[voiserPlayer]
23 HAZİRAN SEÇİMİ DOSYASI
Dünyada popülizmin ve popülist otoriterliğin yükselişi evrensel bir vak’a. Gerek pekişmiş demokrasilerde (consolidated democracies), gerek de farklı isimlendirmeleriyle zayıf, kırılgan ya da sandık demokrasilerinde bu süreç farklı yansımalarıyla tecrübe ediliyor. İtalya, ABD gibi olgun çok partili demokrasilerde iktidar ya da Avusturya gibi ülkelerde güçlü bir iktidar ortağı olabilmişken, zayıf demokrasilerde popülizmin aynı zamanda bir rejim tipi (regime type) haline gelmeye başladığını da söyleyebiliriz. Bir rejim tipi olarak popülizmin belki de en berraklaştığı ülke Macaristan’dır. Macaristan bir AB üyesi olarak demokratik görünümü ve yapısını korumakta ancak Orban medyayı yeniden tasarlamaktan iş dünyasını kendine bağımlı ve yandaş kılmaya kendi iktidarını bir rejim haline getirmektedir. Yani gelip gitmemek üzere gelen popülist parti ve liderler yeni bir siyasal durum ortaya çıkarmıştır. Filipinler, Hindistan, Polonya gibi ülkeler de kendi ulusal güzergâhlarını sunarken benzer şekilde popülizm bir rejim tipi olarak buralarda da kısmen ya da oldukça geçerli hale gelmektedir. Popülist otoriterlik, klasik otoriterliklerden ya da 1990’lar sonrası yeni yaygın form olan rekabetçi otoriterliklerden (competitive authoritarianism) farklılık göstermektedir. Zira en büyük meşruiyetini sandıktan almaktadır. Ancak bu adeta kutsanan sandık vurgusu demokratik bir imadan çok alternatif bir yönetsel meşruiyeti ve dayanağı ifade etmekte ve sandığa dayanarak demokrasinin ve hukuk devletinin kurumsal dayanak ve yapılarını hedef almaktadır.
Popülizmin tılsımı aslında kendini yenilmez, alt edilemez sunmasından geçmektedir. Öyle ki ne yapılırsa yapılsın popülist retorik ve liderlerin halkla kurdukları o metafizik bağ kurşun işlemezdir. Nitekim de Orban ikinci iktidar deneyiminde dokuzuncu yılını iktidarını pekiştirmiş şekilde geçirirken Venezüella’da Chavizmo süreç içinde geri dönüşü olmayan bir diktatörlüğü inşa etmiştir. Bir rejim tipi olarak popülizm oyların sayımı açısından adil seçimlerde dahi kendini alternatifsiz bırakacak söylem ve mekanizmaları inşa etmekte mahirdir.
ABD’de herhangi bir kitapçıya girildiğinde, Trump’ın iktidara gelmesinin ardından, ardı ardına çıkan Trump, popülizm, otoriterlik ve “ne yapmalı” kitapları bolca yeni çıkanlar raflarında sergilenir. Türkiye’de olmayan bir tür olarak akademik niteliği yüksek (özellikle de Oxbridge tedrisatından geçmiş İngiliz) akademisyenlerin daha genel entelektüel kamuoyunu hedefleyen kitapları yükselen ve adeta baş edilemeyen bir küresel fenomen olarak popülizmi tarihsel ve diğer açılardan inceler ve aynı zamanda popülizme karşı ne yapmalıyı tartışır. Yok saymalıdan cepheden karşı çıkmalıya birbirlerine zıt tavırları bu kitaplarda yazarlar kendi akademik birikimlerine yaslanarak cevaplamaya çalışır. Özellikle sıkıcı konularda sıkıcı “paper”lar yazan karşılaştırmalı siyasetçilere ve faşizm tarihçilerine popülizm girdabıyla gün doğmuştur. Timothy Snyder, Steven Levitsky, Daniel Ziblatt, Roger Eatwell, Cas Mudde, Theda Skocpol çeşitli kitaplarda popülizme ve esas olarak Trump’a karşı kitaplarını yayınladılar. 1930’lardaki faşizmle Batı Avrupa’yı 2010’larda saran popülizm kasveti arasındaki ürkütücü ilinti birçoklarını kara kehanete sevk etti. Filipinler, Ukrayna, Venezüela tartışırken elbette yazarı için de, okuyucusu için de, akıllarında bir heyula olarak Trump (ya da İngiltere’de Brexit) sorunsalı vardır. ABD’de de Trump’ın altedilemezliği korkusu bir taraftan liberal ve demokratları umutsuzluğa gark ettirmişken, bir kısım liberal ve demokrat ise kağıttan kaplan tezine yaslanmayı tercih etmektedir. Ancak Trump’ın altındaki halının nasıl çekileceği sloganlarından ötesinden cevabını bulabilmiş bir soru değildir.
