[voiserPlayer]
Önümüzdeki seçimlerde değil ilk kez oy kullanacaklar, belki de çoğunun annesi babası bile daha doğmamıştı. Kendim de henüz küçük bir çocuktum zaten. Adını sanını ne öncesinde, ne de sonrasında duyduğum bir İngiliz grubun dünya müzik listelerini kasıp kavurmuş bir hit şarkısı bana da bayağı dokunmuştu.
Zaten okuldan da önce başta Beatles olmak üzere şarkılar söyleyerek “İngilizce öğrenmeye” pek bir meraklıydım. Bazen bunu söylerken belirli bir yerinde burnumun direği sızlardı veya hemen sonrasında da gözlerim dolardı. Öylesine etkilenmiştim ki mahalledeki “paralı çocuklara” biletli gölge veya kukla tiyatrosu filan gibi etkinlikler yapıp, aralarda da boy boy renkli külahlara doldurduğum evdeki kuruyemişleri üç beş kuruşa satıp, şarkınınkiyle aynı adlı bir yardım kampanyası da başlatmıştım.
Üstelik ne yakın çevremizde veya ülkemizde (gözümüzle görerek farkında olduğum) sefalet vardı. Ne de açlık ve yoksulluk dünyayı şimdiki gibi kasıp kavuruyordu. Fakat “gitmesek de, kalmasak da, orada uzakta bir köy” hep vardı. Dünyada türlü insani acılar, savaşlar, kavga, nefret, sefalet ve sevgisizlik hep vardı.
Kendimiz görmesek de yaşamasak da yapmasak da “ırkçılık”, “etnik, cinsiyetçi, kültürel ve ahlakçı ayrımcılık” ve “ötekileştirme” gibi sözcükler henüz ne şahsi sözcük dağarcığımda, ne de ülkenin tedavülünde vardı. Ancak, bazı şanslı ve avantajlı insanların türlü bakımlardan “kendileri gibi” olmayanların halinden her zaman anlamadıklarının, yok saydıklarının veya aşağıladıklarının farkındalığı pekala vardı.
Sempati ve Antipati
Yer darlığı bakımından Türkçe liriği yerine bir link veriyorum. Grubu veya sözlerini çok merak edenler olursa eminim internette altyazılı videosu filan da vardır. Ayrıca son derece basit ki kolay öğrenmiştim ben de.
Rare Bird’den “Sympathy”:
Zaten genellikle duyguyu esas veren ve tüm kültürlerden, dillerden insanlar arasındaki evrensel bağı, duyuş ve duygular üzerinden kuran da bence her zaman müziktir, sanattır.
Bu yazıya böyle başlama sebeplerimden biri de “sempati” kavramı: Sempati sözcüğünün başka dillerdeki ilk anlamı başka insanların başlarına gelmiş talihsiz olaylara veya doğuştan var olan dezavantajlı koşullarına acıma hissiyle karışık üzüntü duymak.
Bizde daha çok yakınlık duymak, sevimli bulmak, vb. olumlu bir duygu anlamında kullanılıyor. Malum, “antipati” de sempatinin tam tersi: birisini, bir kesimi veya durumu itici, sevimsiz bulmak. Hoşlanmamak.
Hatta bir gün, benim “simpati, simpati” diye ağlamaklı söylediğim şarkım için bir komşunun anneme “pek bir sempatik” demesini içerden duyup, biraz “antipatik” bulduğumu da gayet iyi hatırlıyorum. “Öznellik” tam da budur işte!
Empati ve Demokratikleşme
Elbette insanlar bugün dünyada ve Türkiye’de “çağdaş demokrasinin olmazsa olmazları” olarak yücelttiğimiz özgürlük, eşitlik, adalet, sorumluluk, diğerkamlık, başkalarının haklarına saygı, kendi sınırlarını ve nerede duracağını (haddini) bilmek gibi temel değer, tercih ve davranışsal faaliyetler ile doğmazlar.
Yani biyolojik bir tür ve dolayısıyla da evrensel donanım olarak (bilmem, sıra dışı bir durum söz konusu değilse diye eklemeye gerek var mı?), tüm insan bebekleri yazının başlığındaki “sempati, antipati, empati, apati“ kapasitesi ile doğarlar.
İlk andan itibaren bunların öncülleri bir toplumdaki evrensel insanlık kültürünün yerel yorumlarının süzgeçlerinden geçmeye başlar. Yani potansiyelleri ve yatkınlıkları toplumsal kurumsal yapıların pratikleri ile gelişir, törpülenir, rendelenir, yontulur, teşvik edilir, köreltilir; yani kısacası biçimlendirilir.
Bu yazıda vurgulamak istediğim önemli bir husus şu: Ontolojik gelişimsel olarak, sözden ve dilden de önce, görsel estetik duyuşsal algılar gelişmeye başlar. Duygular geliştikçe ve bilişsel öğrenmeler ile kültürel değerlerin ve ahlaki muhakemenin de gelişmesi, biçimlenmesi, yok olması, vs. çok daha sonra gelir.
