[voiserPlayer]
Samsun’da bu hafta gündemde kendine yer bulan Atatürk heykeli aslında onu bayraklaştıranların gözünde yakın zamanda bir cemaat yurdunda maruz kaldığı baskılardan yılarak intihar eden gencin hikayesinin tetiklediği duygusal yoğunluktan paralel dindarlık-sekülerlik ekseninde yaşanan adaletsizlikler ve yılgınlığa karşı bir direniş sembolü ve tutunacak dal işlevi gördü ve imledi. (Güleryüzlü ve fraklı) Atatürk imgesi zaten Sarı Zeybek’ten beri özellikle kadınlarda kendi yaşam alanlarının serbestiyetine dair böyle bir sembolik anlam kazanmıştır. Aynı şekilde kadın cinayetlerine, hatta LGBT+ ayrımcılıklarına karşı da aynı sembolizmi yüklenebilmektedir. Ancak elbette hiçbir sembol sadece insanların ona yüklediklerinden ibaret değildir. Aynı sembolün başka ve çok daha otoriter-milliyetçi kullanımları ve tek parti döneminin pratikleri başka hafızaları da uyarmaktadır. Birçokları için de 2007’de (ve öncesinde de) aynı imgenin tüm tarihsel referanslarıyla beraber baskıcılığın dayanağı olarak kullanıldığı hatırası canlı ve gerçektir. Ancak hepsinde ortak olan evrensel hak ve hürriyetler dilinden konuşamayan ya da böyle bir bilince sahip olmayan kitleler için bu semboller ikame görevi görmektedir. Günümüzde hak ve hürriyetlere dayalı evrensel ortak dil konuşulamadığı sürece, hele popülizm çağında, sembollere esiriz. Ve semboller de çoğu zaman kendi gücünü dayatmanın kodları olduğu sürece.
Bir önceki yazıda Türkiye’de yıl boyu mevsimsel döngüyle anma ve hesaplaşma gündemleriyle tarihin suni ve hatta oportünistçe köpürtülen bir mevzu olduğuna dair farklı siyasal çizgilerden (ancak en çok da “her türlü yıkıcı/bölücülüğe hassas” geleneksel Atatürkçü-Kemalist cenahtan) gelen hesaplaşılması gereken eleştirilere karşı bu eğilimin afaki değil somut süreçlere (social construction of reality-Berger, Luckmann) dayandığının ortaya koyulması gerekliliği tespit edilmişti. Bu süreçler suni ve manipülatif değil gerçek toplumsal ve siyasal alana ait sorunlardan kaynaklanmaktaydı ve bir nevi onların türeviydi. Adı konamayan hissiyatlar bu tür sembollerle kendilerini dışa vururlar. Atatürk, Şeyh Rıza, Deniz Gezmiş vs. (hazin de olsa) tarihsel gerçeklikleriyle ilintisiz sembollerdir ve belli hissiyatların kodlanmış halleridir. Tarihsel kişilikleri ve gerçeklikleri mesafeli olarak ancak dar akademik ve entelektüel çevrelerde konuşulmaya mahkumdur. Dolayısıyla bu yazıda benzer eleştirilere dair kimliklerin özellikle sol ama aynı zamanda liberal ve muhafazakar siyasetlerde de (abartılı) görünürlüğünün ucuz ve kolay yoldan ajitasyon siyasetinden, “duyar”dan, “züppelikten”, entelektüel fantezilerden ya da “fonculuktan” türemediği; geniş bir çerçeveden bakıldığında tarihsel-sosyal bir zemine gömülü olduğu gösterilmeye çalışılacaktır. Aynı şekilde bu eleştiriler tüm bu gündemleri AK Parti payandası olarak YAE (Yetmez ama Evet) diye kodlanan bir tarihsel fikriyatı suni, köksüz, gaflet içinde ve hatta manipülatif resmetme için malzeme olmaktadır. Genel olarak sosyal medyadaki sjw/woke meme’leri ve karikatürizasyonlarının ötesinde bu trendlerin neye tekabül ettiklerini ve aynı zamanda kendi sorunları, karikatürleri ve çelişkileri üzerinde düşünmek gerekmektedir.
