[voiserPlayer]
Türkiye’de 1990’lar partilerin iflas ettiği bir dönemdi. 1983-1991 arası ANAP’ın istikrarlı tek parti iktidarının ardından 1990’lara koalisyonlar damgasını vurdu. Güçlü hükümetler çıkmazken aynı zamanda partiler arası çatışma ve pazarlıkların yoğun yaşandığı bu on yıl siyaset kurumunun çürümesini de resmetti. 1989’da üç büyük kenti almış ve yerel seçimlerden birinci parti çıkmış SHP 1991 sonrası İstanbul’da 700 bin marklık bir yolsuzlukla yıpranmışken ANAP ve DYP ise bir tarafta Tansu Çiller’in mal varlığı, öte tarafta ANAP’ta ortaya çıkan Çakıcı bağlantısı ve diğer yolsuzluk gündemleriyle düzenli olarak birbirlerini hedef almaktaydı. Böyle bir ortamda siyasi partiler yolsuzluk ve çürümüşlükle özdeşleşti. Öyle ki tam bu siyasal çürüme üzerine bir ak sayfa açmak üzere gelen ismiyle müsemma AK Parti; yeni bir parti olmaktan çok partilerin çürümüşlüğüne karşı adeta bir anti-parti olarak, bu partilere bir reddiye olarak, bir “millet hareketi” olarak 2002’de kurucularının da ummadığı kadar kolay şekilde tek başına iktidar oluverdi.
Particilik, Türkiye siyasal kullanımında menfaatçilik, oportünizm ve dalaverecilikle özdeştir. Zübük mesela tam bir particidir. Herkese partilerde siyaset yapmaktan uzak durması tavsiye edilmiştir zira partiler ancak çıkar ve bağlantı peşindeki üçkağıtçıların yurdudur. Tabii ki bu durum Türkiye’ye özgü değildir. Particilik müreffeh ve ileri demokratik Batı Avrupa ülkelerinde de benzer çürümüşlük, oportünizm ve menfaatçilikle tanımlanagelmiştir. Bu imgeler de elbette bariz bir gerçeklikten türemiştir. Partiler az ya da çok kişisel ilişkilerin, yanaşmacılığın, bağlantıların ve maddi çıkarların devrede olduğu yapılardır. Doğrudan güce, nüfuza ve bu güçten, nüfuzdan devşirilecek maddi menfaate ulaşmanın en kolay yolu olarak fazlasıyla yozlaşmış yapılardır. Bu durum partilerin yapıları gereğinin ötesinde özellikle denetim ve hesap verebilirlik mekanizmaların işlemediği (ve aynı zamanda kişisel ilişkilerin daha belirleyici olduğu) sistemlerde çok daha kaçınılmazdır. Benzer bir toplumsal polemik 31 Mart seçimlerine giden yolda CHP’nin kurumsal kültürüne (ya da kültürsüzlüğüne) dair yaşandı. Özellikle kapalı kapılar altında belediye başkan adaylarının şunun bunun adamı olmasına ya da belli çıkarları temsil etmesine dayalı belirlenmesi ve bu aday belirleme sürecinin partideki çatışmaları görünür kılması CHP’ye karşı muhalif kamuoyunda (24 Haziran hezimetinin hayal kırıklığıyla birleşmiş) bir öfkeyi tetikledi. Bu ahlaki tavır azımsanmayacak miktarda CHP seçmeninin 31 Mart’ta bu yozlaşmaya alet olmamak için oy vermemeye gitmesine vesile oldu.
Ancak popüler siyasi söylemlerde partilere dair bu olumsuz yargılar siyaset bilimcinin ve tarihçinin soğuk bakışlarından gördüğünü saklamamalıdır. Siyaset bilimci ahlaki yargılardan çok mekanizmaların işleyişlerini ve ilişkilerini haritalandırmakla iştigal eder. Siyasi partiler de belli bir tarihsellikle ortaya çıkmış, farklı coğrafyalarda belli seyirler izlemiş, bazılarında gürbüzleşememiş kurumlar olarak siyaset bilimci için temel bir kurumdur. Maurice Duverger’in 1951 tarihli Siyasi Partiler kitabı bir dönemin siyasi partiler ve siyasi parti rejimlerine dair başlangıç kitabıydı. Ancak bir dönemin bakış açısını, paradigmasını ve en önemlisi tam II. Dünya Savaşı sonrası şekillenmiş parti rejimleri dünyasını yansıtan bu kitap elbette bugün yerine çok farklı ve yeni bakışlara bıraktı. Siyasi partiler tarihsel ve güncel bir kategori olarak geniş bir inceleme sahasının nesneleridir.
Düşünülmelidir ki diktatörlüklerin bile kayda değer kısmında gayet de işleyen (tek) partiler olageldiği gibi bu diktatörlüklerin de kurumsallıktan liderlerin şahsına kanalize olması partilerin çözülüşüyle beraber gelmiştir. Partiler nasıl kurumlardır ki sadece çok partili demokrasilerde değil, siyasal alanın (görünürde) var olmadığı siyasal rejimlerde dahi bir ihtiyaca karşılık gelmekte, benzer mekanizmalar işlemekte ve iktidar yapıları tarafından sürdürülmektedir. Bazı otoriter rejimlerde, tıpkı Nasırcı Mısır’da olduğu gibi, iktidar liderin karizmasından parti yapılanmasına aktarılırken, Franco İspanya’sında olduğu gibi, bazı diktatörlüklerde parti pasifize olmakta ve güç işlevini göremeyen partiden iktidarın şahsına yönelmektedir. Türkçe’ye yakın zamanda çevrilen Demokrasi Dışı Siyaset: Otoriterlik, Diktatörlük ve Demokratikleşme (Xavier Marquez, İletişim Yayınları, 2019) kitabında da güzelce tartışıldığı üzere partilerin tek partili otokrasilerde de bir tarihsel seyri, dönüşen işleyişleri vardır.
