31 Mart yerel seçimleri ana muhalefet partisi CHP’nin zaferiyle sonuçlandı ve kurulduğu günden bu yana girdiği seçimlerde AKP ilk defa ikinci parti konumuna geriledi. Bu sonuç, geçtiğimiz sene Mayıs ayında yapılan seçim sonuçları göz önünde bulundurulduğunda, beklenen bir gelişme değildi. Dolayısıyla bu sonuçlar beraberinde yeni bir tartışmayı da getirdi.
CHP’nin başarısına ideolojik bir açıklama getirmeye çalışan akademisyenlerden Doğan Gürpınar, ortaya çıkan tablonun, milliyetçiliğin yükseldiği argümanını çürüttüğünü söylerken Ali Yaycıoğlu ise seçim sonuçlarını solun başarısı olarak yorumladı.
Öte yandan yaygın kanaat, ekonomideki krizin, özellikle emekli maaşlarındaki kötüleşmenin sonuçlar üzerinde etkili olduğu. Seçimden sonra yaptığı araştırmada İPSOS, emeklilerin %58’inin CHP’ye oy verdiğini buldu. Bu görüşe göre seçmen, verdiği tepkiyle ideoloji ve kimlik gibi takıntılarından kurtulduğunu ve gerektiği takdirde CHP adaylarına dahi oy verebileceğini gösterdi.
Bu durum, ideoloji tartışmasıyla birleştiğinde, özellikle Anadolu taşrasına atfedilen muhafazakar ve milliyetçi kimliğin önemsiz hale geldiği iddia edilebilir. Nitekim Bekir Ağırdır, Oksijen Gazetesi’nde yazdığı yazıda, büyük bir toplumsal dönüşümden bahsetti ve 31 Mart seçimlerini geç kalmış bir doğum olarak ele aldı.
Mayıs seçimlerinden sonra uygulanan ekonomi politikasının yarattığı bütün maliyeti, dar ve orta gelirli insanların sırtına yüklediği doğru. Milliyetçi ve sağ partilerin 31 Mart seçimlerinde başarısız oldukları da doğru. Ancak bu olgular, büyük toplumsal değişimleri veya ideolojik kırılmaları doğrulamıyor. Ali Çarkoğlu’nun deyimiyle, sonuçlar farklı ama toplum yerinde duruyor.
Üstelik katılım oranının düşüklüğü ve benzer sosyo-ekonomik durumda olan komşu illerde alınan farklı sonuçlar gibi kafa karıştıran olgular da var. Bu yüzden, 2023 Mayıs ve 2024 Mart seçimlerini birbirleriyle karşılaştırırken önce sabit kalan ardından da değişim gösteren faktörleri tespit etmeye çalışmalı, seçimlerden sonra ortaya çıkan tabloya neyin sebep olduğunu bu yönteme başvurarak aramalıyız. Bu yaklaşım bizi nasıl bir geleceğin beklediği sorusuna cevap vermemizi de kolaylaştıracaktır.
Seçim Sonuçları: Üç Faktör
Bu yazıda, seçim sonuçlarını etkileyen faktörleri üç kategoriye ayıracağız. Bunlardan ilki yapısal faktörler. Yani, aktör davranışlarını ve süreçleri etkileyen bir sistem olduğunu iddia ediyoruz. Bu yapı, özellikle başkanlık sisteminin kabul edilmesiyle birlikte derinleşen kutuplaşma olgusudur. Türkiye, uzun süredir siyasi ve toplumsal olarak iki farklı kampa ayrılmış durumdadır ve bu kutuplaşma bizzat AKP tarafından icat edilmiş, beslenmiş bir durumdur.
Geride bıraktığımız yıllarda Adalet ve Kalkınma Partisi, siyasi rakiplerini meşru muhataplar olarak kabul etmemiş, muhalif kesimleri vatan haini, terörist, dış güçlerin maşası gibi sıfatlarla tanımlamayı seçmiştir. Böylece meşru vatandaşlığın tanımı AKP’nin siyasi gündemini desteklemek ile ilişkilendirilmiştir. Bu dışlayıcı söylem ise farklı ideolojik arka plana sahip birçok muhalif parti ve grubu bir araya gelmeye zorlamış, böylece çift kutuplu bir siyasi atmosfer ortaya çıkmıştır.