Tarih ve kimlik köpürtmelerinin (hele sosyal medyada) hepsi bir noktaya kadar tikel örneklerde “mağduriyet yarıştırmak”, oportünizm, “züppelik”, hatta bazı durumda proje yazarak fon almada bir ikbal kapısı olabilmektedir. Poppy olmak için, çevrelere dahil olmak için woke’luk da pekala belli çevrelerde entelektüellik, ahlaki üstünlük ve duyarlılık kısa yolları olarak işlevlidir ve popülerliği böyle bir kolaycı modaya ve taklitçiliğe dayanmaktadır. Ancak bu tikel örneklerin de ötesinde esas nokta tüm bu yansımaların ve fırsatçılıkların türev olarak ancak uygun bir siyasal-entelektüel-tarihsel konjonktüre oturduğu için mümkün olabilmesidir. Her dinamik, trend ve maddi gerçeklik üzerinde türlü türlü at koşturulacak yeni zeminleri belirler; aynı şekilde fırsatçılıklarını, vasatlıklarını ve klişelerini üretir. Bu eleştirilere yakın zamanda yaşanan büyük ekonomik kriz ve özellikle gelirlilerin (bir küresel olgu olarak da) sermayeye karşı gerileme trendi üzerinden (hatta bu sürecin yardakçısı gördüğü) “kültürel solu” yaftalayarak, hatta liberal fantezilere, neoliberalizme ve muhafazakar siyasete iteleyerek solu ekonomi alandan ve sol-popülizm ekseninden yeniden tanımlama çabası eklendi. Bu eleştirilerde ortak nokta derin ve maddi temelli tarihsel trendleri basit yanlış bilinç, kötü niyet ya da manipülasyonla açıklama eğilimidir. Oysa ki siyasal kültürün dönüşümü, doğruluğu ya da yanlışlığından bağımsız, yine siyasala ve toplumsala gömülüdür; bu sebeple birilerinin “aydınlanmasıyla” ya da manipülasyonlarıyla dönüşecek değildir.
Türkiye’de sosyalist sol 12 Eylül’ün ardından yasak ve baskının gevşemesiyle 1990’lar dönümünde bir yeniden doğuş heyecanıyla fikren de, örgütsel anlamda da hareketlendi. Kuruçeşme toplantıları olarak adlandırılan süreçte 1980 öncesi solun husumetli oluşumları eski kavgalarını gömerek birleşik solu kurmak için masa başında bir araya geldi. Ancak 1980’den beri köprünün altından çok su geçtiği gibi solun da bambaşka ayrışmalara gebe olduğu anlaşıldı. Zira on yıl sonra artık bambaşka bir evren olduğu gibi daha önce gündemde olmayan yepyeni tavır alınması gereken sorunsallar ağırlıklarıyla ortadaydı. 12 Eylül rejimi, mirası ve hesaplaşmaları, Özalizm iktisadı, yükselen İslami, Kürt ve Alevi hareketler solda yeni teorik ve pratik cevapları zorluyordu. Bu cevap sınıfı tek ve değişmez gerçek kabul ederek böyle bir muhataplığı anlamsız bularak reddetmektir. Bu tavır 1980 öncesi zihinsel ve kavramsal dünyayı zamana direnerek ve zamansal değişmeyi Marksizmin evrenselliği iddiasıyla reddederek sürdürme çabasıdır. Ancak bu yadsıyıcı tavır azınlıkta ve etkisiz kaldı. Geri kalan sosyalist oluşum, çevre ve kanaat önderleri bu dönüşümlerin yeni gerçekliğinde birbirilerine zıt tavırlar aldılar. Bu çatışan cevap ve tavırlar solu bu dönüşen siyasal, kültürel ve ekonomik evrende ya sol-Kemalizme (ve akabinde ulusalcılığa) ya da yeni sola/liberal sola sürüklediği gibi birbirlerine karşıt bu iki akım giderek solu heyula gibi sardı.
