[voiserPlayer]
Bauman’a göre, insanlar bireysel özgürlükleriyle ulusal güvenlikleri arasında bir tercih yapmak durumunda kalıyor. Güvenlik politikalarını seçtikçe bireysel özgürlüklerinden feda ettikleri bir terazi gibi dengeyi bulamadan ilerleyen bir tarihsel sürece benziyor bu. Sokaklarda sayıları artan bekçiler, metro giriş-çıkışlarında ve yol ortasında yapılan kimlik kontrolleri, atılan tweetlerin ardından açılan soruşturmalar, aslında bir nevi çatlak camlı panoptikona benzetilebilir. Çatlak camlı, çünkü kamu davalarında harekete geçmek için bir tepki olması beklenirken, Türkiye’de kolluk kuvvetleri olay yerini kendisi belirliyor. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra televizyonlarda ve yeni medyada görünme sıklıkları ve tıklanma sayıları artan komplo teorisyenlerini ve ardından gelen başkanlık referandumu ve seçiminde güvenlik politikaları söyleminin oyların çoğunluğunu cezbedebilmesinde birbirini destekleyen belirtiler var. Terör olgusunun silahlı kuvvetlere sızacak kadar uzamasının, yani bir sınırının olmayışının halkın gözündeki temsili, daha başka simgelerin gerçeklerle yer değiştirebilmesine olanak sağladı. Hayatın her alanı, suçun, kabahatin, ihanetin var olabileceği bir güvenlik sorunu barındırmaya başladı. Bunu keşfedebilmek için müdahale etmek yeterli hale geldi. Müdahale etmenin elzem olduğunu ve bir sınırı, bir kuralı olmaması gerektiğini yüksek sesle söyleyenler ise bu sayede iktidarlarını korumayı başardılar.
Bu durum bana, Edebiyat Okumaları’nda Hilmi Yavuz’un, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Çelebi’nin gerçeklerle olan ilişkisini ele alışını hatırlatıyor. Bunu Henri Bergson’un “Masal Üretme İşlevi” (function fabulatice) ve Foucault’nun “episteme” kavramlarıyla açıklıyor Yavuz. Bu incelemeden hareketle, medyada üretilen içeriklerin masal üretme işleviyle örtüştüğünü iddia ediyorum.
Osmanlı coğrafyası üzerine kapsamlı seyahatnamesini yazarken Evliya Çelebi’nin hayal gücünü kullanarak gerçeklerle beraber bir takım doğaüstü olayları da gerçekmiş gibi ele aldığını biliyoruz. Çoğunlukla dinsel bilginin deney ve gözlem yoluyla ulaşılan bilgiye egemen olduğu bir anlayış görüyoruz. Henri Bergson’a göre geçmişteki bazı boşluklarda, yani gerçek deneyimin olmadığı yerlerde, bilinmeyen kısımlarda insan zihni bir masal üretiyor. Bu üretilen masal sürekliliğe ulaştığında, kültürde ve geleneklerde yaygın hâle geldiğinde birtakım eylemleri önleyebilir ya da harekete geçirebilir oluyor[1]. Yani uydurularak kapatılan boşluklar bazen dinin olağanüstülüğe yer vermesi gibi sosyal hayatta ya da tarihte birtakım olayların sonuçlarını etkileyen ve gerçek olması mümkün olmayan anlatılar olarak doğruymuş gibi aktarılıyor. Bugün masal üretme işlevinin kendisini günümüz medyasındaki köşe yazarlarına bıraktığını görüyoruz. Her şeye erişimin kısıtlı oluğu bir dünyada belli bir kanaat oluşturmak Cesur Yeni Dünya’daki gibi oldukça önemli çünkü otoriter özellik taşıyan yönetimlerin bu tarz modalarla devamlılıklarını sağlamaları kendileri adına bir kazanç.