Şimdiye kadar yapılan seçimlerde Erdoğan kutuplaşma atmosferinin kazananı durumundaydı. Zira, otoriter bir tutum ile muhalifleri şeytanlaştırabiliyor ve iktisadi popülizm yaparak taraftarlarını memnun etmeyi başarıyordu. Üstelik, başkanlık sisteminin kabul edilmesiyle birlikte, iki kutuplu siyaset kendisini sürekli olarak yeniden üretiyor, gerek iktidar gerek muhalefet kanadındaki ideolojik mesafeler gittikçe kısalıyordu. AKP ile MHP veya CHP ile İYİ Parti arasındaki ilişki, Erdoğan’ın merkezinde olduğu ve yandaşlık ile karşıtlık ekseninde kurulan rekabetten etkileniyor, bu partileri birbirine benzeştiriyordu.
Kutuplaşmayı, en az başkanlık sistemi kadar derinleştiren bir başka gelişme ise ticari medyanın ortadan kaldırılması oldu. Erdoğan yönetimi, son olarak Doğan Medya’nın kendisine yakın bir işadamı olan Yıldırım Demirören’e, Ziraat Bankası kredisi kullandırılarak devredilmesini sağladı. Böylece, ana akım ticari medya devri ülkede sona erdi. Bunun yerine, kamu kaynaklarıyla fonlanan hükumet yanlısı medya ile muhalefet medyası kaldı.
2019 yerel seçimlerinde muhalefetin aldığı başarılı sonuçlar sonrasında ise muhalefet medyası tedrici olarak gelişti. Öte yandan, özellikle muhalif cenahta etkili alternatif dijital platformlar kuruldu ve yurtdışından aldıkları fonlar ile ayakta kalmayı başardılar. Ne var ki ana akımın çökmesiyle birlikte gerek iktidar yanlısı gerekse muhalif insanların ortak haber aldıkları bir medya kalmadı. Böylece vatandaşlar, gerek iktidar gerekse muhalefet kanadının yoğun propagandasına maruz kaldılar. Bu propaganda sonucu, toplumda ortak hakikat duygusu kayboldu. Üstelik ana akımdan muhalefet medyasına sığınan gazetecilere aktivist ve kanaat önderi rolü oynamaktan başka çare kalmadı. Bunu halihazırda yapan iktidar medyasının yanına muhalefet medyası da eklenince toplum tamamen siyasi tartışmaların içine çekildi ve partizanlaştı.
Yerel seçimler bu kutuplaşma dengesinin AKP aleyhine bozulduğu bir an oldu. Çünkü AKP, kendi seçmenini yeteri kadar seferber edemedi. Uzun süredir Erdoğan’a oy veren seçmenler, AKP veya MHP adaylarını desteklemek için ya sandığa gitmediler ya da CHP ve YRP adaylarına oy verdiler. Öte yandan CHP’nin ise neredeyse bütün muhalefet seçmenini kendi logosu etrafında toplamayı başardığı bir seçim oldu.
Zaten bir süredir, Erdoğan’ın şahsi oyu ile AKP’nin parti oyu arasındaki makas açılıyordu. Bu durum, başkanlık sisteminin getirdiği bir problem olarak 2018 ve 2023 seçimlerinde net şekilde görüldü. Seçmenler Erdoğan’ın başkanlığını sorgulamazken Erdoğan’a destek veren AKP dışındaki partilere oy vererek AKP’ye olan itirazlarını ifade ediyordu. Zira başkanlık sistemi ile birlikte, siyasi bir parti olarak AKP hem etkisini yitirdi hem de hiçbir AKP’li siyasetçi gündem ile ilgili görüş belirtmemeye başladı. Erdoğan’ın danışmanları, başkanlık sarayına yakın gazeteciler hatta Twitter trolleri bile AKP’li milletvekillerinden siyasi olarak daha etkili oldular.
Herhangi bir sosyal veya siyasal gelişme üzerine görüş bildiren ve öne çıkan bir AKP’li siyasetçi artık yok. Erdoğan tarafından atanmış danışman ve bürokratların, AKP’li siyasetçilerden çok daha etkili olduğu bir dönem yaşıyoruz. Bu durum AKP’yi günden güne zayıflatıyor ve MHP, Yeniden Refah Partisi gibi partiler, Erdoğan’a verdikleri destek karşılığında daha önce AKP’ye oy veren seçmenlerin oyunu alabiliyor. Yani, seçmenin siyaset yapma ihtiyacını AKP karşılayamıyor. Bunun yerine MHP ve YRP gibi partiler, devlet başkanını değiştirmek gibi radikal bir hamleye gerek duymadan, sağ-muhafazakar seçmenin tepkisini temsil etmeye talip oluyorlar.