PKK’nın yanı sıra siyasal alanda yükselen siyasi Kürtlük ve tanınma taleplerine solun olumlayıcı, karşıt ya da kayıtsız üç çatışan tavrı üç güzergahı ayrıştırdı. Kadın ve eşcinsel kimlikleri ve hareketleri de solun kayıtsız kalamayacağı mücadelelerdi. Bu fikriyat kabaca Batı’da ’68 esinli yeni soldu. Ancak solun ana itici motorunun giderek sınıfa karşı sınıftan, kimlik tanınma taleplerine kayması sindirilmesi gereken bir dönüşümdü. Bunun yanı sıra PKK ile savaşın yanı sıra devletin bir şiddet aygıtı olarak ana hasım bellenmesi de solun pasifizme, anti-militarizme ve savaş karşıtlığına açılan yüzüydü ki bunlar (cephe stratejileri kullanımları dışında) solun alışıldık gündemlerine uzak ve yabancıydılar. Sosyalizm altın çağında (1945-1960’ların sonu?) bir kurucu proje olarak tüm üretim araçlarının kamulaştırıldığı ve üretimin devlet tarafından yürütüldüğü bir iktisadi sistem öngörüyordu. Ancak sadece Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist rejimlerin çöküşüyle değil aynı zamanda sendikal hareketlerin ve işçi sınıfı örgütlülüğün gerilemesi ve ’68 sonrası dillendirilen taleplerle Keynesyen ekonomi siyasasının da aşınmasıyla solun iktisadi omurgası çöktü; kitleler gözünde inandırıcılığını yitirdi. Bu zaman aralığında aynı zamanda iktisadi kökenli olmayan eşitsizlikler ve adaletsizliklere de yeni bir ilgi peydahlandı; cinsel, ırksal, etnik, kültürel ve diğer. Böylece sosyalizmin bir kurucu proje olarak çöküşünün ardından sol bir muhalefet tavrına dönüştükçe iktidar alanlarının baskıcı doğasını, bio-iktidarını ifşayı hedefledi. Buna göre artık iktidar ve tahakküm alanları kapitalizmden ibaret değildir. Aynı şekilde Türkiye gibi otoriter devlet mirası olan bir ülkede milliyetçilik, militarizm ve devletperestlik öncelikli hesaplaşılması ve faş edilmesi gereken kültürlerdir. Bu bakımdan Türkiye’nin homojen ve esnemez ulus-devletçi otoriterliğiyle mücadele sol için bir öncelikli gündem belirlendi. Bu yeni siyasal tahayyüller içinde sosyalizmin iktisadi omurgası ikincilleştirilirken birçokları bunu tamamen düşürdüler ve sol-dışı, liberal ya da yeni-sol kulvarı benimsediler. Bazıları ise sosyalizmi bir yaşam pratiği olarak sürdürme iddiasını korusa da bambaşka bir sol limana demir attılar.
Bu dönüşüm Türkiye’de 1990’larda en çok Kemalist ve giderek dönüştüğü haliyle ulusalcı sol tarafından gündemleştirildi. 1996’da kurulan ÖDP’yi “Amerikancı”, “neo-liberal”, “emperyalizmin maşası”, hatta “eşcinsel sol” olarak tanımladı. Bir başka hedefi ise sivil toplum kuruluşlarıydı. Birçoğu uluslararası fonlar da kullanan ve 1990’larda kadınlara, eşcinsellere, çevreye dair STK emperyalizmin hizmetkarıydı zira Perinçek’e göre bunlar solu sulandırmakta, onu emperyalizmin güdümünde ehlileştirmekteydi. Ana hedefleri cumhuriyet ve onun değerleriydi. Buna karşı ise kendisinin temsil ettiği gerçek sol, sosyalizmin ortodoksisinin yanı sıra bu aydınlanmacı, kamucu değerlere sahip çıkmak için cumhuriyetin mirasına sıkı sıkıya sarılmaktaydı. Çokkültürcülük gibi argümanlar ise sosyalizmin ortodoksisine aykırı olduğu gibi cumhuriyeti ve onun sosyalizmle ortak kökenini oluşturan aydınlanmacılığını sulandırmaktan ibareti. Eğer zaman 1980’de dursaydı bunlar çok daha ikna edici, tutarlı ve bütünlüklü eleştirilerdi.
