[voiserPlayer]
Üç parça hâlinde olması planlanan tek bir yöntemi öneren bu yazı dizisinde, ekonomik sebeplerin ve baskının oy davranışına etkisini öngöremeyeceğimizi savunuyorum. Yaşanılan ekonomik krizin oy tercihleri üzerinde bir faktörden ziyade ana sebep olması argümanının ve adaylarla seçmenleri bütüncül kimliklere göre ayırmanın tutarlılık açısından sorunlu olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden, seçmen kitlelerini doğruluk kümeleri adını verdiğim kümeler içerisinde düşünüp adayları performans kartezyenindeki pozisyonlarına göre eşleştirdikleri alternatif bir düşünce yöntemi önereceğim.
Bu yazıda, 1968 sonrası kıta felsefesi ve eleştirel teoriyi birleştirerek ortaya somut bir yöntem sürmek adına, önce teoriyi, sonra da ana akım analizlerin yanıldığı temel noktaları anlatacağım. Dolayısıyla, bu dizinin ilk parçasında post-Weberyan siyasetçi ve simülatif düşünce perspektifleri bir potada eritilerek Türkiye seçmenlerinin (aynı zamanda tüketicilerinin) kitlesel referans noktalarının nasıl işlenebileceğini tartışacağım. İkinci parçada adayların profillerini ve kümeler teorisini ele alacak, üçüncü parçada ise bu teori üzerinden somut siyasal iletişim stratejileri önereceğim.
Seçime Giderken Neden Teoriye İhtiyacımız Var?
Haziran 2023’e bir yıl kalmışken muhalif kutuplarda ve politize olmuş her düşünce alanında muhalefetin iktidara yürümeyi nasıl garantileyebileceği sorusu yatıyor. Ana akım düşünceler, çıkarılacak adayın kimliğine, kitleler karşısındaki profiline ve önereceği politikalara yoğunlaşmış durumdalar. Bir yanda insanların ekonomik gerilemeye göre oy kullanacağı, olası bir demokrasi talebi, baskıdan yılgınlık gibi sebeplerle muhalefeti tercih edeceği; diğer yandan da iktidarın baskıyla, seçmenin irrasyonelliğiyle ve/veya medya gücüyle hâlen daha seçimi kazanabileceği konuşuluyor.
Ancak bu tartışma esnasında seçmenin hangi kitlesinin iktidardan kopabileceği ve bu kopan kitlenin muhalefet saflarına geçip geçemeyeceği süreci görmezden geliniyor. Hatta, muhafazakâr seçmenin korkmaması gerektiği, ‘endişeli muhafazakârlar’ olarak adlandırılan kesimin Millet İttifakı’na oy verebileceği, CHP’nin artık değiştiği, onların bu ülkenin yönetiminin merkezinde yer almaya devam edeceği vaatleri veriliyordu. Seçimi AKP iktidarına kaybettirmekle düzeni değiştirmemek adına verilen vaatlerin tutarlı bir kazanma stratejisi olmadığı görülüyor. Yani, “AKP kendi seçmenini materyal ve hatta ahlâkî/ideolojik olarak kaybetse de bu seçmen Millet İttifakı tarafından kazanılıyor mu?” sorularını sormak gerekiyor.
Yöntem olarak kamuoyu anketleri ve adayların gittikleri şehirlerde karşılaştıkları muamaleleri incelemek yeterli değil, medya aracılığıyla yayılan mesajların hangilerinin nereye ulaştığını teorize edebilecek bir yaklaşım ortaya koymak gerekiyor. Çünkü, bir adayın kampanyası ya da aktörlerden birinin gafı tüm seçmen kitlelerine aynı anda ve aynı bağlam içerisinde ulaşmıyor, onlar tarafından tüketilmiyor. Alternatif medyada yapılan, aslen siyasal iletişim temelinde olan ancak theory-informed (teori ile temellendirilmiş) olmayan yorumlar her ne kadar dinleyenlerde gündelik farkındalıklar yaratsa da durumu sistemli bir şekilde kavrayamıyorlar ve bireysel-grupsal analizler olarak kalıyorlar.
