[voiserPlayer]
Türkiye, devletin toplum hayatında son derece belirleyici olduğu bir ülke. Kendiliğinden örgütlenme kabiliyetinin, rekabet gibi serbest piyasa değerlerinin ve dolayısıyla sivil toplum güçlerinin yeterince gelişmediği ülkemizde, hayatın hemen her alanı gibi iş dünyası da çoğu zaman devlet güdümünde şekilleniyor. Bu durumun ülkemizde doğurduğu sonuçlar, aslında uzun zamandır var olan ama son zamanlarda iyice gözümüze batan bir olguyu gündemimize getirdi: “Yeni muhafazakar zenginler”. Bu olgu ise kaçınılmaz olarak Türkiye’de devlet, iş dünyası ve zenginler arasındaki ilişkilerin dinamiğine tarihsel olarak göz atmayı gerekli kılıyor.
Batılı Toplumlar ve Türkiye
Batılı toplumlarda tüccar sınıfı, 16. yüzyıldan itibaren ticari sömürgeleşme yoluyla büyük servetler kazandı. Sonra bu serveti kullanarak, içinde yaşadıkları toplumların devletleri içerisinde söz sahibi oldu ve sonrasında toplumu, devleti de kullanarak, kendi ihtiyaçları doğrultusunda dizayn etti. 1688 İngiliz, 1789 Fransız devrimleri bu süreçlerin sonucunda gerçekleşti.
Türkiye gibi Batılı olmayan toplumlarda ise tüccar sınıfının toplum içerisinde güçlenip, devletle ve devlet üzerinde söz sahibi olan sınıflarla çatışması gibi bir süreç hiç yaşanmadı. Osmanlı/Türk modernleşmesinde söz sahibi her zaman devletti. 19. yüzyıdan itibaren dışa bağımlı Rum ve Ermeni tüccar sınıfları ortaya çıksa da toplum içerisinde bu sınıfların ya da başka herhangi bir gücün devlete meydan okuması söz konusu değildi. Rum ve Ermeni tüccar sınıfları da zaten Osmanlı’yı modernleştirmekten çok kendi bağımsız ulus devletlerini kurmak peşindeydi.
20. yüzyıl başında İttihatçılar iktidarı ele geçirince Osmanlı’daki geri kalmışlığın en büyük nedenlerinden birini “yerli” ve Müslüman/Türk bir müteşebbis sınıfınının yokluğu olarak gördüler ve bu sınıfın nasıl yaratılacağının çarelerini aramaya başladılar. Diğer bir deyişle, Türkiye’de yerli sermaye sahibi sınıf, “kendiliğinden” değil, ihtiyaç doğrultusunda devlet eliyle yaratıldı. Bu “doğum şekli”, ilerleyen on yıllarda da kapitalist sınıfın devlete bağımlı olmasını beraberinde getirdi.
Devlet eliyle yaratılan Müslüman/Türk kapitalist sınıf, büyük oranda kendi girişimcilik kabiliyetiyle değil, devlet gücü kullanılarak, örneğin gayri-Müslimlerin mallarına el konularak, zenginleşmişti. Sonraki on yıllarda da bu durum devam etti. Türkiye’deki kapitalist sınıf için liberal piyasa ekonomisinin, bir sektörde inovatif olmak, rekabet etmek ve tüketiciyi en çok memnun edecek mal ve hizmeti üreterek piyasada kalıcı hale gelmek gibi ilkeleri çoğu zaman fazla bir önem taşımadı. Devlet tarafından desteklenildiği sürece bunlar ikincildi.
Devlet Güdümünde Kapitalist Sınıf
Cumhuriyet’le beraber sermaye sahibi sınıfın devlet eliyle yaratılması ve desteklenmesi politikasında değişen pek bir şey olmadı. 1940 ve 50’lerde, devletin son hamleleriyle gayri-Müslim azınlıkların son kalan malları da el değiştirdi. Belki Batılı muadillerinin oldukça gerisindeydi ama artık bir “Türk burjuvazisi” de ortaya çıkmıştı.
Türkiye’de yeni kapitalist sınıfın, bazı Marksizm yorumlarında olduğu gibi, devlete her istediğini yaptırması gibi bir durum hiç olmadı ama özellikle işçi sınıfından gelen hareketlere karşı bir şekilde devlet tarafından korunması ve desteklenmesi de söz konusuydu. Onlar da devletle doğrudan bir çatışmaya hiç girmediler. Demokrasinin ciddi anlamda geriletildiği dönemlerde bile büyük oranda sustular.
Türkiye’de devlet, başta sermaye sahibi sınıf olmak üzere toplumsal sınıflardan özerk (ve hatta belki bağımsız) hareket etme kapasitesine hep sahip oldu. İş dünyası – devlet ilişkilerinde daha çok sözü geçen devletti. Hukuk devleti tam olarak kurulup mülkiyet hakları tam garanti altına alın(a)madığı için, iş dünyası kendisini her zaman devletin sultası altında hissetti. İş dünyası, örneğin işçi hareketlerine karşı korunduğu zamanlarda bile bu koruma “hukuksal” veya “kurumsal” değil, çoğu zaman “keyfi” idi. Şimdi koruyan devlet, eğer iş dünyası yanlış davranırsa korumayabilir ya da en azından iş dünyasının iş birliği yapmayan kesimlerini tasfiye edebilirdi.