İnsanların siyasetten kaynaklanan ve hayatlarına sirayet eden sorunlara dayanmaları için yöneticilerle tam aralarında bulunan köşe yazarlarına ihtiyaçları var. Zygmunt Bauman’ın belirttiği, yeni liberal dünyanın ve risk içinde yaşayan orta sınıfların bireysel özgürlüklerini güvenlik politikalarına takas ettiği bir toplumda ne kadar güvenlik açısından algılanan tehlikeler (gerçekten var olup olmaması önemli değil) insanların gözünde süreğen hâle getirilirse, insanlar da yöneticilerle o kadar aynı kanaate geleceklerdir[2]. “Bir tehdit var”, denecek, sonra bu tehlike hükümetin işlediği her alana yayılacaktır. “Tarım ürünlerinin hasadının azalmasında dışarıdan yöneltilen bir tehdit söz konusu”, denilecek. Tıpkı Rusya’nın ABD seçimlerinde aynı korkuyu salmayı başarması gibi. Donald Trump’ın adil bir seçimle gelip gelmediği kuşkusu (Mueller soruşturması), Amerikan halkının televizyonlarında ve gazetelerinde güvenle yürüttükleri seçimlerde dahi eski Soğuk Savaş hikâyelerinin rüzgârlarının estirilmesi ve “tehlike her yerde olabilir” endişesi, seçimlere müdahale etmekten daha büyük bir etki yaratabilirdi. Belli bir kanaatin sürekliliğini sağlamak uğruna üretilen bu risk toplumunun en büyük zararını Prof. Nilgün Tutal’dan dinliyoruz: “İnsanlar farklı dünyaları var olma imkânını düşünmelerini sağlayacak tahayyül güçlerini yitireceklerdir”[3].
Evliya Çelebi’ye geri döndüğümüzde, Yavuz, Seyahatname’yi bir de Foucault’nun episteme kavramıyla açıklıyor. Buna göre, Rönesans döneminde neyin doğru bilgi olduğunu kabul etmekle Klasik Dönem’deki (17. yy) farklı. Rönesans dönemi ve öncesinde duyumlar, dil üzerinden aktarılagelenler (mitoloji, anekdot vb.) de ampirik bilgiyle aynı düzeyde doğru kabul edilip harmanlanırken, Klasik Dönem ve sonrası için dil ve gözlem birbirinden ayrılır, ampirik olarak test edilebilen bulgular doğru bilgi kabul edilir. Evliya Çelebi’nin Seyehatname’si yazıldığı dönem itibariyle bir uydurmadan ziyade, bir kendi şartlarının epistemolojisine uyan bir çizgi izliyor. “Mantık dışı” olarak kabul edebileceğimiz birçok şey Evliya Çelebi’de bir bilgi olarak kabul edilip aktarılıyor. Fakat söylemlerin, anekdotların, dogmaların kabul edildiği yer medya organları olunca durum burada farklı bir hâl alıyor. Kanaatin, yani popüler görüşün ve sözün hâkim olduğu bir medyanın ‘hâkim yöneticiler eliyle’ insanların hayal gücünü tek bir yola sokacağından dem vururken, buna ana akım medya kanallarındaki yanlı yayınların sayısındaki ani artışı eklediğimizde ortaya çıkan tablo ilgi çekici bir hâle bürünüyor. Düşünür-yazar Dücane Cündioğlu, muhafazakâr toplumlarda yerel vatandaşların daha çok “imgelem” yoluyla düşündüğünü ifade ediyor. Buna göre, günümüzde “ussal” olarak üretilen bilginin yerine Bergson’un masal üretme işlevine olanak veren “imgelem-tahayyül”[4] yoluyla düşünce köşe yazarları arasında yaygınlaşmaya başladığında, ortaya neden-sonuç ilişkisini kurmakta sıkıntı yaşayıp, birçok şeyin nedenini tek ve kutsal bir sebebe bağlamak gibi bir kanaat ortaya çıkıyor. Dücane Bey dinin bu yolla algılanmasının normal olduğunu anlatırken, politika gibi bilginin yönetildiği ve yönetimin bilgisinin paylaşıldığı alanlarda “imgesel sebepleri” vatandaşların inancına dönüştürmek için medya kanallarının köşe yazarlarının ve haber metinlerinin de aynı imgeleri aynı ilişkileri kullanarak üretmesi, yani tekrar tekrar başka bir biçimde ve isimde söylemesi gerekmektedir.
