[voiserPlayer]
Refah denen kavram geçmişten bugüne baktığımızda genelde finansal ya da ekonomik başarı üzerinden tanımlanmakta. Özellikle 1930’lardan itibaren ilk kez ciddi manada milli gelir ölçümlerinin başlamasıyla refahtaki artış daha çok milli gelir üzerinden ölçülmeye çalışıldı. 1990’lara gelindiğinde ise refahı daha çok GSYH üzerinden ölçmek yaygınlaştı. Hatta GSYH öyle bir noktaya geldi ki tek bir değerin toplumun refahını açıklayan temel değer olduğu algısı oluştu. Halbuki GSYH ölçümü toplumsal refahı tek bir değer ile anlatmaya çalıştığı için son derece yetersiz bir göstergeydi; siyasi ve toplumsal gelişimi tamamen ihmal ediyordu.
ABD’li senatör Robert F. Kennedy bir ülkenin GSYH’ının hayatı değerli kılan şeyler dışında her şeyi ölçtüğünü söyleyerek buradaki problemin büyüklüğünü göstermişti. O nedenle GSYH’ı ihmal etmeden başka gösterge ve endekslere bakarak toplumsal refahı ölçmeye çalışmak gerekmekte. Nitekim bu doğrultuda birçok kuruluş da alternatif refah ölçümü yapmaya çalışmakta. Bu çalışmalar bir ülkenin yüksek veya düşük gelirli olup olmadığını değil, aynı zamanda o ülkenin genel yaşam kalitesini ve insani gelişme düzeyini de yansıtmaya çalışıyor.
Bu refah ölçümünü yapmaya çalışan kurumlardan birisi olan Legatum Enstitüsü de Legatum Refah Endeksi ile toplumsal refahı, farklı yönlerini de ele alarak ölçmeye çalışmakta. 2007’de başlatılan Legatum Refah Endeksi; sağlık, eğitim, kişisel özgürlükler, emniyet ve güvenlik, ve iş ortamı dahil olmak üzere üç ana kategori ve onların alt kırılımlarıyla dünya ülkelerini refah durumlarına göre sıralamakta. Bu yazı, Legatum Refah Endeksi 2023 içerisinde Türkiye’nin yerini, 3 ana endeks ve alt kırılımları bağlamında inceleyecektir.
Refah Endeksinde Türkiye’nin Yeri
Legatum Refah Endeksi’ne göre toplumsal refah sıralamasında Türkiye, 167 ülke arasında 95. sırada bulunmakta. Benzer refah seviyesindeki ülkelere bakıldığında 90. sıradan itibaren aşağıya doğru sırasıyla Namibya, Sri Lanka, Azerbaycan, Belize, Kırgızistan, Fas, El Salvador, Gana, Tunus ve Özbekistan karşımıza çıkıyor. Aslında Türkiye’ye içerden bakıldığında refah seviyesinin dünyada nereye tekabül ettiğini anlamak belki zor. Ancak yukarıda adı geçen ülkeler ile aynı küme içerisinde yer almak refah açısından ne durumda olduğumuzu son derece iyi yansıtıyor.
Son on yıllık periyot üzerinden bakıldığında ise refah sıralamasında belirgin şekilde geriye giden bir Türkiye görüyoruz. Mevcut durumda ülkeler sıralamasında 95. sırada olan Türkiye, 2013 yılında 68. sırada idi. Özellikle Cumhurbaşkanlığı seçim sistemine geçiş süreci ve sonrası dönemde sıralamadaki düşüş sertleşmekte. Türkiye’nin refah olarak geriye gidişini anlamak için de refah endeksinin üç alt kırılımına bakmakta fayda var. Bu üç alt kırılım kapsayıcı toplum, açık ekonomi ve güçlendirilmiş halk.
Türkiye’yi refah sıralamasında gerilere doğru götüren başlıca alt kırılım kapsayıcı toplumdaki geriye gidiş olarak gözüküyor. Endeksin kapsayıcı toplum puanı Türkiye’nin genel refah puanın altında ve ortalamayı aşağı çekiyor. Endekse göre bunun başlıca nedenlerinden birisi hesap verilebilirlik açısından Türkiye’nin oldukça geriye gitmiş durumda olması. Hesap verilebilirliğin olmadığı yerde iktidarların aldığı aksiyonlar ve kararlarda şeffaflık kaybolmakta, yönetim etkinliği azalmakta ve halk doğru bilgiye ulaşamamakta.
