[voiserPlayer]
Tarihsicilik (ya da başka kullanımlarında tarihselcilik), entelektüel, yarı-entelektüel ya da amatör gözlemciler tarafından her süreç, olgu ve duruma bir tarihsel dayanak, ilişki mecburiyet ve doğallık atfetme eğilimidir. Özellikle modern tarih biliminin beşiği 19. yy. Almanya’sı tarihe bu tür yoğun bir derinlik atfetmiş ve bu düşünce farklı meşreplerce yeniden üretilegelmiştir. Tarihsici düşünüşe göre, bu kavramın içeriği farklı kullanımlarda farklılaşmakla beraber, tarih aşılamaz, değiştirilemez ve kaydırılamaz. Bugün de tarihe gömülüdür ve ancak tarihsel olarak izah edilebilir. Bu perspektifin kendini dayandırdığı ve tahkim ettiği ideolojik ve kültürel ön kabuller birçok tarihçi ve düşünür tarafından ortaya konmuştur.
Benzer bir kaçınılmazlık burada sosyolojisizm diyebileceğimiz yaklaşımda da söz konusudur. Bu kavrayışa göre sosyoloji aşılamaz ve kaçınılamaz bir mukadderattır. İster akademik, ister gazetecilik perspektiflerinden, ister amatör heveslilerin zaviyesinden; gözlemcilerin yapması gereken ise bu sosyolojik sabiti ikrar etmekten, hatta takdis etmekten ibarettir. Sosyoloji bir iradeye sahip olan organik bir özdür.
Tabii bu genelgeçer gözlemlerde “sosyoloji” tabirinden kastedilen aslında “toplum”dur. Sosyoloji tabiri bu saptamalara bir bilimsellik ve mutlaklık yüklemek için koşulmaktadır. Elbette tıpkı tarihsicilik gibi sosyolojisizm de, onunla da kısmen örtüşen, belli ideolojik ön kabullere dayanan ve bu ön kabulleri besleyen bir retoriktir. Toplumun kalıcı ve değişmez olduğu, yekpare bir özü temsil ettiği, siyasal, kültürel, ekonomik süreçleri belirleyen yegâne dinamik olduğu ön kabullerine dayanır ve onları tahkim ederek destekler. Bir organik öz olarak (çoğu zaman da tarihe gömülü) toplum “millet” namıyla mistifiye edilir, kutsanır.
Bu sosyolojisizm için siyaset de sosyolojinin bir yansımasından ibarettir. “Siyaset” kendi başına bir etken olmaktan çok toplumsalın, yani “sosyoloji”nin mekanik bir uzantısıdır. “Siyaset” bu “sosyolojik” sabitin rakamsallaşmış, örgütlenmiş halinden ibarettir. Bu bakımdan bu kavrayış “siyasal”ı yok eder, iptal eder. “Sosyolojizm” nazarında çok zengin siyaset bilimi literatürü yok hükmündedir. Öyle ki “siyaset bilimi” en fazla sosyolojinin bir alt koludur. “Siyasal” bu sosyolojisizmde ayrık bir alan olarak ele alınmamaktadır. Siyaset dört ya da beş yılda yapılan seçimlerden/plebisitlerden ibaret kabul edilir. Buna göre seçimlerde partilerin aldıkları oy oranları partilerin dayandıkları “sosyoloji”lerin bire bir yansımalarından ibarettir. “Sosyolojik” zeminden “siyasal” zemine geçişte hiç bir sürtünme, farklılaşma vs. olmamaktadır. “Siyasal” ise ekonomisiyle, örgütlenmesi ve inşa edilmesiyle, kurumlarıyla, işleyiş mekaniğiyle, aktörleri ve iletişim alanlarıyla, oy verme davranışları örüntüleriyle kendi başına bir alan kabul edilmez.
Aynı şekilde sosyolojisizm “antropolojik” olanı da yadsır. Antropoloji özellikle 1970’lerden itibaren Batı akademisinde tecrübe edilen “kültürel dönemeç”in ardından sosyal bilimlerde yeni ve ufuk açıcı bir alan olarak ortaya çıktı. Bu yeni ilgi siyasalın ve toplumsalın kayda değer ölçüde insan zihninin haritalandırmalarından, anlam dünyasından neşet ettiğine dair yeni görüye dayanır. Örneğin yeni kuşak milliyetçilik çalışmaları millet mefhumunu ve insanların belli etnik ve kimliksel aidiyetlere sarılmalarını onların belli manevi ihtiyaç ve arayışlarına karşılık gelmesiyle anlamaya çalıştı. Bir büyük cemaat olarak bir millete, o büyük cemaatinin hamisi ve dayanağı olan devlete sadakat yine bu tür bir manevi kozmopolojiyle irtibatlandırıldı. Oysaki sosyolojisizm için ana özne bireyler ve zihinleri değil tekil ve iradi bir özne olarak hareket eden toplumdur.
Türkiye’de bu sosyolojisizmi iki ayrı ve zıt siyasal meşrepte görmekteyiz. İlki ve daha aleni olanı mevcut siyasi iktidarın tek başına yönetmeye yazgılı olduğunu neden kaçınılmaz ve doğal olduğunu ispatlayan ve bu kadar basit bir sosyolojik hakikati kafasız muhaliflerin kafasızlığını ortaya koyan argümantasyondur. Şerif Mardin’in merkez-çevre ve İdris Küçükömer’in sağ-sol karmaşası savları bilimsellik halesini daha da güçlendirerek destek koşulur. Sakallı Celal’in ”Doğu’ya giden geminin güvertesinde Batı’ya koşmak” gibi aforizmalar da vurguyu daha poetik olarak verir. Siyasal ve iktisadi olana yer olmadığı gibi bu çabalar sosyolojist mugalata içinde boğulur.