Bu bakımdan Türkiye’de olan biten siyaset bilimciler açısından kıyaslama imkânları sunmaktadır. Erdoğan da Türkiye gibi bir orta sıklet gücü bir ülkede on beş yıllık siyaseti sıfırdan şekillendirebilmiş ve her seçimden ardı ardına zaferlerle çıkarak yenilmezlik halesini inşa etmiş bir popülist lider olarak nasıl ki yukarıda bahsedilen çalışmalarda ilgi görüyorsa, İstanbul yenilgisi de aynı sorunsala dair (bir reçete olarak) ilgi görecektir. Her ne kadar son bir yıldaki ağır ekonomik kriz ve daralma, AK Parti’nin daha önce savuşturabildiği yıpranmışlığının krizle beraber maliyetinin daha görünür hale gelmesi gibi objektif ve dışsal sebepler bu yenilginin ana amilleri olsa da CHP’nin özellikle Ankara ve İstanbul’u kazanması ciddi bir başarı olmasının ötesinde özellikle İstanbul’u nasıl kazandığı konusu uluslararası radara da kısmen de olsa girdi.
Başarılı bulunan bir ilçe belediye başkanı olarak Ekrem İmamoğlu’nu öne sürerek CHP genel merkezi resimden çıkmayı tercih etti. Kılıçdaroğlu’nun iki üç yıldır aklındaki isim olan İmamoğlu’nun gençliğinden öte iletişim kabiliyetinin yüksekliği belli ki bu tercihin esas nedenini oluşturmuş. Bu şekilde CHP’nin muhafazakâr seçmen nazarındaki negatif çağrışımlarından kaçınarak yeni bir siyaset ekseni kurmak amaçlandı. Bu durum 31 Mart seçimlerinden sonra ise daha da belirginleşti. İmamoğlu bu süreçte kendine platform olarak “İstanbul İttifakı” söylemini benimsedi. Aynı durum zaten Ankara için de geçerliydi. Mansur Yavaş’ın Beypazarılı yani gerçek bir Ank(g)aralı olması, sokakta “bizden biri” addedilmesi ve düz siyasal polemiklerinin dışında Ankaralılığıyla konumlanmasına karşın AK Parti’nin adayı Mehmet Özhaseki’nin bir nevi paraşütle bir teknokrat olarak adaylığa atanmış olması, Yavaş’ı adeta Ankara’nın doğal, organik adayı olarak ideolojilerüzeri olarak ortaya çıkardı. Yani Yavaş’ın 2014’teki tılsımı aynı anda hem bir CHP’linin, hem de MHP’linin oy vereceği aday olmasıyken, 2019’da CHP’li ya da MHP/İYİP’li olmasının ötesinde bir Ankaralının gönül rahatlığıyla kendinden biri olarak oy verebileceği adaya dönüşüvermişti. Bu şekilde de Yavaş rahat bir şekilde Özhaseki’nin % 4 önünde % 51 oy desteğiyle seçimi kazandı.
