[voiserPlayer]
Türkiye, kuruluş sürecinde çözüme kavuşmamış problemlerinin sancılarını çekmeye devam ediyor. Haftalardır, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyine, silahlı Kürt unsurları sınırından uzaklaştırmak için gerçekleştirdiği Barış Pınarı Harekâtı’nı ve bu harekâtın nasıl Türkiye – ABD ilişkilerini (yine) gerdiğini konuştuk. Nitekim bugünlerde ABD Temsilciler Meclisi’nde, Türkiye’yi operasyon nedeniyle cezalandırabilmek için, 1915 Ermeni “Tehciri”ni “Soykırım” olarak kabul eden yasa tasarısını kabul etti.
Tüm bu süreç içerisinde, geçtiğimiz 29 Ekim’de, öncesinde görülmedik bir coşkuyla Cumhuriyet Bayramı’nı kutladık. Kutlamalar biraz da Cumhuriyet’i daha fazla sahiplenen seküler kesimin, geçtiğimiz yerel seçimlerdeki zaferini görünür kılma rolü oynadı. Ancak tüm bu süreç içerisinde, yine, bir şey görmezden gelindi: O da Kürtlerle ve Ermenilerle bugün yaşadığımız problemlerin Cumhuriyet’e kadar giden kökleriydi. Bu yazıda bu meseleyi irdeleyeceğim.
Balkanlarda Ulus-Devlet Kurma Süreci
Fransız Devrimi’nden itibaren hemen bütün ulus-devletlerin kuruluş sürecinde olduğu gibi Osmanlı coğrafyasında 19. yüzyıl boyunca süren ulus-devlet kurma süreci de oldukça kanlı oldu. Belirli bir homojenliğe sahip her etno-kültürel yapı çoğunluk olduğu coğrafyada maksimum toprak genişliğine sahip olacak şekilde devletini kurmak istiyordu. Bu durum Osmanlı coğrafyasında ilk uluslaşan Balkan devletlerinin bir yandan Osmanlı’yla bir yandan da kendi aralarında mücadele etmesini beraberinde getirdi.
Ulus devletler kurulurken süreç, ulus devletin kurulduğu bölgede yaşayan halkın bir referandumla vatandaşı olmak istediği devleti seçmesi şeklinde demokratik bir şekilde ilerlemiyordu. Daha çok kimin ordusu güçlüyse ve uluslararası siyasette kim güçlü devletleri kendi safına çekebilirse, yeni kurulan devletler de ona göre genişliyor veya daralıyordu. Bu bağlamda devletlerin her zaman kendi etno-kültüründen insanların çoğunluk olduğu yerlerde hâkimiyet kurmaları gibi durum söz konusu değildi. Bu da sürekli bitmeyen mücadeleleri getiriyordu.
Balkan devletleri etno-kültürel açıdan heterojen yapıdaki bir bölgeyi ele geçirdiğinde o bölgedeki diğer etnisitelere ciddi baskılar uygulayıp bölgeyi homojenleştirmeye çalışıyordu. Osmanlı’nın yaptığı katliamlar kadar Batı kamuoylarında dikkat çekmese de, bu süreçte yüz binlerce Müslüman ve/ya Türk de bu baskılardan nasibini aldı. Öldürüldü, göç etmeye zorlandı, asimile edildi…
Rumlar
Rumlar 1822’de, Osmanlı’ya karşı ayaklanıp, Mora Yarımadası ve çevresindeki bölgede bağımsız ufak bir devlet kurmayı başarınca, “Megali Idea” politikası çerçevesinde, Osmanlı topraklarında yaşayan tüm Rumların tek çatı altında yaşayacağı bir devlet kurma ve bu bağlamda topraklarını genişletme hedefi gütmeye başladı. Ancak Rumlar kendilerini güçlü hissettiği oranda varlık gösterse bile azınlık olduğu yerleri de kendi topraklarına katmak istedi. Osmanlı ise Rumlar bir bölgede çoğunluk olsun ya da olmasın, Yunan devletinin genişlemesine izin vermemeye çalıştı.
Yüzyıllarca süren İmparatorluk sisteminde, özellikle belirli bölgelerde etnisite ve dinler ciddi anlamda karışmış ve belirli bir etno-kültürel grubun çoğunluk olduğunu iddia etmek zorlaşmıştı. Örneğin Batı Trakya bölgesinde neredeyse eşit oranda Türk, Yunan ve Bulgar yaşıyordu, hatta Türkler biraz daha fazlaydı. Ancak Balkan Savaşları’nda Osmanlı ordusu yenilince bu bölge önce Bulgarların sonra da Yunanlıların eline geçti.