İster evdeki veya okuldaki eğitimini doğal-anadilinde alsın, ister devlet babanın resmi dilinde alsın, bu durum değişmez. Duyuş, duygu ve söz-öncesi dil, sözel dilden önce gelişir. Davranışsal biçim ve biçem (form ve üslup) içerikten önce algılanır ve gelişmeye başlar. Bunlar kavramlar geliştikçe, sözcüklerle eşleştirildikçe gelişen içerikleri de hem belirler, hem de böylece kendileri de yeniden şekillenirler.
Tüm dünyadaki bireyler için de topluluklar için de toplumlar için de süreç, böyle başlar ve devam eder. Başka bir deyişle, bu hiyerarşi kültürden kültüre, coğrafyadan coğrafyaya ve insanlık tarihinde hakikat-ötesi zamanda da olsa hakikatte kolayca değişen bir sıralama değildir. Birey-insanların ve toplumların kolektif olarak “yaşam boyu eğitim-gelişim-öğrenme-yetkin performans-özneleşme-ahlaki sorumluluk-yasal müeyyide-demokratikleşme” serüvenidir.
Dünyayı veya toplumu yönetenler, iktidara hangi yönetim gelirse onun yandaşı, partizanı veya sempatizanları ile değiştirilen bürokratik veya başka “tüzel” kadrolar, birer soyut veya sanal fikir değildir. Her bir pozisyon gerçek ve somut bireyler ile doldurulup icra edilir. Yani tıpkı yönetilen çoğunluk gibi etten ve kemikten insandırlar. Hepsi bu süreçlerin birer ürünüdürler.
Bugün dillere pelesenk olmuş “empati” sözcüğü Türkçe’ye ithal edildiğinden beri kavram yerine hala oturmadı. Nitekim otuz kırk yıl önceki (ilki 1980’deki ve “psikoterapinin etkililiği” ile ilgili Yüksek Lisans tezimden!) akademik yazılarımda geçtiğinde redaksiyonda sempati diye düzeltirlerdi. Şimdi ise terim duygusal olarak çoktan yarılmış ve siyaseten kutuplaşmış toplumu iyileştirmek ve ülkeyi demokratikleştirmek amaçlı “didaktik çabaların” vazgeçilmezlerinden biri oldu.
Fakat sözcük “eşduyabiliş” olarak dilimize çevrilebilse de profesyoneller ve akademiklerce bile sıklıkla yanlış kullanılıyor. Dahası, kulaktan dolma öğrenilmiş veya ezberlenmiş, üzerinde düşünülmemiş pek çok diğer psikolojik terim gibi, geniş topluma da basmakalıp olarak aktarılıyor. Dolayısıyla onun olağan sonucu olarak, gündelik dile ve kültüre de yanlış yerleştiriliyor. Tabii çabucak da işlevsizleşiyor.
Bugün sosyal medyada yeniden bir vesile ile gündeme geldiği için Twitter’da da hatırlatmak gereğini duydum. Buradaki mesele önemsiz bir kavramsal ayrıntıya akademik titizlikle yaklaşmak değil: Bu kültüre “yabancı” ve fakat toplumun çağın gerekliliklerine uygun, bireysel ve kolektif demokratik gelişimleri için doğru öğrenilmesi ve kazanılması elzem olan bazı tutum ve davranışların zamanında edinilmesi. Yeterince “geç kalınmış” bu ülkede “yanlış” olanlar, “doğru” olarak yerleştikten sonra, geri alınması veya düzeltilmesi son derece güç oluyor zira.
Empati “kendini başkasının yerine koymak” veya Psikoloji literatüründen alımlayanların İngilizce’den devşirdikleri gibi “başkasının pabuçlarını giymek” değildir. Hatta bu metaforik anlatım yanıltıcıdır. Çünkü tersi söz konusudur: Esas marifet herkes kendi yerinde, pabucunda veya “tarafında” iken, hem kendi öznelliğinin ve olası yanlılıklarının, hem de başkasınınkilerin farkında olarak bunlara karşı anlayışlı ve saygılı olabilmektir.
Kimse başkası olamayacağı için, onun koşulları dışardan nesnel olarak ne kadar “aynı”, benzer veya tanıdık durabilse de, o kişinin veya kesimin onları nasıl yaşadığı kendi öznel gerçekliğidir. Halbuki “o koşullarda ben olsam ne yapardım” gayet insani, değerli ve sempatik bir çaba olsa da günün sonunda sizin kendinize ait tahminleriniz veya yansıtmalarınızdır.
Aynı şekilde, gayet iyi niyet ve dostane bir tavırla “Benim de başıma aynısı gelmişti” vs. demek ne anlamak için, ne de empati için yeterlidir. Ayrıca onun öznel gerçekliğini anlamak ve onun dünyasına girip eşduyabilmek için gerekli veya şart da değildir. Önemli olan onu içtenlikle ve dürüstlükle “duymak ve anlamak” amacıyla, yani gerçekten dinlemek ve hissedebilmektir. Anlamadığını da gerekiyorsa sormak ve acısını veya sevincini kendisinden öğrenmek istemektir.