Günümüzde toplumun çoğulluğu ve bileşenlerinin talepleri eşit vatandaşlık esasına dayalı paradigmayla aşılması yeterli olmayan ve farklı arayışlar gerektiren sorunsallar üretmektedir. Klasik modern anlamıyla cumhuriyet fikri tüm vatandaşların haysiyete layık, aynı ve eşit olduğu bir toplumsal sözleşme öngörmektedir. Kültürel farklılıklar ise siyasetin düzenlemediği bireysel/mahrem alana aittir. Siyaset ve devlet karışmadığı gibi ilgilenmez de. Taraf da olmaz. Ancak devletin tüm nötrlük iddiasına karşın eğitim dilinden dinin toplumsal görünümlerine, hatta evlilik kriterlerine bu nötrlük belli normallik kalıplarından hareket ettiği gibi bu alanlar siyasetin alanından ve düzenleyiciliğinden kaçamamaktadır. Bunlar Fransa’da Müslüman göçmenlerin dinsel hayatlarını kamusal alanda nasıl sürdürebileceklerinden Sihlerin motosiklet kaskı takmamasına, üstesinden gelinemeyen pratik sorulara cevap vermekte yetersizdir. Aynı şekilde cinsiyet ve cinsel yönelimler eşitlik ilkesiyle aşılamayacak sorunsallardır. Bunlar zaten Avrupa’da süregiden hukuki içtihatlarla adapte olarak dönüşmüş, evrilmiştir; ancak Türkiye’de katı ve esnemez ulus-devletçi paradigma bir direnişi sürdürebilmektedir. Aynı şekilde dondurulmuş bir idealize paradigma zihinlerde esnemeyi reddetmektedir.
Ulus-devletlerle Aydınlanma’nın paylaştığı ortaklıklar iyicil ve tek doğruyu toplumsal bir proje olarak benimsetebilme ve bir Aydınlanma kazanımı olarak yasal eşitliğin sorunları çözme kapasitesine iyimser inançlarıdır. Bu sebeple her ne kadar Aydınlanmacılığın mirası ve temsil ettikleri ulus-devlet otoriterliğinden çok uzak, hatta ona tezat oluştursa dahi Türkiye gibi otoriter modernleşmeci ideali benimsemiş ülkelerde bu tür bir çakışma söz konusudur. Bu sebeple de her ikisine yönelik liberal, muhafazakar ve sol karşıtlıklar bütünleştirilebildi; hatta bu bütünleşme önlenemez hale geldi. Bu örtüşmelerle 1990’larda Türkiye’de yeni bir söylem olarak Aydınlanma ve ulus-devlet/milliyetçilik/Kemalizm eleştirileri iç içe geçti. Bu tavırlar bütünü bir zamansallığa oturmaktadır. İdeolojileri aşan şekilde bu zamansallıktaki toplumsal ve tarihsel yapılar yeni kavramları ve kategorileri üretmektedir ve ideolojileri ortak keser. Dolayısıyla sosyalist soldan liberalizme ve muhafazakarlığa farklı ideolojik bileşkeler kendi meşreplerini, devraldıkları düşünsel kalıpları bu çağa uyarlarlar. Burada elbette stratejik ve taktiksel hesapçılıklar da işleyebilir. Pekala Türkiye’deki sağ-muhafazakar fikriyatın 1990’larda yeni bir keşif alanı oldu ve siyaseten faydalı oldu. Alışıldık muhafazakar eleştirellikler bu bileşenler üzerinden takviye edilmiş oldu. Sol için de pekala meşruiyet genişletmek üzere cephe stratejileri olarak görülebilir. Ancak bu ideolojilerin kendi yaşamları olduğu gerçeğini yadsımamıza neden olamaz. Dolayısıyla gerek sosyalist solda, gerek liberalizmde, gerek de muhafazakar söylemlerde bu kavramsal ve düşünsel kırılmaların karşılığını görmeyi yapay ve hatta kasıtlı, planlı görmek tarihselliği ve toplumsallığı ıskalamak anlamına gelecektir.