İmamoğlu da Ocak ayında İBB için adaylığının açıklanmasının ardından benzer bir stratejiyle çalıştı. Ankara’da tanınırlığı yüksek Yavaş’ın adaylığı zaten uzun süredir beklendiğinden, CHP Ankara’da Yavaş’ın şahsından dolayı en kötü seçime ortakken, İstanbul’da, 2017 referandumundaki Hayır oyuna rağmen CHP’nin kazanma şansı hala düşüktü. İmamoğlu burada Hayır blokunun benzemezlerine aynı anda ulaşmak için popülist bir platforma yöneldi. Trabzonluluğunu/Doğu Karadenizliliğini kullanmasıyla, muhafazakâr ve dini kelam ve tavırları üzerinde de sakil durmayan şekilde taşımasıyla, israf vurgusuyla bir popülist karşı cephe açtı. Kendi seçim platformunu “İstanbul İttifakı” olarak belirledi. Şehir yoksulluğunu bu popülist doğrultuda bir belediye gündemi olarak ön plana çıkardı. Bir taraftan Kürt HDP’li seçmene gülücük dağıtırken bir taraftan da milliyetçi ve dindar seçmeni ürkütmemeye çabaladı. Ancak asıl rüştünü 31 Mart gecesi ispatladı ve “düşük profilli” konumlandırmadan “yüksek profile” bir gecede terfi etti. O gece yaşananlar ve bu yaşananları göğüslemesiyle geniş muhalif kitle İmamoğlu’nu uzun yıllardır maruz kaldığı adaletsizliklere ve örselenmişliğe tavır koyan ve ses veren biri olarak gördü ve kendini onunla özdeşleştirebildi. Bu sayede İmamoğlu seçimin ardından önce iki hafta süren oy sayımları hengâmesinde, daha sonra on sekiz günlük ilk İBB mesaisinde ve en son tekrar seçim sürecinde kendine oy veren geniş tabanla, en çok ufak çocuk Berkay’ın otobüs kenarından “her şey çok güzel olacak” seslenişinde hissedilen şekilde, duygusal yüklü otantik bir bağ kurabildi.
İmamoğlu popülizmi yerel düzeyde, hemşerilik üzerinden bir “İstanbul halkı” hayal etti. Bu doğrultuda İmamoğlu sürekli “AKP’li hemşerilerim, HDP’li hemşerilerim, MHP’li hemşerilerim, Saadet Partili hemşerilerim” şeklinde seslendi. İmamoğlu, örneğin Kürt seçmene barındırdığı risklerden dolayı açıktan hak temelli bir destek vermekten kaçınarak, ihanete ve terörizmle suçlanan bu kitleyi “İstanbul vatandaşları” olarak kapsayarak onların haysiyet ihtiyaçlarına maliyetsiz şekilde ulaşmaya çalıştı ve bunun da yeterli olduğu görüldü. İmamoğlu popülizminde MHP’li hemşeriyle HDP’li hemşeri arasındaki fikir ayrımları önemsiz, ihmal edilebilirken ortaklaşmaları çok daha esastı. Bir taraftan belediyecilik hizmetleri beklentisinde elbette tamamen de yanlış değildir. Ancak kuşkusuz ki HDP’li, MHP’li kimlikler ufak yanlış anlamalardan tesis edilmemiştir. Aksine bu siyasal kimlikler insanların hayatı, çevreyi, toplumu kavramalarına ilişkindir. İnsanların siyasal tavırları “Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunların bir takım siyasetçilerden kaynaklandığı” klişesinde ima edildiği gibi kendi benliklerine dışsal heves değil insanların yaşamlarının her tarafına değen ve onu kuşatan halleridir. Popülizmler ise siyaseti bu şekilde kavramayı reddeder. Çatışmaları önemsizleştirip kurgulanan ortaklıkları bir millet içinde eritmeye çalışır. Ancak önemli nokta şudur ki bu milletler etnik olabildiği kadar “bizden” olanların yekunu da olabilir. Hatta “iç düşmanlar” ve “dışarıdakiler “biz”i tanımlamak için elzemdir. Türkiye’de son dört beş yılda AK Parti milleti % 70 hedefinden % 50 civarına düşmüştür ki popülizmlerin sürdürülebilir ve yıkılmaz olması için kapsadığı “biz”in % 50’in rahat üzerinde olması gerekir.