Sermaye sahibi sınıfın devlete bağımlı olması ve devletin bu ilişkide belirleyen rolünde olması, iktidarı her ele geçiren siyasal hareketin kendi zenginlerini yaratmasını da beraberinde getirdi. Türkiye’de zenginleşme, serbest piyasa ekonomisi içerisinde rekabet edilerek ve ekonomik değer yaratılarak değil, devletle gerekli bağlantılar sağlanılarak elde edilen bir şey olarak görüldü. Bu sadece kapitalist sınıf değil, toplumun hemen tüm kesimleri için böyleydi.
Türkiye’de, özellikle büyük sermaye grupları düzeyinde, devletin girişimciler ve iş insanları için gerekli altyapıyı kurduğu ama kimin başarılı olacağını serbest piyasa koşullarının belirlediği bir sistem neredeyse hiç olmadı. Devlet, oyunun kazananını çoğu zaman kendi belirledi. Bu da uzun vadede ekonomik verimsizliği ve kalkınamamışlığı beraberinde getirdi.
AKP ve Yandaş Kapitalizmi
Devletin ekonomideki bu belirleyici rolü, Cumhuriyet’in ilk on yıllarında ortaya çıkan zenginlere ek olarak, değişen iktidarlarla beraber sürekli yeni zengin iş insanı ve derneklerinin ortaya çıkmasını beraberinde getirdi. Belki eski zenginlerin serveti, gayri-Müslim azınlıklara olduğu gibi, birden ortadan kaybolmuyordu ama devletin desteğini alan yeni zenginler yarışta gittikçe öne geçmeye başlıyordu.
2002’de AKP’nin iktidara gelmesi ile yaşanan da bu oldu. 2002-2007 arasındaki görece dengeli bir ekonomi politikasının ardından, 2007’den ama özellikle de 2011’den itibaren iş dünyasında ciddi bir kayırmacılık baş gösterdi. Kayırmacılık, özellikle AKP elitinin organik bağlarının olduğu inşaat sektöründe yoğunlaştı. Söz konusu organik bağların kökeni, 90’lı yıllardaki belediye yönetimlerine, hatta belki daha da eskilere gidiyordu.
İngilizce’de “crony capitalism” denilen “yandaş kapitalizmi”, Türkiye’de bu iktidarla beraber hiç görülmedik ölçüde kök saldı. İhaleler hep belirli şirket, grup ve ailelere verildi ve bunu yapabilmek için Kamu İhale Kanunu 16 yılda tam 186 kez değiştirildi! Bu şekilde eski zenginlere ek olarak, yeni bir zengin sınıfı türedi.
Ortaya çıkan bu yeni zengin sınıfı, iktidarın muhafazakar niteliğiyle ilişkili olarak, kültürel düzeyde muhafazakar bir nitelik taşımaktaydı. Ancak muhafazakarlık, belki de ilk kez bu oranda zenginlikle birleşiyordu. Dolayısıyla ortaya ne sadece “zengin” ne de sadece “muhafazakar”, daha çok “zengin muhafazakar” denilen yeni bir kültür biçimi çıktı. Ancak bu yeni gibi görünen kültür, aslında Batılı ve Türk seküler zenginlerin kültürünün muhafazakar sosa batırılmış bir kopyasından ibaretti.
“Yeni” kültür, özellikle, önceki dönemlerdeki imtiyazlı konumunu kaybeden, sonrasında ise ciddi anlamda ayrımcılığa uğrayan seküler kesim tarafından ciddi bir tepkiyle karşılandı. Tepkilerin asıl ve haklı nedeni zenginliğin hak edilerek değil devlet eliyle ve kayırmacılıkla elde edilmesiydi. Ancak tepkiler aynı zamanda muhafazakar kesime karşı bir aşağılama refleksi de içeriyordu. Aynı şekilde, zenginliği başkalarının gözüne sokmaya meraklı bir yaşam tarzının muhafazakarlar tarafından bir ahlaki üstünlük göstergesi olarak sunulan İslami yaşam tarzına uymadığı da iddia ediliyordu.
Türkiye’de devlet, ve şu anda onu yöneten AKP iktidarı, ekonomik ilişkilerde kazananı belirlemeye devam ettiği sürece bu değindiğimiz problemler, kültürel görüngüleriyle beraber karşımıza çıkmaya devam edecektir. Olması gereken, devletin kurumsal yapısının güçlendirilmesi, devletin belirli kişi, aile ve gruplara imtiyaz tanımasının önüne geçecek hukuk devletinin oluşturulması ve ekonomik değerin devlet kayırmasıyla değil, ekonomik aktörlerin diğer ekonomik aktörlerle rekabet ederek yaratılmasıdır. Bu süreçte elbette devlet de ülkemizin kalkınması ve daha yüksek yaşam standartlarının yakalanması adına rol oynayabilir ama oynanan bu rol, hukuki ve “impersonal” (şahsi olmayan), belirli kesimlerin kayırılmadığı bir rol olmalıdır.
Fotoğraf: fran hogan