
Şeriatı Kim Kaldırdı?
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının ardından Cumhuriyet’i ilan eden Mustafa Kemal Atatürk, saltanatın ardından halifeliği de kaldırmış ve yeni devleti laik bir devlet olarak inşa etmişti. Peki, bunlar Atatürk’ün tarihimizde şeriatı kaldıran ilk kişi olduğu anlamına gelir mi? Türkiye’deki bir kesim buna olumlu cevap verecektir. Hatta keşke şeriat kalkmasaydı da Kurtuluş Savaşı’nı Yunanlar kazansaydı diyen bile çıkmıştı.
Bir devleti İslam devleti yapacak özellik kanunlarının İslam hukukuna dayanması ve kanun yapıcıların meşruiyetlerini İslam’dan almasıdır. Bu sebeple şeriat, siyasi ve hukuki hayatın merkezinde yer alır. Osmanlı’da ve Osmanlı’dan önceki İslam devletlerinde şeriat elbette hukukun tek kaynağı değildi. Kanunnameler, nizamnameler, fermanlar, hatt-ı hümayunlar ve bunların oluşturduğu örfi hukuk Osmanlı’nın hukuki sisteminde önemli bir yer kaplıyordu. Ancak bunlar şeriatı tamamlayıcı roldedir ve şeriat ile çelişemezler. Bu sebeple Osmanlı sultanları şeriatın zaten hüküm koyduğu meselelerde kanun çıkarmaktan kaçınmış, kanunların çıkarıldığı Divan-ı Hümayun’da İslam hukukunun iki temsilcisi, nişancı ve şeyhülislam, hazır bulunmuştu.[1]
1876’da Kanun-i Esasi’nin ilan edilip ilk meclisin açılması sadece Osmanlı tarihi için değil, bütün İslam tarihi açısından büyük öneme sahiptir. İslam tarihinde ilk defa yazılı bir anayasa yürürlüğe girmiş ve halkın oylarıyla seçilen bir meclis işbaşı yapmıştır. Meclisin açılmasıyla birlikte yasama gücü padişahın onayına bağlı olmak üzere meclise devredilmişti. Kanun-i Esasi’nin 53. Maddesi “müceddeden [yeni baştan] kanun tanzimi veya kavanini mevcudeden [mevcut kanunlardan] birinin tadili teklifi vükelâya ait olduğu gibi Heyeti âyan ve Heyeti Mebusanın dahi kendü vazifei muayyeneleri dairesinde bulunan mevad [hususlar] için kanun tanzimini veyahut kavanini mevcudeden birinin tadilini istidaya salâhiyetleri olmakla…” diyerek bunu onaylamıştır. Yani kanun yapma yetkisine sahip olan kişiler meşruiyetlerini dinden değil seçmenlerinden almaya başlamıştır. Zaten gayrimüslim mebusların neredeyse yarısını oluşturduğu bir mecliste kanun yapma yetkisi dinden nasıl alınabilirdi?
Bu durumda, anayasayı ilan edip meclisi açan kişi II. Abdülhamit olduğuna göre, şeriatı kaldıran kişi Abdülhamit’tir.
Tam bu noktada bütün sorumluluğu Abdülhamit’in üstüne yıkmak haksızlık olur. Ondan çok önce başlayan bazı önemli gelişmelerin sonucunda bunu yapabilmiştir. Bu gelişmelerin başında ulema sınıfının gücünü kaybetmesi gelmektedir. Şeriatın prensiplerini belirleyen, onu koruyan ve gelecek nesillere aktaran, dini yorumlama yetkisine sahip olan ulemadır. Şeriat ancak iyi eğitimli ve güvenilir bir âlim tarafından anlamlı hale getirilebilen bir doktrinler ve prensipler toplamıydı. Şeriatın siyaset, toplum, ekonomi ve diğer alanlarda bir yansımasının olabilmesi için şeriatı yorumlayacak bir âlime ve bunu uygulayacak bir otoriteye ihtiyaç vardı. Üstelik ulema sınıfı başında hükümdarın olduğu yürütme gücünü dengeleyen ve sınırlandıran bir gruptu. Her ne kadar Osmanlı bir monarşi olsa da padişahın yetkileri şeriat ile sınırlandırılmıştı.