AKP’nin seçimlerde başarılı olabilmesi için yerel seçimlerin de kuvvetli bir kutuplaşma atmosferi altında geçmesi ve seçmenlerin adaylar yerine başka kavramları oylaması gerekiyordu. Bunun için de bizzat Erdoğan’ın sahaya inmesi ve ateşli konuşmalar yapması icap ediyordu. Muhalefetin kriminalleştirilmesi ve AKP yandaşlığının iktisadi bir fayda ile ödüllendirilmesi şarttı.
Ne var ki Mayıs seçimleri sonrası kurulan kabine ve ekonomi ve dış politika alanında izlenen rasyonel politikalar ile alışılmış kutuplaşma siyasetinin aynı anda var olması imkansız. Zira, daha önceki seçimlerde muhalefeti hain, terörist, beka tehdidi olarak tanımlayan ve seçimleri Batılı Haçlı devletlerine karşı kutsal bir mücadele olarak sunan dil bu seçimlerde kullanılamadı. Türkiye son derece ciddi bir ekonomik kriz yaşıyor ve bu durum AKP’nin hem iç siyasette hem de dış siyasette uyumlu bir aktör olarak hareket etmesini zorunlu kılıyor. Bu yüzden, komplocu, Batı karşıtı ve bölgesel istikrarı tehdit eden militarist söylemleri AKP kullanamadı ve istediği oranda bir kutuplaşma atmosferi yaratamadı.
Diğer yandan, muhalefet seçmeninin hatıraları hâlâ canlı ve Erdoğan’ın “mutlak kötü” olduğu gerçeği değişmedi. Muhalefet medyası sürekli olarak Erdoğan karşıtı propaganda yayınlarına devam ediyor ve bu yayınlar izleyenleri travmatize eden, siyasi gündem ile boğan ve sürekli teyakkuz halinde tutan bir niteliğe sahip. Üstelik, özellikle büyükşehirlerdeki CHP adayları geçmiş seçimlerle kıyaslandığında yüksek kampanya bütçeleri kullandılar. Bu duruma yaşanan ekonomik zorlukların seçmende yarattığı memnuniyetsizlik de eklenince CHP, hem kendi seçmenini hem de DEM ve İYİ Parti seçmenlerini Erdoğan karşıtı bir çizgide bir araya getirmeyi başardı.
Aslında Erdoğan, sıkı bir ekonomi programı uygularken yerel seçimleri kazanmanın zorluğunun farkındaydı. Bu yüzden kutuplaşmanın azalmasının, muhalefet partilerinin seçimlere bağımsız girmesini sağladığını düşünmüş olabilir. Muhalefetin bölünmüşlüğünü, oyları azalsa bile seçimleri kazanmak için bir fırsat olarak görmüş olabilir. Ne var ki ne Erdoğan’ın şimdiye kadar görmeye alışkın olmadığımız pasif kampanyası ne de muhalefetin bölünmüşlüğü kutuplaşmayı yok etmedi.
14 Mayıs ile 31 Mart seçimleri arasında aslında yapısal bir fark yok. Yani, aktörler benzer bir kutuplaşma atmosferinde seçimlere girdiler. Ancak konjonktür aktörlerin pozisyonlarını değiştirdi. Burada ilk bahsetmemiz gereken olgu Erdoğan’ın rasyonel ekonomi politikalarına geri dönmesi ve Şimşek programının yarattığı maliyetler. Mayıs seçimlerinden sonra gerek ekonomi, gerek dış politika gerekse de iç güvenlik alanlarında görev değişiklikleri oldu. Popülist ve otoriter politikalar terk edildi. Süleyman Soylu, Mevlüt Çavuşoğlu ve Nurettin Nebati gibi isimler sistemden çıkartıldı. Böylece Erdoğan, geçmiş dönemde uygulanan politikaların yanlışlığını kabul etti.