Bunlara örnek olarak, adayların ‘birleştirici profili’, ‘halkın üzerinde uzlaşabileceği bir aday’, adayların ‘güç isteği’, seçmenin belirli bir program ve çerçeve istediği gibi teoriden kopuk yorumları örnek sayabiliriz. Tamamen yanlış ya da tamamen yetersiz olmamakla birlikte, yer yer tutarlılık taşımaları onları sistematik yapmadığı gibi sistemli bir yaklaşım içermemeleri gündeme getirilen sorunların nasıl problemleşebileceğine ve AKP’nin son seçime kadar kazanmış olmasına çok az ışık tutuyor.
Bu noktada, Türkiye’de siyasetin neye evrildiğinden Türkiye’de seçmen kitlesinin nasıl değerlendirilebileceğine kadar temele inen bir sorgulama yapmak, bize sonunda Türkiye’den doğacak bir teori verebilir. Bir önceki Reklam Devleti yazımda yapmaya giriştiğim teorizasyonun bir parçası olarak, bu yazıda da “Türkiye’de siyasetçi-halk kitleleri arasındaki en basit bağlantı nedir? Bir adayı ve kampanyayı en temelde halk kitlesine kabul ettiren dinamikler nelerdir?” temel sorularına güncel siyaset felsefesinden cevaplar arayacağız. Önce siyasetçiyi eleştirel bir çerçeveden tanımlayıp daha sonra da seçmen kitlelerini inşacı bir çerçeveden tanımlamak bu sorulara verilecek cevaplar için uygun başlangıç noktaları olacak.
Post-Weberyan Siyasetçi
Bir konu gündeme geldiğinde ve siyasetçiler bir çıkış yaptığında neyin gündem olduğu, gündem olan konuların nasıl anlamlar ürettiği konusu üzerinde bireysel çıkarımların tartışıldığını görüyoruz. Öncelikle, siyasal düzlemde bir mesaj üç temel aktör üzerinden işleniyor: siyasetçi, kitle ve medya. Medyayı, metin ve analist olarak ikiye ayırıp etkisini de tüketim üzerinden bilginin dağıtımı sürecine yayarsak, ortaya dört aktör çıkıyor ve bunların ürettiği anlamları (meaning production) incelemek gerekiyor: siyasetçi, metin, kitle ve analist. İlk üç aktör bir anlam kümesi oluşturuyor. Bu kümeyi dışardan inceleyen, anlam üretimine geri dönüt veren aktör olarak da siyasî analistin eklenmesi gerekiyor. Siyasetin nasıl performe edildiği, üretilen metinlerin anlam potansiyelleri, kitlelerin anlam üretme potansiyeli ve analistlerin bu üç aktör üzerinden kurguladıkları anlamlar ilk belirtilen kümeye geri dönüp tekrardan bu çarkın tanımlanmasına ve sürdürülmesine yol açıyor:
Siyasetçi nedir sorusuna, siyasetçinin bir meslek olarak ya da ahlâken bu işi icra ettiği Weberyan anlamda bir siyasetçinin ve meşru güç-şiddet uygulayıcılığı ile tanımlanan Weberyan devletin Türkiye’yi açıklamadığını ve bunun yerine ‘görünürlük’ temelli bir siyasetçi kavramını savunarak başlayacağım. Çünkü bu Weberyan bir varsayımın Türkiye’deki materyal ve kavramsal siyasetçi gerçekliğiyle temas etmediğini düşünüyorum.
Güncel trope’lardan (sık sık tekrar edilen ancak derinlemesine düşünülmeyen) biri de Türk siyasetinde liyakatın olmadığı. Ancak Türkiye siyasetindeki itiraf edilmeyen temel sorun liyakatsizlik değildir; liyakatli-liyakatsiz her siyasetçi ‘liyakat’ söylemini kendine özgüleştirerek (bazen kendi kalifiye olmamasına rağmen) kullanabiliyor (incorporation). Asıl sorun, liyakatsizlikte değil, çünkü liyakatin alt sınırı tanımlanabilecek bir düzlemde değildir, dolayısıyla Türkiye’de liyakati ispatlamak göründüğünden de daha karmaşık bir mesele olabilir.
