. Tüm bu nedenlerle diplomatik bir başarı ve olumlu bir gelişme olarak görülebilecek İran ve Suudi Arabistan arasında son dönemde yaşanan yakınlaşmaya çok büyük anlamlar yüklememek ve ardından yaşanacak gelişmeleri beklemek gerekiyor.