Ancak ekonomik istikrarı sağlarken oluşan maliyetler ağırlıklı olarak emeklilere ve dar gelirli insanların omzuna yüklendi. Türkiye’de yaklaşık 16 milyon emekli ve 6,6 milyon asgari ücretli çalışan var. Hem düşük gelir, hem de artan enflasyon hükumete yönelik tepkiyi arttırdı. Sonuç olarak, Erdoğan’ın 2023 Mayıs seçimlerini kazanmak için attığı popülist adımlar 31 Mart seçimlerini kaybetmesine sebep oldu.
Bununla birlikte, 7 Ekim’deki Hamas saldırılarının ardından İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü operasyon İslami kesimde büyük bir infiale sebep oldu. Bu infial, yeni kurulan Erdoğan kabinesinden memnun olmayan isimler tarafından da körüklendi. Örneğin, tarihi olarak Filistin meselesine mesafeli duran MHP’nin genel başkanı Devlet Bahçeli, hamasi ve duygusal söylemlerde bulundu, hatta askeri müdahale çağrısı yaptı.
Doğrusu Erdoğan, Gazze meselesinde kendisinden beklenenden daha yumuşak bir tepki gösterdi. İki ülke arasındaki ticaret 9 Nisan tarihine kadar devam etti. Erdoğan, gerek Mısır gerekse Körfez ülkeleri ile zorlukla tamir ettiği ilişkileri ve ABD ile yakınlaşma sürecini riske atacak hareketlerden kaçındı ve temkinli davrandı. Arap Baharı günlerine şahit olanlar hatırlayacaktır; Türkiye o günlerde İslam coğrafyasında yaşanan her hangi bir insani dramın taziye evi durumundaydı. Ve aklı selim çağrısı yapan muhalefet, Mısır’daki Sisi darbesinden ve Esad’ın operasyonlarından sorumlu tutulmuştu. Yani, Erdoğan’ın bu tip krizleri iç politikada seferberlik yaratmak için kullanması şaşırtıcı olmazdı. Ancak bu kez daha dikkatli olmak zorundaydı. Bu ılımlı ve ikircikli politika ise daha aşırı grupları bünyesinde toplamayı başaran Yeniden Refah Partisi’ne ahlaki ve popülist bir alanda siyaset yapma imkanı tanıdı. Böylece AKP kendisinden daha sağda olan grupların baskısı altında kaldı.
Son olarak aktörlere odaklanmak gerekiyor. Mayıs seçimleri sonrası muhalefetteki en olumlu değişim Kemal Kılıçdaroğlu’nun Kasım ayındaki CHP kongresinde mağlup olması ve Özgür Özel’in yeni genel başkan seçilmesi oldu. Böylece, siyasetten uzaklaşmış ve duyarsızlaşmış muhalefet seçmeni yeniden motive oldu. Birçok muhalifin Mayıs mağlubiyetinden sorumlu tuttuğu Kemal Kılıçdaroğlu ve arkadaşlarının yerine daha genç bir kadro CHP yönetimine geldi. Bu yeni kadronun en önemli özelliği, Kılıçdaroğlu’nun benimsediği ve protokollere dayanan ittifak stratejisini değiştirmek oldu. Kılıçdaroğlu, farklı ideolojik gruplar ve siyasi partilerle güç bölüşümünü esas alarak ilerlemeyi seçmişti. Ortaya çıkan birlikteliği ise ahlaki ve demokratik bir dönüşüm projesi olarak sunuyordu.
Yeni CHP yönetimi ise diğer muhalefet partilerinin elitleriyle toplum önünde müzakere etmek yerine farklı siyasi arka plana sahip isimleri parti logosu altında adaylaştırma yoluna gitti. Üstelik seçimleri kazanmayı ise büyük bir ahlaki dava olmaktan çıkartıp Erdoğan’ı sınırlandırma ve ikaz etme retoriği çerçevesinde ele aldı. Bu tip uzlaşıların gerçekleşmesi ise sanıldığından daha zordur. Bu seçime kadar birkaç parti elitinin kapalı kapılar ardında el sıkışması bekleniyordu. Ancak bu seçimler öncesi CHP, neredeyse bütün seçim bölgeleri için ön anketler ve saha araştırmaları yaptırdı. Aday belirleme sürecinde bu veriler baz alındı. Bununla birlikte, kampanya sürecinde de araştırmalar yapılmaya devam etti ve sorunlu alanlara müdahale edildi. Yani, CHP’nin başarısını tesadüf olmaktan çıkartan bir kurumsal refleksten söz etmek mümkündür.