Bunun yerine, siyasetçi olunuş yolundaki temel felsefe ve bunun alt kademe siyasette icra ediliş biçimi problematize edilebilir. Bu biçim ve ‘siyasetçi olma metodu’ devam ettiği sürece ortada yarıştırılan cv’ler dışında bir şeyin değişmesi pek de mümkün görünmüyor.
Siyasetçilik, halk ve sermayedarlar üzerinde etkisi olan insanların ve olayların yanında/içinde ‘görünme’ davranışı (fotoğraf karesine girme, toplantılara gitme, toplantılarda ve binalarda birinin yanında bulunma) üzerinden neşet ediyor. Buna post-Weberyan siyasetçi anlayışı da denebilir. Siyasetçi olmak için, halk ve sermaye üzerinde etkisi olan insanların yanında görünür olmak gerekiyorsa, bu, siyasetçinin ‘görünürlük’ üzerinden fikir üretmemesine rağmen ürettiği söylemlerin kendi fikri olduğunu savunabilmesini sağlar. Hâl böyle olunca, siyasetçi, halk tarafından tüketilebilen ‘görüntüler’ ağı içerisinde değerlendirilir ve o da kendisini bu ağda değerlendirir.
Dolayısıyla icraat, aktivizm ve güç uygulama davranışları yalnızca ‘görünürlük’ üzerinden siyasetçinin ‘var olmasını’ sağlar. Buradaki varlık krizi süreğendir ve ‘görünememek’ Demokles’in kılıcı gibi sallanır: Sürekli gözden kaybolma tehlikesi siyasetçiyi çok görünür olma savaşı içerisine ve yıllardır süregelen, var olan söylemleri ve anlaşılabilir fikirleri özgün fikirlermiş gibi savunma çözümüne götürür.
Bu durumun fark edilmemesi, insanların ‘farklı bir hikâye’, ‘yeni bir siyasi parti’ arayışlarının sürmesini fakat her yeni gelenin aynı kümeden seçilmiş söylemleri benimsemesi sonucu hayal kırıklığına uğradığı bir tablo çizer. Siyasetçiliğin çıkış noktasının görüngü olması, devletle halk arasında ve aynı zamanda devletin içine erişimi olan siyasetçi ilişkisinin de çıkış noktasıdır.
Simülatif Düşünce
‘Görünür olma’ yarışı, var olmak ve seçilebilmek için pragmatik olarak gereken il, ilçe, bölge, kurul, genel kurul, parlamento vb. noktalarda daimî hiyerarşiler ve ‘başkanlıklar’ üretir. Bir unvanla anılmak, etraftaki insanlara görünür olma potansiyeli verir. Bu ağ içerisindeki söylemlerin potansiyel olarak ürettiği anlamlar, üretilen söylemin bağlamına ve üretenin düşüncesine bağlıdır. Bağlam; toplumun ve siyasetin gündemi, tarihi ve popüler kültüründe bilinen öğeler olarak sıralanabilir. Siyasetçinin konuşması ve davranışı bağlama âtıf yapar ve neye âtıf yaptığına göre söylemin kendisi anlam üretir.
Buna ‘metin’ diyebiliriz. Metnin anlamı, bağlamı üreten kişi ve onu dinleyenlerin potansiyel olarak yaptıkları âtıflar üzerinden şekillenir: Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesinden bahsetmek tarihsel ve popüler bağlamda Kuvvay-ı Milliye’ye âtıf yapabilir, bu âtıf çeşitli film-dizi (Kurtuluş, Vatanım Sensin, Sarı Zeybek) görselleriyle bir ‘görüntü’ye dönüşür ve dolaşıma sokulur, ancak Doğu Perinçek üslubunda bu, aynı zamanda sosyalist ve köktenci bir anti-emperyalizme de tekabül edebilir.
Bir başka örnek, Meral Akşener’in İttihat ve Terakki çıkışı ya da iktidarın Ayasofya’yı ibadete açması, bu işlem sırasında yapılan Necip Fazıl âtıfları ve bu işlemin kutsallık barındıran fethe, dahası İstanbul’un ‘tamamlanmamış’ fethine ve buna dayalı hadise yapılan bir âtıf olarak ele alınmasına, aynı söylemlerin TRT dizilerindeki karakterlerle eşleştirilmelerine, fetih kutlamalarındaki dev hologramların yayınlanışına kadar gidebilir.