İmamoğlu ve İmamoğlu’nun suretinde CHP, AK Parti’nin “milletine” karşı yeni bir İstanbul halkını/milleti inşaya yöneldi. Bu “millet” İstanbul’da zaten Anadolu geneline göre daha az AK Parti tandanslıydı. İstanbul’da her ne kadar AK Parti oyu Türkiye ortalamasına göre genel olarak sadece % 1-2 puan geride olagelmişse de, İstanbul MHP’nin düşük oy oranına sahip olduğu ve MHP’deki kırılmanın ardından önemli kısmının İYİP’e meylettiği bir seçim bölgesiydi. Aynı şekilde ekonomik krizin daha sert vurduğu daha genç bir demografiydi. İstanbul aynı zamanda seçmeni dönüştürebilen bir sosyo-ekonomik havzaydı. Dolayısıyla İstanbul sağcı seçmeni, Anadolu sağ seçmene göre daha esnek, daha dönüşebilir ve daha kaygandı. Bu durum ilk kez 2016’daki başkanlık sistemi referandumda berrak şekilde ortaya çıkmıştı. İmamoğlu bu damardan hareket etti. İsraf, şehir yoksulluğu, indirimler gibi ortak kesen ve apolitik vurgular siyasi ayrımları flulaştırmaya ve bu şekilde % 50’ye ulaşmaya yönelikti.
Elbette İmamoğlu’nun işini kolaylaştıran AK Parti’nin yıpranmışlığı, İBB’de çok daha aleni olan şeffaflıktan yoksun iltimas, yolsuzluk ve nepotizme birikmiş öfkeydi. Bu ortak karşıtlık bir kurucu ortaklığa ihtiyaç duymadan bir karşı-millet inşa edebildi. Bu da elbette siyasal farklılıkları önemsiz ve ilgisiz bırakabildi. Ortak kurucu değerler ise haysiyet tanınması, vatandaşlık hissinin yeniden tesisi ve adalet ihtiyacı gibiydi.
Bu sitedeki daha önceki bir yazıda belirttiğim üzere başkanlık sistemine geçerken Erdoğan ve AK Parti aklının öngördüğü, “sağ halkın” % 60-65 bandında kendi cenahında konsolide edilebileceği fikriydi. Ancak daha referandumda, her ne kadar geçse de, çıkan hemen hemen %50-50 sonucu popülizme dayanan başkanlık sisteminin sürdürülebilirliğini baştan sakatlamış oldu. CHP’ye de bir karşı-millet/karşı-halk örgütleme şansı sağladı ve Mansur Yavaş Ankara’da ama esas olarak İmamoğlu İstanbul mikrokosmozunda bunu başarıyla yerine getirdi. Bir nevi karşımıza çıkan bir “popülizme karşı popülizm”dir.
Elbette bu popülizm ve geniş taban çabası, kemik CHP tabanında homurtular yarattı. İmamoğlu’nun en çok İBB tesislerinde içki servisinin tekrar sunulmayacağı vaadi ve bunu ısrarla vurgulaması özellikle içkinin Türkiye siyasetine AK Parti’nin kutuplaştırma ve nefret politikalarında bir sacayağı olmasından taşıdığı sembolizmden dolayı ciddi bir hoşnutsuzluğu tetikledi. Zira İBB tesislerinde içkinin sunulmasının insanların gündelik hayatlarında kayda değer bir değişiklik getirmeyeceği aşikâr olsa da bir kesim nazarında sembolik bir kimlik-tanıma, haysiyet onarıcı, dolayısıyla siyaseten sağaltıcı niteliğe sahiptir. İmamoğlu ise 31 Mart’ta kendisini % 49’a taşıyan en son gelen seçmeni ve 23 Haziran’da kendini % 54’e taşıyan titrek, kararsız ve belki de anlık tek-seferlik tepkisel oy vermiş seçmenini kendi tarafında kalıcı kılacak ve kendi halkına dâhil edecek ya da kaçırtmayacak tavırları önceleyeceğini ortaya koydu. Muhtemelen kent yoksulluğuna dair politika ve destekleri de aynı temelde olacaktır.