Keza, hukukun üstünlüğü de hesap verilebilirliğin olmadığı yerde önemini kaybediyor. Burada Türkiye’nin geriye gidişi, beraberinde bireysel özgürlüklerin kaybını da getirmekte. Bireysel özgürlükler sıralamasına bakıldığında Türkiye 152. sıraya kadar düşmüş durumda ki bu oldukça ciddi bir geriye gidiş. Tüm bu olanlar yapılan anayasal değişikliklerle yürütmenin tüm gücü kendi elinde temerküz ettirmesiyle oldukça yakın ilişkili. İktidarın yargıyı kullanarak gazetecileri tutuklatması ve sosyal medya yasakları gibi faaliyetler üzerinden muhalefete baskı kurması, bireysel özgürlüklerin geriye gidişinde oldukça önemli nedenler olarak karşımıza çıkıyor.
Kapsayıcı toplumdaki başarısız performansta başka bir etken ise liberal bir demokrasinin yokluğunda tüm vatandaşlara devlet ve yasalar tarafından eşit muamele edilmemesi ve bariz şekilde bazı grupların kendi potansiyelini gerçekleştirecek kaynaklara ulaşmak gibi özel ekonomik ayrıcalıklara sahip olmasıdır. Kapsayıcılığın olmadığı durumda da toplumun sadece belirli bir kısmı başarıya ulaşabilirken, dışlanan kısımda kalan vatandaşlar kendi kendini gerçekleştirememekte ve potansiyellerinin altında kalmaktadır. Onların çaba ve emekleri kendi başarılarından ziyade başkalarının başarılarını gerçekleştirmesine yardımcı olmaktadır. Bu dışlayıcı ekonomik yapı Türkiye’nin diğer ülkelere göre geride kalmasına neden olmaktadır. Emniyet ve güvenlik açısından da Türkiye 147. sıraya kadar düşmüş durumda ki bu sonuç da kapsayıcı toplumsal sözleşmesinin eksikliğinin bir sonucudur. Kapsayıcı toplum altında geçmişe göre puanı artan tek alt kalem sosyal sermayedeki artış gözükmekte ama burada da Türkiye hala 137. sırada.
Refah endeksinin ikinci alt kırılımı ise kapsayıcı topluma göre daha az başarısız olunan açık ekonomi alt kırılımıdır. Burada görece daha az başarısızlığı sağlayan faktör altyapı iyileştirmelerinde elde edilen başarı olarak gözükmekte. Türkiye Ak Parti döneminde son yıllarda altyapı çalışmalarına büyük yatırımlar yapmış durumda. Bu yatırımlar da daha çok ulaşım ve kısmen iletişim alanına yapılmış durumda ki bu yatırımlar toplumsal refaha olumlu etkilerde bulunmakta. Tabii burada altyapıdaki iyileşmenin, altyapıya yapılan harcamaların miktarıyla birlikte değerlendirildiğinde, aslında son derece maliyetli olduğu, altyapının toplumsal refaha bir yandan katkıda bulunurken harcama ve geri dönüş tarafında ülkenin genel ekonomik durumuna negatif etkilerinin görüldüğünü söylemek daha doğru olacaktır.
Açık ekonomideki sorunlara bakacak olursak yatırım koşullarının yeterince iyileştirilememesi ve girişimciler için bir cazibe alanının oluşturulamaması sorunlardan birisi. Bu cazip olmaktaki yetersizlikte Türkiye’de artan makro belirsizlikler ve siyasi tarafta demokrasi ve hukukta yaşanan sorunlar önemli etkenler. Bunlara ek olarak yatırım tarafında oldukça fazla teşvik verilmesine rağmen Türkiye’de yüksek bir mevzuat riski var. Özellikle yabancı yatırımcıların Türkiye’yi tercih etmemesinde mevzuat riski oldukça önemli bir faktör. Mevzuatlar sıklıkla değişmekte ve değişen bu mevzuatlar uzun vadeli yatırımlar için bir bilanço riski oluşturmakta.
Piyasaya kamu müdahalesinin son yıllarda gittikçe artması, artan regülasyonlar ve rekabet ortamının bozulması açık ekonomideki diğer bazı problemler. Özellikle ekonominin kötüye gittikçe kamunun daha fazla piyasaya müdahil olması, ekonominin yoksullaştıran ve gelir dağılımını bozan bir şekilde sağlıksız büyümesine yol açtı. Bu sağlıksız büyümenin beraberinde getirdiği yüksek enflasyon ise bugün ve gelecekte Türkiye’deki refahın en önemli belirleyicisi olacaktır.
