[voiserPlayer]
Sevgili okurlarım sizleri özledim. Aradan fazla geçmedi belki ama gündelik hayatta olan bazı değişiklikler ve adaptasyon süreçlerinin uzaması sonrasında yeni yazımın gelmesi biraz zaman aldı. İki hafta önce en son James Bond filmini izlemiştim onu yazma niyetim vardı ama erteledim durdum sonra yazı yalan oldu. Sonrasında Squid Game ve Goliath son sezon ile alakalı bir yazı yazmaya niyetlendim, ilham perisi yine teşrif etmediler. Oysa ne ki? Alt tarafı bir dizi veya film değerlendirmesi ama kafa meşgul olunca kelimeler istenilen sırayla gelmeyebiliyor bazen. Affola.
Bu yazı da kolay çıkmadı aslında. Cuma akşamı izlemiştim Last Duel’i. Güya eve varır varmaz hemen yazacaktım ama hemen sızdım. Cumartesi ve Pazar günleri de kendimi oyalanmanın sonsuz dehlizlerinde buldum derkeeen an itibariyle günlerden 18/10/2021 ve saat 1:54 yazıyı yazmaya kendimi adamış bir şekilde bilgisayarın başında, her harfe bastığımda sonraki yazacağım şeyin ne olduğu merakıyla yüz yüze buldum.
Filme girmeden önce meşhur yönetmeni Ridley Scott ile ilgili birkaç kelam etmek isterim. 10 sene öncesine dek “en sevdiğin 10 yönetmen” diye bir soru sorulsa ismi kesin listede olacak kadar tapıyorken sonrasında kariyerinde imza attığı işlerle benim için büyük bir hayal kırıklığı ve nefret objesi haline dönüştü. Ruhunu katarak dünyaya kazandırdığı Alien filmini sonrasında soktuğu yön ve tercihleri ile artık gözümde tam bir düşmandı kendisi ki Prometheus ve Alien: Covenant o kadar rezil filmler değildi. Ama… Ama onun elinden çıkabilecek şey bu olmamalıydı. The Last Duel projesi duyurulduğunda ve gösterim tarihi yaklaştıkça yukarıda saydığım sebepler nedeniyle artan bir şüphe ile mesafemi korudum diyebiliriz.
Aslında Cuma günü izlemek için ilk tercihim bu değildi. Halloween Kills veya Venom: Let There Be Carnage arasında kararsızdım ama son dakika arkadaş ittirmeleri ile kendimi Last Duel’e bilet alırken buldum… Ve o ne kutlu arkadaştır öyle. Şanı yürüsün.
Aslında Cuma günü izlemek için ilk tercihim bu değildi. Halloween Kills veya Venom: Let There Be Carnage arasında kararsızdım ama son dakika arkadaş ittirmeleri ile kendimi Last Duel’e bilet alırken buldum… Ve o ne kutlu arkadaştır öyle. Şanı yürüsün.
Yönetmen: Ridley Scott nihayet ve nihayet kafayı CGI ve çeşitli oyuncularla bozmak yerine görsel olarak bir hikaye anlatımına yönlendirmiş. Ve bu çoğu sahnede inanılmaz kendisini hissettiriyor. Tüm o saçma efektlerden azade yaşayan bir dekor içinde gerçek olduğunu hissettiren karakterlerin hikayesini yakalama çabası uzun zamandır hiç bu seviyede olmamıştı. Bu çabalarının sonucu olarak tabi ki ödülü kazanan biz seyirciler oluyoruz çünkü senenin en iyi ve dolu filmlerinden birisi var karşımızda.
Senaryo: Her ne kadar asıl senaryo konusunda Nicole Holofcener’e paye verilse de yanında iki tane iyi yardımcısı da bundan biraz sebeplenebilir diye düşünüyorum. Bahsettiğim kişiler Matt Damon ve Ben Affleck elbette. Çok takip etmedim açıkçası ama Good Will Hunting’de sükse yaptıkları senaryo yazma konusunda ne kadar iyi oldukları konusunda hafızaları bir tazelediler diyebiliriz. Orta Çağ Fransa’sında Aristokrasinin yaşamına dair güçlü bir özet sunmakla beraber arka planda sıradan halkın yaşamına dair enstantaneleri de iyi bir şekilde yansıtmayı becerebilmiş. Üstelik anlatım dilinde de Rashomonvari bir yol izlemiş ve çuvallamamış bu açıdan da ayrıca takdiri hak ediyor.
Oyunculuk: Kadro… Nasıl desem, o kadar yıldız dolu ki. Misal bu dahi insanı şüpheye düşürmeye yeterli aslında. Çünkü genelde bu kadar çok yıldız doldurulan bir film çaresiz bir şekilde yapım sürecinde açıkları gizleme niyetindedir değil mi? Bu defa değil. Filmin tartışmasız en iyisi Jodie Comer. Hikaye çoğunlukla onu merkezine alıyor ama sadece onunla ilgisi yok. Jodie hikayeyi düzgün anlatma konusunda ekstra bir yetenek sergiliyor ve üç versiyonda da anlatımın çıpası olmayı başarıyor. Ben Affleck hiç üst seviye yetenekli bir oyuncu olmadı ama o da hiç sırıtmamış ve elbette Adam Driver. Neredeyse bir anlatıcı gibi hikayeye yön veriyor çeşitli anlarda.
Sadece filmin güzelliğinden azade Jodie Comer ve Adam Driver’ın harika rolleri için bile bir daha izleyebilirim (ama izlemeyebilirim de ay ortası geldi ve cebimdeki boşluk kendisini hissettiriyor).
Sinematografi/ Diğer: Görsellik harikulade. Her sahnenin bir derinliği var ve sizi 700 yıl öncesine, Fransa’nın ücra bir köşesindeki günlük yaşama ışınlıyor. Çok fazla bilgili değilim o dönemin atmosferi ve yaşam koşulları hakkında ama her izlenilen sahne katiyen gerçekliğini sorgulatmıyor. Sade ve abartıdan uzak estetiği güzel dönem müzikleri ile birleşiyor. Ayrıca gerçekçi yaklaşımı sayesinde artık hepimizin şimdiden yaka silktiği Game of Thronesvari şeylerden de kaçınıyor. Özellikle savaş sahneleri konusunda.
Kurgu: Yukarıda demiştim Rashomonvari bir anlatım dili var diye. Bu kaçınılmaz olarak da kurguyu etkiliyor elbette. Hikayeyi üç farklı kişinin gözünden anlatırken çok seyirciyi yormayarak gözden kaçmış olabilecek ve yoruma açık noktaları da faş ediyor bir yandan. Filmin birden fazla duygusal açıdan zirve yaptığı yerler var onları mümkün mertebe tarafsızmış gibi anlatmaya çalışmış ve bu genelde takdir edici ama Lady Margaret’in tecavüze uğrama sahnesinin yansıtılma şeklini biraz düşününce azıcık da riskli. O sahne ile alakalı bir tartışma veya hücum olursa çok şaşırmam açıkçası.
Son söz: Saat 02:58 bilgisayarı kapatıyorum ama hala aklım bu filmde. Çok aşırıya kaçmadan dönemi yansıtıp karakterlere adil bir anlatım sunan bu film şu an vizyon filmleri bolluğu yaşanan bu günlerde ilk tercih.