Öte yandan İYİ Parti, Mayıs seçimlerinin ardından büyük bir kurumsal krize sürüklendi ve partinin üst kademesi toplum önünde birbirini yolsuzluk yapmakla suçladı. İYİ Parti listelerinden meclise giren 5 milletvekili istifa etti ve ardından parti teşkilatlarında yoğun bir istifa dalgası yaşandı. Parti lideri Akşener bu süreci, partisinin seçimlere ittifaksız gireceğini söyleyerek ve yoğun bir CHP karşıtı söylem ile aşmaya çalıştı. Ancak İYİ Parti, kurumsal bir siyasi yapıdan ziyade Akşener’in ruh haline göre strateji belirleyen bir yapı olarak algılandı.
Akşener, sürekli bir mağdur psikolojisi içinde sorunların kaynağını dışarıda gören ve CHP ile hiçbir temele oturtamadığı bir karşıtlığın öfkesiyle hareket eden bir profil sergiledi. Özellikle CHP medyasının da etkisiyle Akşener, büyükşehir seçmeninin gözünde AKP’den daha çok CHP’ye kaybettirmek isteyen bir aktör olarak algılandı. Bu durum gösterilen adayların zayıflığı ile birleşince İYİ Parti bütünlüğünü kaybetmiş, siyasi amacı belli olmayan bir parti olarak görüldü ve İYİ Partinin 3 milyon 100 bin seçmen kaybetmesiyle sonuçlandı.
Seçimden sonra DEM ismini alan HDP-YSP çizgisi ise kendi içinde karmaşık bir süreç yaşamaya devam etti. Selahattin Demirtaş liderlik tekelini yitirdi. Leyla Zana ve Ahmet Türk gibi isimler öne çıktı ve AKP ile olası bir yakınlaşma sürecinin başlayacağını ima ettiler. Bu argüman, Kürtlerin muhalefet ile yakınlaştıkça kaybettiğini vurguluyor ve muhalefetten ayrışmanın, yani Erdoğan’a dolaylı yoldan kazandırmanın, beraberinde Kürtler için bazı kazanımlar getireceğini iddia ediyordu.
DEM bu noktada muğlak bir strateji izledi. Birçok seçim bölgesinde kendi adaylarını çıkardı ancak coşkulu bir seçim kampanyası yürütmedi. Üstelik Selahattin Demirtaş İstanbul seçimleri için ne partisinin adayını ne de İmamoğlu’nu destekleyen bir yorumda bulundu. Böylece DEM potansiyelinin altında oy alırken büyükşehirlerde yaşayan birçok DEM seçmeni CHP adaylarına yöneldi. Bunun ana sebebi partinin sergilediği lidersiz ve istikrarsız tutumdan başka bir şey değildi.
Seçim sonuçları CHP’nin muhalefetteki gücünü arttırdığını gösterdi. Yani CHP zaferini yalnızca AKP’ye karşı değil, bizzat muhalefetteki diğer partilere karşı kazandı. Bunun sebebi, aşikar bir biçimde, Mayıs seçimlerinden sonra değişim yapma refleksini işletebilmiş olması ve seçimleri kazanmak için hem esnek hem de ciddi bir tarz ortaya koyabilmesiydi. Ne İYİ Parti ne de DEM bu bütünlüğü ve kurumsallığı sergileyebildi. Dolayısıyla, 14 Mayıs seçimleri ile 31 Mart seçimlerini kıyaslarken yapılan ideolojik ve sosyolojik okumalar aslında kutuplaşma dengesinin bozulması, CHP’nin kurumsal kapasitesi ve belirli kesimleri oldukça zorlayan ekonomik kriz gibi olguları ihmal ediyor.
Seçimler Bitti mi?
Seçimlerin nasıl sonuçlandığı aslında henüz net değil. 31 Mart seçimleri Erdoğan’ın bu sonuçlara vereceği tepki ile anlam kazanacak. İlk ihtimal Erdoğan’ın mevcut ekonomi politikasına ve dış politika yaklaşımına devam etmesi. Ne var ki bu durum kendi iktidarını tehdit eden bir hal almıştır.