Ancak iki sebepten dolayı Osmanlı’da ulemanın gücü azalmış ve zaman içinde şeriatın koruyucusu olma vasfını yitirmiştir. Bunlardan ilki bürokratikleşmedir ve neredeyse devletin ilk dönemlerine kadar uzanır. Osmanlı’nın Sünni dünyaya hâkim olmasından önce hükümdarlar ulemaya maaş bağlayıp bunlara patronaj sağlayabilirken, ulema verdikleri fetvalar ve yazdıkları kitapların içeriği üzerinde tam yetkiye sahipti. Ancak Osmanlı Devleti Yavuz Sultan Selim zamanında Arap coğrafyasına hâkim olunca ulemanın hem hiyerarşik yapılanmasına hem de ürettiği doktrine müdahale etmeye başladı. Örneğin Memlukler döneminde müftüler ulemadan dini konulardaki bilgisini ispatlamış, eserleriyle ilim camiasında saygınlık kazanmış âlimler arasından çıkarken Osmanlı’nın bölgeye hâkim olmasıyla müftüler devlet tarafından atanmaya başlanmıştır. Müftülerin devlet tarafından atanmasıyla icazet kavramı da önemini yitirmiştir. Önceleri meşhur bir âlim yetiştirdiği talebelerine fetva verebilmeleri için icazet verirken 16. ve 17. yüzyıl boyunca sadece 5 Hanefi âlim icazet almıştır.[2] Çünkü Osmanlı, bağımsız ulemanın değil, devlet tarafından atanan müftülerin fetva makamı olmasını istemiştir. Devlet tarafından atanmayan fakihler bir müddet daha fetva vermiş olsalar da 17. yüzyıla gelindiğinde örneğin Şam’daki tek Hanefi fetva makamı devletin atadığı müftü olmuştu.[3] Ulema üzerindeki bu kontrol Tanzimat sonrasında daha da artmıştı. Önceleri eğitim, adalet ve vakıflar Şeyhülislam’ın yetkisi altındayken 1857’de Eğitim Bakanlığı’nın kurulmasıyla Meşihat’ın otoritesi medreselerle sınırlandırılmış, 1870’te kurulan Adalet Bakanlığı ile şeriat aile hukuku ile sınırlandırılmıştı.
Osmanlı’da ulemanın prestijine ve gücüne asıl darbeyi vuran ise kodifikasyon çalışmalarıdır. Kodifikasyon ile birlikte dinin yorumlanması için ulemaya olan ihtiyaç ortadan kalktı. Artık bir meselenin çözüme kavuşturulması için başvurulması gereken kaynak bir âlimin içtihadı değil, yazılı kanundu. Bu sebeple kodifikasyon ulemanın geleneksel gücünü elinden aldı.
“Ama Abdülhamit padişah olduğunda gücü yoktu. Anayasa’yı baskı sonucu kabul etti” dediğinizi duyar gibiyim. O sebeple siz demeden cevap vereyim. Evet, Abdülhamit anayasayı ilan etme karşılığında tahta geçirilmişti ve bu konuda pazarlık gücü yoktu. Ancak tahta çıktıktan kısa bir süre sonra meclisi kapatmış ve ülke yönetiminde tek söz sahibi olmuştu. Abdülhamit bu güce ulaştıktan sonra ulemaya geleneksel konumunu geri vermedi. Anayasanın ilanı ve meclisin açılması ile halk tarafından seçilmiş meclis yürütme gücünü dengeleyecek kurum olarak ulemanın yerini almıştı. Abdülhamid Anayasayı ilga edip meclisi kapattıktan sonra meclisin üstlendiği gücü ulemaya geri vermedi. Tanzimat reformlarıyla birlikte çıkarılan kanunlar ve Mecelle yürürlükte kaldı.