Sosyolojisizmin ikinci meşrebi ise aynı sonuca farklı siyasi mülahazalar, tecrübeler ve kaygılardan varmaktadır. Özellikle bir ritüel olarak bir cenahtaki seçim hezimetlerinin ardından hasıl olan yılgınlık ve umutsuzluk hissiyatında bu halin bir “sosyolojik realite” olduğu, AK Parti iktidarın bir sosyolojik realitenin siyasal ifadesinden ibaret olduğu genelgeçer tespitleri havada uçuşur. Mevcut iktidarın bir siyasi galebeden çok sosyolojik olarak gömülü bir sosyal gücün siyasal ifadesi olduğu ikrar edilir. Buna göre cumhuriyetle beraber jakoben zor gücüne dayalı geçici ve suni bir ara-dönem yaşamış fakat kaybettiği alanı geri alan deniz gibi sosyoloji de alanı geri almıştır. Kendilerini boğulmuş hisseden bir ruh hali bu sosyolojisizme yüklenir. Aynı şekilde “siyasal” ve “antropolojik” olana dair bir farkındalığı olmadığından bu sosyolojizm bir saf hakikat olarak ortaya çıkar.
Bu iki söylem birbirlerini de beslemektedir. Beyaz Türkler söylemi ise bu sosyolojisizmin en berraklaştığı zemindir. Beyaz Türkler söylemi iki taraf tarafından da iştihayla beslenmektedir. Buna göre “beyaz Türkler” kendi dar metropol gettolarında bir azınlık ve anomalidir. Zira hormonlu Beyaz Türklere karşı tiresiz/sıfatsız Türkler (non-hyphenated Turks) ülkenin doğal sahibidir ve bu iki yaşam formu arasında ara-formlar, geçişkenlikler yoktur. Biri organikken diğeri sera ürünüdür, yapaydır. Biri sosyolojiyken diğeri değildir. Tüm çekilen kamu bankası reklam filmlerinin ana aktörleri olan köy nüfusunun % 10’un çok altına düştüğü, Rize il nüfusunun 350 bini bulmadığı, Erzurum, Sivas gibi illerin nüfuslarının da benzer seyrettiği ve üstelik ya azaldığı ya da (Batı metropollerine verilen göçler dolayısıyla) Türkiye nüfus artış oranının epey altında seyrettiği gibi faktörler es geçilir. Aynı şekilde, Türkiye toplumunun hemen hemen yarısının Batı ve Akdeniz metropollerinde yaşadığı gibi detaylar gözden kaçırılarak Orta Anadolu köyüne, bir pozitif ya da negatif çıpa olarak, Türkiye sosyolojisinin merkezi muamelesi çekilmeye devam edilmektedir. Metropoller ise Anadolu denizinde, “derin Anadolu”nun girdabında adacıklardır. Demografik bir orantısızlıkla, derin Anadolu’nun bugün metropollerden ibaret olduğu gözden kaçırılarak.
Yukarıda da bahsedildiği gibi “sosyolojisizm” tüm çok veçheli ve çetrefilli süreçleri, boyutları, zamansal ve uzamsal mobiliteleri yok sayarak toplumsalı çok kaba ve tekdüze bir bütünlük olarak kavrarken “siyaset”i de anlamsızlaştırır. “Sosyolojik” olan ile “siyasal” olanın ilişkisinin ikincisinin ilkine bağımlı ve hiyerarşik altı olduğu ön kabulü aynı zamanda güncel siyaset bilimi ve siyaset sosyolojisinin birikimini de yadsır. Oysaki “siyasal” “sosyolojik” tarafından kurulduğu ve belirlendiği kadar “siyasal” da (ve “iktisat” da) “sosyolojik” olanı kurabilme, ona etki etme, onu kısıtları içinde dönüştürme gücüne sahiptir.
Elbette bu sosyolojist tavrın kendisi de hem “antropolojik”, hem de “siyasal”dır. Siyasal mülahazalara koşulmak amaçlı savlanmaktadır. Twitter bilgeliği de “Anadolu köylülüğün iflah olmazlığından”, “yobazlığından”, ahlaksızlığından, “köylü kurnazlığından”, bir Twitter mefhumu olarak “çomarlığından” tüm Türkiye toplumunu kuşatan ve kapsayan bir sosyolojik ve tekil hakikat üretmektedir. Burada ahlaki ve kültürel üstünlükçü bir söylemle kendini ve cenahını bu sosyolojiden ayrıştırmak ve onu değişime ve etkileşime kapalı pasif bir özneye dönüştürmek de işlevlidir. Atfedilen ve karikatürize edilen bu özle, söz konusu ahlaki ve entelektüel geriliğe/ilkelliğe karşı ahlaki üstünlükle donatılmaktadır. Sosyoloji kaderdir. Toplum bir sabit özdür. Sosyolojisizm işte bu sayede ülkede olan biteni okumak yerine belli değer yargı ve kalıplara imanı tazelemeyi sağlar. Değişimi, dönüşümü, çoğulluğu ve olumsallıkları kavramayı reddeder. Aynı şekilde bu sosyolojisizm kaçınılmazlık üzerinden kabullenilmiş çaresizliği, ataleti besler. Bir tür yarı-entelektüelin entelektüellik alet takımı olarak işe yarar ve gerçeği sadece açıklamamakla kalmaz, onu saklar, çarpıtır. Bu ideolojik kaygılarla üretilmiş sadece basitleştirme ve karikatürleştirme değil aynı zamanda çarpıtmayla mücadele ise bir entelektüel ve ahlaki bir ödev olmalıdır.