Balkan Savaşları’ndakine benzer bir durum Birinci Dünya Savaşı sonrasında da yaşandı. Yunanistan, Birinci Dünya Savaşı’na 1917 gibi geç bir tarihte girmiş, Osmanlı’yla hiç savaşmamıştı. Ama savaş sonrasında Sevr Anlaşması’yla aslında Rumların genelde azınlık oldukları Batı Anadolu toprakları Yunanistan’a verilmeye çalışıldı. Rumlar bu bölgelerde hak iddia ederken çoğu zaman “buralar bizim ata toprağımız, Türkler sonradan geldiler” argümanına başvurdular. Ancak Türklerin o bölgeye gelmesi o tarihte neredeyse 900 yılı bulduğu için bu argümanlar gülünçtü. Ancak gülünç olsalar bile, daha önce belirttiğimiz gibi, ordusu ve diplomasisi güçlü olan belirli bir toprak parçası üzerinde çoğunluk olmadan da hâkimiyet kurabiliyordu.
Yunanistan’ın Batı Anadolu’yu ilhak etmeye kalkması, Anadolu Müslümanları arasında çok ciddi bir tepkiye yol açtı. Anadolu’da direniş hareketinin örgütlenmesinin ivme kazanması Yunanistan’ın 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgali ile başlaması tesadüf değildir. Neyse ki Kurtuluş Savaşı sayesinde Yunanlılar zaten hak etmedikleri toprakları alamadı. Ancak Batı Trakya’yı haksız yere elinde tutmayı başardı. Sonuçta Lozan Anlaşması ve hemen sonrasında Yunanistan’ın Megali Idea’dan vazgeçtiği anlamına gelen Türk/Müslüman – Rum/Hristiyan nüfus mübadelesi ile birlikte, Türkiye ve Yunanistan arasındaki problemler, sonradan çıkacak Kıbrıs gibi meseleler hariç, büyük oranda çözüme kavuştu.
Ermeniler ve Kürtler
Türkiye ve Yunanistan’ın kuruluşları bazı istisnalar hariç büyük oranda iki tarafı da tatmin ettiğinden, bugün halen bu iki ülke arasında sorunlar olmakla birlikte, dikkat edilirse, bu problemler Ermeniler ve Kürtlerle yaşadığımız problemler kadar ağır bir yük teşkil etmiyor. Ne var ki, Cumhuriyet’e giden süreçte, Ermenilerle ve Kürtlerle, Yunanistan’la yapılana benzer tatmin edici bir mutabakat sağlanamadı.
Balkanlardaki etno-kültürel gruplar gibi 19. yüzyılın ortalarından itibaren Ermeniler de kendi ulus devletlerini kurma yolunda örgütlenme ve Osmanlı’ya karşı mücadele etme yoluna başvurdular. Ancak Rumlar ve diğer Balkan milletleri gibi onlar da çoğunluk olmadıkları bölgelerde hak iddia ettiler. Bu, çoğunluk olmasa bile hak iddia etme, Rumlarda olduğu gibi Ermenilerde de “buralar bizim ata toprağımız” argümanına dayanıyordu. Gerçi belirtmek gerekir ki, Osmanlı da sonuçta bu milletlere, bir bölgede çoğunluk olsalar bile kendi devletlerini kurma hakkı tanımıyordu.
Ermenilerin milliyetçi hedeflerinin bastırılmasında Türkler ve Kürtler birlikte hareket ettiler. O dönemde Türkler ve Kürtler “Müslüman milliyetçiliği” bağlamında zaten dayanışma içerisindeydi[1]. Ermenilerin o bölgede hâkimiyet kurması demek aynı coğrafyada yaşayan Kürtlerin güçsüzleşmesi anlamında geliyordu. Bu dönemde Ermenilerle komşu olan Türkler değil büyük oranda Kürtlerdi. Türkler daha çok Rumlarla komşuydu.
Birinci Dünya Savaşı’nı iktidardaki İttihat ve Terakki yöneticileri “Ermeni Sorunu”ndan kurtulmak için “tarihi” bir fırsat olarak gördü. Büyük güçler kendi dertleri ile meşgulken ve bu yüzden uluslararası sistemde bir boşluk varken “tehcir”, Ermeni sorununa bir tür kesin çözüm olarak düşünüldü. Bu şekilde hem Ermeni milislerin savaşta Ruslarla ortak hareket etmesi engellenecek hem de Anadolu ve çevresindeki Ermeni nüfusu minimize edilerek Ermenilerin bu bölgede bağımsız bir devlet kurma emelleri yok edilecekti. “Tehcir”in hukuksal olarak bir “soykırım” olup olmadığı tartışmasına girmeyeceğim ancak bugün Ermeniler tehcir edilirken Osmanlı Devleti içerisindeki bazı yöneticilerin ve askerlerin “neden bir kısmını da öldürmeyelim ki” zihniyetiyle hareket ettiğini inkar etmek güçtür.