Abdülhamit burada bir taşla iki kuş vurmuştu. Önce meclisi açıp ulemanın yönetim üzerindeki denetimini sıfırlamış, meclisi kapattıktan sonra ise ulemaya gücünü geri vermeyerek yürütmeyi denetleyecek herhangi bir kurum bırakmamıştı. Bu sayede hukuki manada mutlak güce sahip bir hükümdar oldu.[4] Şeriatı yorumlayacak ulemanın veya kanun yapacak seçilmiş bir yasama organının olmadığı bir ortamda kanun yapma yetkisi tamamen iktidarın eline geçmişti. Yani devlet yürütmeden ibaret hale gelmiş, yasama ve yargı yürütme tarafından eritilmişti ki İslam tarihinde böyle bir şeyin bir benzeri daha önce yaşanmamıştı. Abdülhamit’in muhaliflerinin onun yönetimini istibdat olarak nitelemeleri bu yüzdendir. Çünkü istibdatın asıl manası keyfiliktir. Ülke yönetiminin temelinde şeriat yoksa halkın seçtiği mebuslar yoksa ne var? Bu sebeple Abdülhamit’e karşı olan muhalefetin sıklıkla onu gayri-İslami bir rejim kurmakla itham etmesi şaşırtıcı değildir.
Abdülhamit’in İslamcı bir politika izlediğini biliyoruz. Bu sebeple Kemal Karpat Abdülhamit döneminde Şeyhülislam’ın prestijini geri kazandığını, kendini İslam dünyasının lideri olarak gören Abdülhamit’in dinin yorumlanmasını Şeyhülislam’a bıraktığını söyler.[5] Ancak burada çok kritik bir nokta var. Abdülhamit ulemayı sıkı bir kontrol altında tutmuş ve sadece kendine sadık olanları Şeyhülislamlık makamına atamıştı. Bunların zaten Abdülhamit’in isteği dışında karar alması pek mümkün değildi. Osmanlı padişahları bir karar aldıklarında bunun meşru olması için Şeyhülislam’ın onayı gerekiyordu ama padişah istediği zaman Şeyhülislam’ı da azledebiliyordu. Bu sebeple Osmanlı tarihi boyunca görev alan şeyhülislamların ortalama görev süresi çok kısadır. Abdülhamit’in uzun hükümdarlığı boyunca ise sadece yedi şeyhülislam görev yapmıştı.[6] Abdülhamit devrinde görev alan şeyhülislamlardan Uryanizade Ahmet Esat Efendi on yıl, Cemaleddin Efendi ise on yedi yıldan fazla görev yapmıştır. Bu dönemde görev alan Şeyhülislamların normalden uzun kalmasından anlamamız gereken bunların Abdülhamit ile iyi geçindiği ve onu rahatsız edecek davranışlardan kaçındığıdır.
Eğer şeriat ile yönetilen bir ülkeden kastınız kanunların İslam hukukuna dayandığı ve kanun yapıcıların bu hakkı İslam’dan aldığı bir ülke ise, İslam tarihinin ilk meclisini açarak seçilmiş bir parlamentoya kanun yapma yetkisi veren ve daha sonra bu parlamentoyu kapatarak yasama gücünü şahsında toplayan Abdülhamit şeriatı kaldıran ilk kişidir.
[1] Kenan İnan, “The Making of Kanun Law in the Ottoman Empire, 1300-1600” içinde Making, Using and Resisting the Law in European History, ed., G. Lottes, E. Medijainen & J.V. Sigurdsson (Pisa: 2008), 69.
[2] Guy Burak, Second Formation of Islamic Law: the Hanafi School in the Early Modern Ottoman Empire (Cambridge: Cambridge University Press, 2017), 36.
[3] Burak, 50.
[4] Noah Feldman, The Fall and Rise of the Islamic State (Princeton: Princeton University Press, 2012), 76.
[5] Kemal Karpat, ‘İfta and Kaza: The İlmiye State and Modernism in Turkey, 1820-1960’ in Frontiers of Ottoman Studies: State, Province, and the West, ed. Colin Imber and Keiko Kiyotaki (London and New York: I.B. Tauris, 2005), 33.
[6] Esra Yakut, Şeyhülislamlık: Yenileşme Döneminde Devlet ve Din (İstanbul: Kitap Yayınevi, 2005), 184-5.
Paylaş
Yazarın diğer içerikleri