Kutuplaştırma ve popülizm gibi enstrümanlardan yoksun kalan, dolayısıyla yeteri kadar otoriterleşemeyen Erdoğan, başkanlık sistemi ile kurduğu oyunun kaybedeni olabilir. Erdoğan’ın bunu aşmak için kullandığı muhalefeti bölme stratejisi ise 31 Mart seçimlerinde işlemedi. Dolayısıyla Erdoğan, başkanlık sistemini terk edebilir ve parlamentonun ağırlık kazanacağı yeni bir sistem arayışına girebilir. Böylece çift kutuplu siyasetin yerini çok kutuplu sistem alabilir ve kutuplaşma etkisiyle eriyen, özellikle muhalefetteki DEM ve İYİP gibi partiler yeniden güçlenebilir.
Bunun yanı sıra, Erdoğan’ın oyu ile AKP’nin oyu arasındaki makas daralabilir ve AKP’den kaçıp MHP ve YRP gibi partilere giden seçmen yeniden AKP’ye geri dönebilir. Parlamenter sistem, AKP’yi yeniden siyaset üreten ve devletten ziyade toplumu temsil eden bir yapı olmaya zorlayacaktır. Ticari medya yeniden kurulabilir ve medyadaki kutuplaşma da aşama aşama azalabilir.
Bu ihtimal çok köklü bir değişim anlamına geliyor. AKP’nin 2015 senesinden bu yana kurduğu koalisyonu bozması ve gerek siyasi alanda gerekse bürokraside bazı çatışmalar yaşaması muhtemel. Bu maliyetleri aşabilmesi için yeni müttefikler bulması gerekecek. Yeni anayasa hazırlığı içinde olan AKP’nin parlamenter sistem önerisi ile gelmesi durumunda İYİ Parti, Deva, Gelecek, Saadet hatta DEM Parti’den destek alacağı, CHP’nin de bu öneriyi desteklemek zorunda kalacağı düşünülmektedir. Böylece, MHP sistem dışına itilen parti olacaktır. Ne var ki son yıllarda yargı, kamu yönetimi ve emniyet bürokrasisinde artan MHP ağırlığı düşünüldüğünde bu sorunsuz bir geçiş olmayacaktır.
İkinci ihtimalde Erdoğan mevcut politikanın kendisine seçim kaybettirdiğini düşünebilir ve yeniden otoriter, keyfi ve popülist söyleme dönebilir. Böylece mobilize edemediği Cumhur İttifakı seçmenini yeniden kendi etrafında kenetleyebilir. Mehmet Şimşek yönetimindeki ekonomi yönetimini görevden alabilir ve yeniden düşük faiz politikasına geri dönebilir. Böylece yerel seçimlerde kaybettiği oyları hızlı bir şekilde toplayabilir.
Ne var ki mevcut ekonomik koşullar düşünüldüğünde bu politika oldukça maliyetli bir tercih olacaktır. Ekonomide toparlanma sinyallerinin geldiği bir dönemde ani bir kararla mevcut politikadan sapmak ve dış politikada benimsenen rasyonel duruşu terk etmek popülist politikalar ile dahi toparlanamayacak kadar büyük bir ekonomik çöküntü yaratabilir. Dolayısıyla, önümüzdeki dört sene boyunca seçimlerin olmaması Erdoğan’a zaman kazandırmaktadır.
Son ihtimal ise Erdoğan’ın mevcut rasyonel politikalara yıl sonuna kadar zaman tanıması ve enflasyonun düşmesini beklemesidir. Eğer bu politika başarılı olur ekonomi yeniden istikrarlı hale gelirse bu patikadan devam edebilir. Başkanlık sistemini değiştirmek için acele etmez ve iyileşen ekonomik duruma toplumun ne tepki verdiğine bakarak hareket eder. Eğer beklenen başarı gelmezse, popülist ve otoriter bir politikaya dönebilir. Bu tarihe kadar geçen süreyi ise anayasa tartışmaları ile gündemi meşgul ederek doldurabilir. Bu seçeneğin benimsenmesinin daha muhtemel olduğunu söyleyebiliriz. Zira Erdoğan mevcut ekonomik koşullar ile bir hamle yapmak istemeyebilir. Gerek siyasi gerekse ekonomik bir krizi tetiklemekten kaçınır ve sene sonuna kadar beklemeyi tercih edebilir.