Osmanlı yöneticilerini böyle bir karar almaya iten nedenlerin belki de en büyüğü Balkan Savaşları sonrası alınan yenilginin yarattığı şok etkisiydi. Balkan Savaşları sonrası çok büyük miktarda önemli şehir ve toprak parçası elden çıkmıştı ve bu toprakların bir kısmında, örneğin Batı Trakya’da, Hıristiyanlar değil Müslümanlar çoğunluktu. Büyük güçlerin de oluruyla bu toprakların Balkan ülkelerine verilmesinde bir sakınca görülmemişti. Aynısı neden Ermenilerin yoğun yaşadığı ama çoğunluk da teşkil etmediği topraklarda yapılmasındı? Nitekim öyle de oldu. Birinci Dünya Savaşı’nın galibi büyük devletler, Sevr Antlaşması ile Rumlara ve Ermenilere, çoğunluk oluşturmadıkları ve dolayısıyla hak etmedikleri toprakları vermeye kalktılar.
Bu haksız durum Türkler (ve Kürtler) arasında reaksiyon yarattı. Anadolu’da Mustafa Kemal liderliğinde bir direniş hareketi başlatıldı ve süreç zaferle sonuçlandı. Bolşevik Devrimi sonrasında artık Anadolu’daki sorunla daha fazla uğraşmak istemeyen büyük devletler, Lozan Anlaşması’yla büyük oranda Türk tarafının Misak-ı Milli’deki isteklerini kabul etti. Ancak bu defa da, ibre Türkler lehine biraz fazla dönmüş oldu. Örneğin Ermenilere 1915’te yapılanların araştırılması, suçluların yargılanması sürecinin peşi bırakıldı. Kürtlerin ise bir etno-kültürel azınlık olarak varlıkları yok sayıldı, Sevr’de vaat edilen özerklik rafa kalktı ve bir daha hiç konuşulmadı[2].
1923 yılında Cumhuriyet, işte böyle bir ortamda kuruldu. 1914-1923 arasını kapsayan bu büyük etnik transformasyon süreci, Ermenilerde ve Kürtlerde haksızlığa uğradıkları hissi oluşturdu. Ermeniler, 1915’te yapılan kötülüklerin kabul edilmesini ve hatta bazı toprakların kendilerine verilmesini, Kürtler ise kendilerine zorla uygulanan kültürel asimilasyonun bırakılmasını ve çoğunluk oldukları yerlerde özerk bir devlet kurmayı talep ettiler. Her iki grup da kurdukları çeşitli terör örgütleri yoluyla 20. yüzyıl boyunca amaçlarına ulaşmaya çalıştılar ve halen çalışmaya da devam ediyorlar.
Günümüze Dersler
Temel olarak bugün yaşadığımız problemlerin kökenleri, 20. yüzyılın başından itibaren aşağıdaki haritada yer alan etno-kültürel grupların (Türkler, Rumlar, Ermeniler ve Kürtler) ulus-devletlerini kurarken (ya da Kürtler gibi kuramazken) her birinin tatmin olacağı bir çözüm geliştirilememesi ile ilgilidir. Rumlarla bugün dinmiş gibi gözükse de Ege Denizi’ndeki ve Kıbrıs’taki problemler devam ediyor. Ermenilerle “soykırım” tartışması hala ülke gündemini meşgul ediyor. Kürtler ise kültürel asimilasyona tepki gösteriyor ve çatışmalı ortam devam ediyor.
Eğer Türkiye, bu sorunların kökenine inmezse ve milli bayramları biraz da bu sorunlarla bağdaşık olarak ele almazsa, maalesef bu sorunların çözülmesi de mümkün gözükmüyor. Evet, emperyalistler bu sorunları kendi çıkarları doğrultusunda manipüle ediyorlar. Ama biz bu coğrafyanın halkları olarak, Türkler, Kürtler ve Ermeniler, kendi sorunlarımızı büyük oranda herkesi tatmin edecek şekilde kendimiz çözebiliyor olsak, emperyalistler bunları manipüle edebilirler mi? Çuvaldızı kendimize batırırsak, manipüle edebilme kozunu biraz da onlara biz vermiyor muyuz?
[1] Müslüman milliyetçiliğinin Kürt meselesi bağlamında bir değerlendirmesi için geçtiğimiz haftalarda yazdığım başka bir yazıya bakılabilir: https://new.daktilo1984.com/2019/10/15/kurt-meselesinin-kokenleri-uzerine-tarihsel-bir-arka-plan-musluman-milliyetciliginin-yukselisi-dususu-ve-isyanlar/
[2] Kürtlerin yok sayılmasından ötürü, Cumhuriyet’in ilk yıllarında çıkan Kürt isyanlarının bir değerlendirmesi için gene aynı yazıma bakılabilir.