Teknoloji Çağında Tarihçilik: Risk mi Fırsat mı?
Geçtiğimiz günlerde Stanford Üniversitesi’nden Ali Yaycıoğlu televizyonlardaki tarih programcılığı ve tele-tarihçilik üzerine düşünme zamanımızın geldiğini söyledi. Bu çağrı, ekrana olan bağımlılığımızın arttığı şu günlerde daha büyük anlam taşıyor. Bu sebeple konu hakkındaki fikirlerimi paylaşmak istedim. Toplumumuz tarihle son derece hastalıklı bir ilişki kurmuştur. Çok sevdiğim bir hocam, “Tarihi kaynaklara tevazu

Halifeyle Pazarlık Yapılır mı?
Tarihi meseleleri analitik düzleme çekip bunlar üzerinde sağlıklı bir tartışma yapamadığımız için aynı konular dönüp dolaşıp tekrar önümüze geliyor. Bu hiç bitmeyen kısır döngü içinde konu, geçtiğimiz günlerde tekrar halifeliğin kaldırılması meselesine geldi. Elbette bu konu üzerinde söylenecek çok şey var. Ancak, bu yazıda önemli gördüğüm bir noktayı açıklamak istiyorum.

İdam Cezası Neden Kaldırıldı?
Tanzimat ile başlayan modernleşme hareketini üç kelime ile özetleyecek olsak bunlar merkezileşme, standartlaşma ve rasyonelleşme olurdu. Osmanlı siyasi, sosyal ve ekonomik hayatını önemli oranda etkileyen bu büyük değişim dalgası Osmanlı hukuk sistemi üzerinde de büyük etkiler bıraktı. Kodifikasyon çalışmaları, modern mahkemelerin kurulması, kadı ve hakimlerin takdir yetkilerinin (tazir ve siyaset)

Filistin ve Orta Doğu’nun Özgürlük Sorunu
Geçtiğimiz yılın Ekim ayından itibaren yaklaşık altı ay boyunca Irak, tarihinin en büyük kitle hareketine sahne oldu. Fakirlikten, yoksulluktan, kötü yönetimden ve yolsuzluklardan bıkan Iraklılar sokaklara döküldü. Hiçbir siyasi parti ve dini grupla ilişkisi olmayan bu protesto dalgası kısa süre içinde bütün ülkeyi etkisi altına aldı. Göstericilerin iki ana hedefi

Devlet İşlerini Ticaret İşlerine Karıştırmanın Zararları ve 1858 Cidde Krizi
15 Haziran 1858 günü Cidde büyük bir kargaşaya sahne oldu. Büyük bir kalabalık şehirdeki yabancı tüccarlara saldırdı ve 22 kişi öldürüldü. Ölen kişiler arasında şehirdeki İngiliz ve Fransız konsülleri de vardı. İngiliz konsül Stephan Page yatağından alınıp evinin camından aşağı atıldı ve linç edildi. Hikâyenin merkezinde aslen Hindistanlı olan ancak

Sonu Belli Olan Hikayeye Akış Yazmak
Günümüzde meydana gelen bir olayı veya mevcut olan bir durumu açıklamak istediğimizde genellikle geçmişe başvururuz. Elbette bu durum son derece normaldir. Ancak bazen içinde bulunduğumuz durum gözümüzü o kadar boyar ki, geçmişe baktığımızda görmek istediklerimizden başka bir şey göremeyiz. Mevcut durumu en iyi açıklayan noktayı seçer ve onunla günümüz arasında

Günaha Girmek Suç Mudur?
Günümüzde hayatımızı etkileyen kurumların, pratiklerin ve prensiplerin büyük bir kısmı 19. yüzyılda ortaya çıkmış ve zaman içinde değişip dönüşerek bugünkü halini almıştır. Maalesef bu dönem sadece birkaç şahıs ve olay etrafında ele alındığından, hem o dönemde yaşanan büyük değişimleri ıskalamış oluyoruz hem de bu değişimlerin bugün hayatımızı nasıl yönlendirdiğinin farkına

Orta Doğu’da Sınırlar Yapay mı?
Daha önce yazdığım bir yazıda Orta Doğu’da DAİŞ benzeri radikal örgütlerin sürekli taban bulmasının en önemli nedenlerinden birinin, bölgedeki ulus kimliklerinin zayıf olması olduğunu iddia etmiştim. Ulus kimliklerini zayıflatan faktörler arasında da transnasyonel hareketleri, lider kültlerini ve devlet aygıtının yetersiz olmasını zikretmiştim. Bu listeye eklenmesi gereken önemli bir faktör daha

Tiyatroyla Barışmak ya da 19. Yüzyılla Sağlıklı Bir İlişki Kurmak
Daha önce yazdığım bir yazıda ülkemizde hala Batılılaşma olarak görülen sürecin aslında merkezileşme olduğunu anlatmıştım. Bu yazıda da tiyatro ve opera gibi Batılı eğlence araçlarının tarihimizdeki yerine değinmek istiyorum. Birçok kişi için bunlar Batı kültürünü hatta Batı’nın ‘ahlaksızlığını’ yayan, kendi toplumuna yabancılaşmış elitlerin kendilerini eğlendirdikleri araçlardır. Mısır Hidivi İsmail Paşa,

Hürriyetten Vazgeçilir mi?
Orta yaşlarında bir Iraklıyı hayalinize getirin. Adı Ahmet olsun. Bu kişi gençliğinin sekiz senesini İkinci Dünya Savaşı’nda sonra dünyanın en büyük konvansiyonel savaşı olan İran-Irak Savaşı’nda geçirdi. Cephede savaşmadıysa bile savaşın yükü onun da omzundaydı. Daha sonra Saddam diktatörlüğü altında en temel haklarından bile mahrum yaşadı. İş bulabilmek, geçimini sağlayabilmek