Siyaset 19. yüzyılda Fransız Devrimi’nin çizdiği siyasal-kültürel zeminin ürettiği kavramsal kalıplar tarafından belirlenmişti. Bir tarafında her türlü baskıdan azade olmayı (“özgürleşme”yi) talep eden özgürlük fikirleri; öte tarafta bu talepleri ve ihtirasları geleneksel toplumsal hiyerarşileri ve ahlaki düzeni altüst edecek sapkınlık gören iki fikriyat, Avrupa çapında sağ ve sol olarak karşı karşıya geldi ve liberalizm, romantisizm, milliyetçilik gibi fikriyatlar hep bu ikilikte konumlandı. Sosyalizm ise soyut özgürlük ve eşitlik fikirlerinin ekonomik alana dokunmadan havada kaldığı ve sahte olduğu gözlemi üzerinden yükseldi ve hem mobilize ettiği geniş fakir şehirli yığınlar, hem entelektüeller nazarında sağ-solu yeniden tanımladı. İktisadi eşitsizlikler ve çatışmalar sağ-solu yeniden tanımlamış oldu. Bu sebeplerle ’68 sonrası sağ-solun yeni toplumsal çelişkiler ve ilişkiler ağı içinde yeniden uyarlanması bir kopuş değil devamlılıktır. Farklı ve çatışan toplum, birey, doğa ve toplum tahayyüllerine dayalı fikriyatlar kendi zamanlarını bu meşreplerince anlamlandıragelmişlerdir. Bugün de elbette çevrecilik, kadın ve LGBT+ gündemleri, göçmenler çağında ona göre milliyetçilik, popülizm çağında yerlicilik kendi siyasal zeminlerini ve ayrışmalarını üretmektedir. Elbette bunlara cevapların yüz yıl önceye referans veren basit ikilikleri değil iç içe geçmiş bir karmaşa üretmesi de eşyanın tabiatıdır.
Kimlik siyasetinin aşılması için gereken, bunları üreten ve eşitsiz dağılan adaletsizliklerin aşılmasıdır. Kimlik siyasetinin açmazları onu yok saymayı gerektirmez. Aksine gündemsiz bıraktırmayı gerektirir. Ancak kimliksel farklılıklarının toplumsal düzeyde önemsizleşmesi bunların maddi zeminlerini kaydıracağı gibi önemsizleştirecektir de. Kuşkusuz kimlikleri görünmez kılmak mümkün değildir; ancak hayatın akışı içinde silikleştirmek mümkündür. Bu zaten tarihsel referansları da maziye ait kılacaktır. Elbette en sağlıklı siyasal zemin eşit, özgür ve haysiyetli vatandaşlardan oluşan kamusal alanın inşasından geçmektedir.
2022 Türkiye’sinde (woke’luk pasaportu görülen) LGBT+ vs. bir kenara, hiç kimse ana akım sosyal medyada dahi sesi duyulmayan Güneydoğu’da kol gezen olağan şiddet ortamında Kürtlerin eşit derecede mağdur olduğunu söyleyemez. Ölen, öldürülen, acı çektirilen insanlar sembollerden çok daha önemli, gerçek ve öncelikli olduğu gibi bu mağduriyetler sembollerde ve kimliklerde yoğunlaşmaktadır. Burada elbette yapılması gereken mağduriyet yarıştırmak değildir ancak konuşurken sözlerimizi bilmektir. Eşitsiz mağduriyetler sönümlendiğinde ya da en azından siyasi muhatapları mıy mıyının ötesinde bu yönde irade koyabildiğinde elbette yapılması gereken ortak gelecek inşasıdır. Gerçek bir eşitlikçi ideal ancak bu şekilde tesis edilebilir. Sembollerse bazen bu gibi yalın ve haşin gerçeklerin metaforlarıdır.
Fotoğraf: Joakim Honkasalo