Özetle AK Parti nasıl ki 2010’dan itibaren kutuplaşma, karşıtlık ve öfke üzerinden bir halk/millet tanımlamaya çalışmış, bundan da seçim kazandıracak kadar başarılı olmuş ama ülke yönetecek kadar başarılı olamamışsa, İmamoğlu ve yeni CHP de, en azından metropollerde, HDP’li Kürtlerden, “endişeli muhafazakârlara”, Kemalistlerden sosyal demokratlara, milliyetçilere ve merkez sağcılara yaslanan bir karşı-halk tanımlamaya ve inşa etmeye yöneldi. Bu inşa önemli ölçüde kesif Erdoğan karşıtlığından beslendi. Ancak aynı zamanda mevcut çatışma alanını devam ettirecek bu karşılıklı karşıtlıktan AK Parti’nin kazançlı çıkacağı hesabından yumuşak ve kapsayıcı dille bir “ortaklık inşası” hedeflendi. Bu ortaklık, kimlik-tanınması, haysiyet tamiri ve vatandaşlık vurgusu temelli oldu.
Türkiye’de de 31 Mart ve asıl olarak 23 Haziran seçim sonuçları da, hak ettiği kadar olmasa da, küresel bağlamda bu tartışmaya oturdu ve bu minvalde ilgi gördü. Aslında küresel ölçekte bakıldığında bir popülizm ciddi bir yenilgiye uğratıldı. AK Parti cenahındaki 31 Mart’ın ardından sonuçları tersyüz edeceği beklentisi de % 0.2 farkın % 9.2’ye çıkmasıyla popülizmin efsununa ve yenilmezlik algısını ciddi darbe vurmuş oldu. Bu süreçte CHP tarafında ise bir tür karşı-popülizm kullanıldı ki bu strateji de birçok muhalif tarafından tekinsiz bulundu. Belki de, 2020 ABD başkanlık seçimlerinin süreci başlamışken ve Demokrat Partili aday adaylarının hepsi, farklı siyasi platform önererek, Trump’ı alt etme vizyonlarıyla podyuma gelmekteyken; Türkiye siyasetinin de küresel ölçüde söyleyeceği bir şeyler vardır? İstanbul’da 31 Mart seçimlerinin iptalinin hemen ardından dünyada popülizme dair en saygın otorite isimlerden Princeton Üniversitesi’nden Jan-Werner Müller, Trump’ın muhtemel 2020 seçimleri sonrası muhtemel tavrıyla ilişkilendirerek, New York Times’a bu örnek üzerinden “popülistler seçim kaybetmez” op-ed makalesini yazmıştı. Ancak anlaşılan Müller’in op-ed’ini güncellemesi gerekecek. Yine çok-okunan bir popüler siyasi analist olan Ian Bremmer de Time dergisinin sayfasında İstanbul tekrar seçiminin “Türkiye’nin Rusya olmadığını gösterdiğini” ve Türkiye’deki sivil inisiyatif ve dinamizmin etkinliğini hatırlattığını yazdı. Türkiye’nin örnek sunmasına aynı zamanda 6 Mayıs günü 31 Mart seçimlerinin iptalinin ardından o günün akşamı ve sonraki bir iki gün ateşli şekilde tartışıldığı üzere seçimi ve hatta meclisi boykot yerine seçime seçimle cevap verme tavrı da eklenebilir. Türkiye’de olan biteni karşılaştırmalı siyaset açısından okundukça Türkiye dünyaya da ilham olabilir. Türkiye dünyanın merkezi, metropolü değildir ama taşrası da değildir.
Fotoğraf: Miguel Bruna