Kanaat oluştururken halkın yüzde ellisinin ürettiği bilgiyi doğru sayıp kanaatle bilgiyi eşitlediğimizde, (Tutal’a göre logos ve doxa’nın aynı olması) buraya kadar aynı kapıya çıkan üç işlemden bahsettik: Boşlukları hayalle mantıklı hale getirme (Bergson), duyumlarla gözlemi beraber ele alma (Foucault’nun epistemesi), imgelerle düşünme (Cünidoğlu). Artık politik bilgilerden bir gerçeklik muhakemesine geçiş yapabiliriz, çünkü medyayı bir masa ve ürünlerini yemekler olarak düşünürsek, insanların masanın üzerindekilerden başka şeyi yemesi, bunlara karşı iştah beslemesi veyahut bunlar üzerine düşünmesi haricinde başka bir seçenek kalmıyor. Bu durum Maxwell Mccombs ve Donald L. Shaw tarafından geliştirilen “Gündem Belirleme Teorisi”nde[5] açıklanıp geniş kitleler tarafından kabul görmüşken, bu masaya konulan yiyeceklerin imgeleriyle değiştirilmesini fark etmeye yetecek kadar elde delil olmaması durumu ise gündemi, dolayısıyla insanların zihinlerini tek bir göstergeyle doldurup ardından bunun sorgulanmasını imkânsız hâle getirip sistemli bir simulakr[6] üretimine yol açıyor. Gerçeklikle simgelerin yer değiştirmesi durumuna bir örnek, TRT1’de yayınlanan Payitaht Dizisi’nin temsilinde, Cumhurbaşkanı tarafından söylenen sözler önem taşıyordu:
Gençlere tarihi bilmenin önemini anlatan Erdoğan, “Şunu unutmayın gençler biz 18.000 kilometrekarelik[7] bir vatandan 780.000 kilometrekareye geldik. Neydik ne olduk bunu da bilelim, tarihimizi de bilelim. Payitaht’ı izliyorsunuz değil mi orada görüyorsunuz “dedi[8]
Gerçekliklerin ya da yaratılmış simgelerin gerçeklerle yer değiştirmesi durumu, burada da göz önüne çıkıp akıllara doğrudan Jean Baudrillard’ın simulakra kavramını getiriyor[9]. Benzer bir durum Cuhurbaşkanlığı referandumundan beri süregeliyor, 23 Haziran İstanbul seçimlerine giden süreçte de işlenmişti. Örneğin, reklamlarda ve Sabah gazetesinin yayınlarında beka söylemi üzerinden gidilirken, S400 konusunda yazı yazan Mahmut Övür’ün konuların hepsini birbirine bağlaması ilk kez yapılmıyor, yazının sonunda yer alan, “Tablo çok net değil mi? Darbelere, müdahalelere, S-400’lere itiraz etmeyenlerle, eden yurtseverler karşı karşıya. Binali Yıldırım’ın bu ülkenin gelecek on yıllarını ilgilendiren tarihi bir misyon yüklendiği çok açık.”[10] Bu yazıda çoğunlukla Ekrem İmamoğlu’nun Koç Holding’e ait uçağa binmesi eleştirilirken, S400’ün ve “yerli ve milli” AK Parti adayının isminin telaffuz edilmesi, belli simgelerin yazılarda kullanılmasıyla oluşturuluyor. Yani, yeniden ve sürekli üretimle simge güçlendiriliyor.