Türkiye’nin açık ekonomide yetersiz kalmasının oldukça önemli bir diğer nedeni de maliye ve para politikasının, istihdam, verimlilik ve sürdürülebilir ekonomik büyüme için değil, seçim kazanmada kısa vadeli hedefler için kullanılması ve dışlayıcı olacak şekilde toplumun sadece belirli bir kesiminin faydalanabileceği politikalar üretmesidir. Örneğin, uygulanan düşük faiz politikası enflasyonla toplumun bir kesimin alım gücünü düşürürken, düşük faize ulaşanların varlık yatırımlarıyla oldukça yüksek kazançlar elde etmesi gibi eşitsizliği artıran bir sonuç üretmişti. İktidar seçimin kazanılmasıyla bu politikadan vazgeçerek rasyonel olarak adlandırdığı başka bir politikayı uygulamaya başladı.
Refah endeksinin üçüncü alt kırılımı ise Türkiye’nin diğer iki kategoriye göre daha yüksek puan aldığı güçlendirilmiş toplum kategorisi. Bu kategoride 167 ülke arasında Türkiye 64. sırayı almış durumda. Fakat bu kırılımda ortaya çıkan enteresan sonuç yaşam koşullarında elde edilen yüksek puan. Diğer kategorilere göre yaşam koşullarında görece yüksek bir puan elde edilse de Türkiye 6 sıra düşerek ülkeler sıralamasında 59. sıraya gerilemiş durumda. Eğitim ve sağlık gibi alanlarda belirgin bir ilerleme görülse de bu ilerlemenin daha çok istatistiksel bir ilerleme olduğunu tahmin etmekteyim. Özellikle sağlık tarafında şehir hastaneleriyle verilen hizmette ilerlemeler olsa da sağlık hizmetine ulaşabilmekte sorunlar çığ gibi büyümekte. Benzer şekilde eğitim tarafında da okullaşma ve üniversite olanakları artmakla birlikte kalite artışına dair olumlu bir durumdan bahsetmek oldukça iddialı olacaktır. Tam da bu noktada kalitenin ölçümü sorunu bir kez daha karşımıza çıkmakta.
Kaliteyi ölçmek oldukça zordur ve kaliteyi dolaylı yoldan ölçmek için kullandığımız proxyler (vekil değişkenler) yeterince güçlü temsiliyete sahip değilse yanlış sonuçlar çıkarılmasına yol açacaktır. Türkiye’nin yüksek enflasyona maruz kalmaya başladığı 2021 yılı sonundan itibaren fiyatlar ve ücretler farklı oranlarda artarken bu artışlar farklı kesimler için farklı gelir seviyelerine ulaşmalarına yol açmıştır. Özellikle eğitimli orta sınıfın görece daha eğitimsiz kesimle benzer ya da daha düşük gelir elde ettiği bir dönem ortaya çıkmıştır.
Bu durum eğitime değer verilmediğine dair anlayışın yaygınlaşmasına yol açmakta. Eğitimli olmaya değer vermeyen ülkelerin refah seviyesinde sürdürülebilir bir artış beklemek ise hayal olmaktan öteye geçemeyecektir. Eğitim alanında olumlu tarafta ise okul öncesi eğitimde Türkiye’nin ilerlemeler sağladığı görülmekte. Okul öncesi eğitim ile erken bilişsel gelişim, çocukların sosyalleşme kabiliyetlerindeki artış, yaratıcılık ya da duygusal gelişimlerinin sağlanması ileriki yıllarda alacakları diğer temel eğitimler için oldukça kritik önemde.
Sonuç olarak Türkiye, son on yılda refah açısından oldukça gerilere düşmüş durumda. Özgürlükleri baskılayan kurumları ve o kurumların varlığında vatandaşlarının kendi potansiyelini gerçekleştirememesiyle aslında son on yıl da geçmişteki birçok on yıl gibi kayıp yıllar olarak adlandırılabilecek bir dönem yaşadık. Bu kayıp yıllar ülkenin kendi potansiyelini gerçekleştirememesiyle sonuçlanırken çözüm ise demokrasinin geliştirildiği, liberal kurumların güçlendirildiği ve böylece vatandaşların kendi potansiyelini gerçekleştirmesinin önünde bir bariyer olan dışlayıcılığın kaybolduğu, kamunun piyasaya olan müdahalelerini azaltıp rekabetçi piyasa koşullarını sağladığı bir yapıya dönüşüm.
Bu dönüşüm hiç kolay olmadığı gibi buna dair niyetin olmaması da Türkiye’nin toplumsal refah ve özgürlükler açısından kaçınılmaz şekilde geriye gitmesi ile sonuçlanmakta. Şunu da söylemek gerekir ki bu niyetin varlığı önemli olmakla birlikte toplumun da bu niyete güven ve öngörülebilirliğin sağlanması için ikna olması gerekir. Tüm bu nedenlerle son derece kutuplaşmış bir Türkiye’de, yakın zamanda başarıyla sonuçlanacak bir dönüşüm hareketi beklemek fazlasıyla hayal olacaktır.