Simülatif Düşüncenin Özellikleri
Bu durum, simülatif düşünce olarak adlandırdığım, kitlelerin olayları ve durumları doğru kabul edilen fakat gerçeklik kopyaları olan sembolik elemanlara âtıf yaparak anlamlandırması sürecidir. Bu durumda, simülatif düşünce, siyasetçinin tüketim kültürünün içinde ve materyal gerçeklikle bağlantılı olmasından ve kişilerin toplumsal meseleleri ‘âtıflar yaparak’ düşünmesinden kaynaklanır. Simülatif düşünce, kişilerin gerçek olayları düşünürken onların imge (görüntü, çok bilinen semboller) kopyalarıyla eşleştirmelerine ve bunu popüler kültür üzerinden gerçekleştirmeleriyle meydana gelir ve Baudrillard’ın simulakr kavramının[1] işleniş hâli olarak yorumlanır.
Simülatif düşünce, kitlelerin görseller tarafından ayartılmasıyla gerçekleşir. Bir görüntünün gerçekliğin yerini almasını açıklarken, hem gerçeklikten hem de görüntüden bahsediyoruz. Aradaki çekim gücü ise ayartmadır.[2] Baudrillard’a göre tüm görüntüler anlam üretmek için yarışırlar, alt anlamlar üretirler ve bunu bir oyuna çevirirler.[3] Oyun ve sahne, görüntülerin yüzeyselliğinde gerçekleşen temel aksiyonlardır. Ayartan görüntüler ise kitleleri bu oyuna ve sahneye kandırmaya iterler.
Yani, siyaset sahnesinin kendi içinde jargonu olan bir dizi setine ve siyasetçileri de roller canlandıran aktörlere benzetebiliriz. Bu benzetme içerisinde karakterlerin ayartıcılığı aslında tüm bu olan bitenin bir dizi seti olarak bilinmesiyle ve materyal gerçeklikle de doğrudan alakalı olmasıyla ilgilidir. Siyasetçi, görünürlük oyununu sürdürürken halka karşı bu oyunu gizli bir şekilde oynadığını, sanki oynamıyormuş, son derece doğalmış gibi davranmasını başardığı sürece ayartıcıdır: Kitleleri kendine çekme gücüne sahiptir.
Aksi taktirde, Mustafa Sarıgül örneğinde olduğu gibi, ayartmaya çalıştığı belli olduğu sürece kitleler tarafından çekilemez, sahnede olduğunu açıkça belli etmesi ondaki çekim gücünü yıkar. Diğer yandan, sığınmacı karşıtı politikaları son dönemlerde ‘politik doğruculuk’ akımı tarafından da yanlış bulunan şekillerde ifade eden Ümit Özdağ’ın sahne performansını ‘hayal satıyor’ diyen kitleyi çekememesine yol açar, ancak onun bu rolünü yaparken rol yaptığını çıkaramayan seyirci de Özdağ’ı ayartıcı güç ile ödüllendirir.
Simülatif düşünceyi ve ayartmayı, yani siyasetçinin görünürlük oyunu içerisindeki yerini tespit eden modelde ürettiği anlam kategorisine koyabiliriz. Bu süreçte daha geniş bir çerçeveye ulaşmak için ise siyasetçi, metin, kitle ve analist arasındaki anlam ilişkilerini çeşitli yöntemlerle inceleyerek ulaşabiliriz. Analiz edilecek aktörleri, Post-Weberyan siyasetçi tanımını ve simülatif düşünceyi anlattığım bu yazının devamında, halkı doğruluk kümelerine göre ayıracağım ve siyasetçilerin performans kartezyenini açıklayacağım.
[1] Simulakrlar gerçekten daha gerçek hissettiren, insanlar tarafından doğru kabul edilen ancak gerçeklikle hiçbir bağı bulunmayan sembollerdir. Bknz. Baudrillard, J. (1994). Simulacra and simulation. University of Michigan press.
[2] Butler, R. (1999). Jean Baudrillard: The defence of the real. Sage.
[3] Baudrillard, Jean (2001). Seduction, translator: Brian Singer. Montreal: CTheory Books.
Fotoğraf: Aldebaran S