Yani anlamamak, ayrışmak, çatışmak, itibarsızlaştırmak, karalamak, sataşmak, vs. üzere dinlemek kadar; anlamadan etmeden beğenmek, körü körüne idealize etmek, benzerlik bulmak, hayranlık duymak, özdeşim kurmak, aşık olmak, vs. için dinlemek de empatiye engel olur.
Apati ve (Anti-)siyaset
Diğer yandan, yukarıda da değindiğim gibi yenidoğanlarda daha ilk andan itibaren bu yatkınlık ve potansiyel doğal kapasite olarak vardır. Daha kendileri meramlarını yetişkinler gibi sözle anlatamaz, dolayısıyla çevresindekiler de onları kolay kolay anlayamaz ve dertlerini soramazken, küçük bebekler yetişkinlerin performanslarını “okuyabilir” ve onlarla “eşduyabilirler”. Karşısındakinin sevgisini, heyecanını, endişesini, korkusunu, öfkesini, acısını, vs. “duyuşsal olarak” hissedebilirler.
Nasılsa bir şeyden anlamaz etmez diye yanlarında yapılan kavgaları, şiddet içeren veya başka duygusal etkileşimleri algılarlar. Bu davranışlar, mimikler, jestler, vs. ne kadar abartılı ve dramatik ise o kadar iyi anlarlar. Elbette buna TV ekranlarında tanık oldukları siyasetçi demeçleri, tartışmalar, filmler, oyunlar, vs. görseller ve sesler de dahildir! Tıpkı şarkıların güftesini anlamasalar da bestesini dinlemeleri ve ona tepki vermeleri gibi.
Kısacası, insanlar beşikten mezara kadar doğal-maddi, sosyal-toplumsal, siyasi- kültürel çevreleri ile sürekli olarak ve bilfiil “etkin” oldukları diyalojik etkileşimler silsilesi içindedirler. Zaten siyaset de en politik ve temel toplumsal kurum olan iktidar-muhalefet güç ilişkilerinin yaşandığı ailede, evin içinde erken yaşlarda öğrenilmeye başlar.
İnsanların bireysel veya kolektif olarak daha sonraki tüm bilinçli/bilinçsiz tercihlerinde karşılaştıkları yeni, eski veya benzer durumları sempatik veya antipatik bulma ilk tepki(sellik)leri asla yok olmaz. Ne kadar didaktik veya rasyonel öğretilerden ve travmatik veya demokratik yaşantılardan geçmiş olurlarsa olsunlar bu gerçek değişmez.
Empati kapasitesi ve kazanılmış becerileri ise pratik edilmedikçe sönümlenir. Hatta belirli yaşantılara bağlı olarak tamamen yok da olabilir. Daha fenası “apati”ye de dönüşebilir.
Apati, basitçe çevresine (ve kendisine) duyarsızlık, kayıtsızlık, ilgisizlik, isteksizlik, motivasyonsuzluk filan demektir. Nörolojik, psikiyatrik, vb. bir sebebi olmaksızın da kültürel bir semptom olarak belirebilir ve kolektif olarak öğrenilebilir.
Nitekim günümüz koşullarında artık apatiye daha da sık rastlanır oldu. Özellikle yetişkinler veya anababalar kendilerinin veya kuşaklarının ilgi duyduklarına veya heyecanlandıklarına, çocuklarının veya gençlerin ilgi göstermemeleri karşısında üzülüyorlar. Hele adeta onları memnun edebilmek için çırpınmalarına rağmen “hiç bir şeyden zevk almamalarından”, tercihleri sorulunca “fark etmez” demelerinden falan çok endişeleniyorlar.
Toplumda zaten empati pek yok. Artık insanlar birbirlerine çok çabuk antipatik gelebiliyorlar. Yabancılara veya tanımadıkları insanlara ve meselelere karşı son derece apatik kalabiliyorlar. Fakat aynı zamanda da insanları yok sayıp veya ötekileştirip, onlara yabancılaşıp; sokaktaki “hiç tanımadığı” veya sanal ortamdaki muhtelif “patiler” ile aşırı empatik ve sempatik olabiliyorlar.
Siyasetçiler de bir yandan ilk kez oy kullanacak veya diğer gençlerin hem “politik” olup hem de sandıktan ve siyasetten giderek soğumalarını anlayamıyorlar. Ne yapıp edip, onların gözlerine girmeye ve genç kararsızların da oylarını kendilerine çekmeye çalışıyorlar. Empatisiz nafile!
Türkiye’nin yüzyıl sonundaki şu hali kaotik bir gürültü veya bir türlü tamamlanamayan bir “patetik senfoni” değil de nedir? Fakat tabii kendisine de bunu, yani acınıldığını veya yazıklanıldığını filan, pek hissettirmemek lazım. Zira hemen rencide olur veya milliyetçi kibri kabarır. Hani keşke ülke bu saptamamızı empati ile duysa ve gurur meselesi yapsa da doğru dürüst bir toplum olmak yolunda çabalasa ve değişse biraz!