Yani, zaten imgelemle, hayalle ve kutsallıkla düşünmeye yatkın insanların gazetelerine verilen bilgi ve metinlerin ilk gerçekliğin yerine konan, artık yeni ve gerçek sanılan imgenin hâkimiyet kurması kaçınılmazdır. Aynı tarifi bilen aşçılar tarafından sürekli üretilen mercimek çorbasının içine kırmızı gıda boyası katıldığında ve bunun domates çorbası olduğu sıklıkla söylendiğinde, bunun yapımı hakkında domateslerin nasıl doğrandığı anlatıldığında çorbayı gören herkes tadı farklı bile olsa bunun domates çorbasından başka bir şey olabileceğini düşünemeyecektir. Gıda boyası katılan mercimek çorbasının domates çorbası olması için bunun bütün lokantalarda ve resmi kayıtlarda yer alması, televizyonlarda sürekli bunun üzerine hayalle karışık kanıtlar sunulması ve coşkuyla aşçılar tarafından desteklenmesi, bunun bir tarihinin bile sahte belgelerle yazılması yeterli olacaktır, nitekim böyle olmaktadır da. Hayatın her alanında değil, ancak politikada birtakım noktalarda simulakr üretildiğine ismini zikredemeyeceğim konularda sık sık rastlanmaktadır.
Evliya Çelebi’nin kendi dönemine has tahayyül gücüyle ve epistemolojisiyle yazdığı seyahatnamesinden bu yana değişen doğru bilgi anlayışına karşın, kanaat toplumlarında medya organlarının aynı göstergeye ya da konuya yüklenmesi durumunda ortaya yeni gerçeklikler çıkıyor. Nur Bilge Ceylan filmlerinde kamera arkasından da iyice anladığımız, filmi gerçeğe yakın çekme, gerçeğin taklidini yapma amacına karşın sinemada filmi izlerken bunun bir film olduğunu, salt gerçeklik olmadığını bilip uyanık duran bir bilincimiz var. Her ne kadar etkilensek de bizi uyanık tutan zihinsel işlevimiz söz konusu medya koşullarında devre dışı kalarak sorgulama şansının yitmesine yol açıyor. Bu bir sürecin sonucu. Böylece ortaya çıkan gerçeklik bir üst-gerçeklik oluyor. İmgelemle, duyguyla, kutsalla ve neden-sonuçla soslanmış bu yemeğin en büyük yan etkisi ise tahayyül gücü zayıf bir toplum yaratması.
[1] Yavuz, Hilmi. Edebiyat Okumaları. Cağaloğlu, İstanbul: Timaş Yayınları, 2015.
[2] Bauman, Zygmunt. Cemaatler. (Çeviri: Nurdan Soysal) Sirkeci, İstanbul: Say Yayınları, 2017.
[3] Tutal, Nilgün. “Kanaat Toplumunda Yaşamak”. Varlık, Kasım 2018.
[4] 2 Haziran tarihli Habertürk yayınından: www.youtube.com/watch?v=uGysSYgNB_A&t=4517s
[5] The Agenda-Setting Function of Mass Media. www.researchgate.net/publication/317122086_The_agenda-setting_function_of_mass_media.
[6] Simulakr: Bir gerçeklik olarak algılanmak isteyen görünüm.
[7] 18 milyon kilometrekareden bahsediliyor. Konuşma haberleştirilirken yanlış aktarılmış.
[8] www.trthaber.com/haber/gundem/cumhurbaskani-recep-tayyip-erdogan-tarihi-bilmek-icin-payitaht-abdulhamidi-izleyin-345026.html
[9] Baudrillard, Jean. Simulakrlar ve Simülasyon. (Çeviren: Oğuz Adanır). Kızılay, Ankara: Doğu-Batı Yayıncılık, 2017.
[10] sabah.com.tr/yazarlar/ovur/2019/06/08/kocun-chp-aski-ve-arka-plani/amp