Partiler demokrasilerin tesisinde ve akabinde tesis edilmiş demokrasilerin işler şekilde süregitmesini sağlayan esas oluşumlardır. Fransız Devrimi’nin ardından tüm vatandaşların katıldığı ilk seçimler yapılmışsa da Fransa’da dikkate şayan şekilde 19. yüzyıl sonlarına kadar siyasi partiler teşekkül etmemiştir. Bunun sebebi Fransız cumhuriyetçiliğinin doğrudan ve dolaysız millet iradesinin tecessüsünü esas almasıdır. Siyasi partiler aracılar olarak bu doktrin için doğrudan temsili yozlaştırıcı bulunmuştur. Vatandaş doğrudan kendi temsilcisini seçmelidir. Fransa’da 19. yüzyılı boyunca gelip giden cumhuriyet, peşi sıra darbeler devrimler derken sürdürebilir temsili sistem 1870’de III. Napoleon’un Sedan hezimetinin ardından iktidarını kaybetmesiyle ilan edilen III. Cumhuriyet’in ikinci on yılıyla beraber oturmuştur. III. Cumhuriyet’in ilk on yılında kralcıların ve diğer cumhuriyet karşıtlarının parlamenter ağırlığı altında cumhuriyetin çok devam etmeyecek gibi görünmesine karşın cumhuriyet kendini oturtabilmiş ve kalıcılaştırabilmiştir. Bu süreçte farklı siyasi çizgiler de örgütlü yapıları oluştururken partiler ortaya çıkmıştır.
Siyaset bilimci Stephen Hanson kitabında (Post-Imperial Democracies, Cambridge University Press, 2010) III. Cumhuriyet Fransa’sı, Weimar Almanya’sı ve Sovyetler Birliği sonrası Rusya’daki siyasi rejimleri ve partiler sistemlerini üç mukayeseli örnek olarak ele alır. İlki demokrasin oturması açısından olumlu örnek sunarken, diğer ikisi tam aksidir. Hanson’un temel argümanı sürdürebilir demokrasilerin tesisi için bir kitleselliğe ulaşan ama aynı zamanda örgütlü bir mobilizasyonu da sağlayacak tanımlanmış ve içerikli ideolojilerin elzem olduğudur. Ancak fikirsel ortaklık üzerinden bir araya gelmiş güruhlar bir örgütlülükle siyasal alanda yer tutarak demokrasinin paydaşları olabilir. Partiler işte bu farklı siyasal ve ideolojik çizgilerin örgütlü ve güçlü şekilde temerküz merkezleri olarak işlev görürler. Rusya’da güçlü partilerin yokluğu siyasal alanın kurulamamasını getirmiştir. Bir başka çalışma ise Steven Levitsky ile beraber Trump ABDsi ve dünyasına dair bir popüler kitap da kaleme almış (Steven Levitsky, Daniel Ziblatt, How Democracies Die, Crown, 2018/ Demokrasiler Nasıl Ölür, Salon Yayınları, 2018) Daniel Ziblatt’ın güçlü muhafazakar partilerin demokrasilerin oturmasında gördüğü kritik işlevini gündeme getirdiği kitabıdır (Conservative Parties and the Birth of Democracy, Cambridge University Press, 2017). Ziblatt’a göre 19. yüzyıl sonralarında İngiltere’de Muhafazakar Parti aslen İngiliz büyük toprak sahibi aristokratların kendi sınıf çıkarlarını yansıtan bir örgütlenme olarak kurulsa da otonomlaşmış siyasi parti hüviyeti kazandıkça bu çıkarları siyasal alanda temsilinde bir müzakere alanını kabullenmiş ve kendi çıkarlarını kamu oyunda temsil ederken ılımlaşmak durumunda kalmıştır. Almanya’da ise büyük toprak sahiplerinin birliği olarak kurumsallaşan muhafazakar parti (DKP) gerçek anlamda yaygın ve kurumsal bir parti örgütlenmesine gitmediğinden sadece büyük toprak sahiplerinin sınıfsal ve iktisadi çıkarlarını savunan bir çıkar örgütü olarak kalmıştır. Dolayısıyla kendi sınıfsal çıkarlarını siyasal alanı muhatap almadan, daha doğrusu ona alan açmadan savundukça demokratik alan inşa edilememiştir. Oysa ki DKP gerçek anlamda teşkilatlanmış ve hiyerarşiye dayanan parti olsaydı süreç çok farklı olabilecekti. Parti bir siyasal aktör olmak yerine galiz bir çıkar örgütü olarak 1918’e kadar süregitmiştir.
Siyasi partiler bir çok bakımdan aracılardır. Devletle toplum, yasamayla yürütme arasında olduğu gibi belki daha da önemlisi farklı ve çatışan toplum kesimleri arasında da aracılardır. Aynı şekilde partinin dayandığı taban içinde dahi bir ortaklaşmayı tesis etmesi ve tavandan tabana bir bütünleşme sağlaması da gördüğü hayati bir işlevdir. Bu sebeple uzlaşı ve ortaklaşma kanallarını açmakla, ve çatışmaları kurallara ve yasallığa bağlamaları ya da ara yollarla yumuşatmalarıyla partiler demokrasinin genişlemesinin yapı taşlarını oluşturur.
Türkiye özeline geldiğimizde ise biraz daha önceden başlayarak son beş yılda partilerin eridiğini gördük. Öncelikle eriyen parti AK Parti oldu. Tayyip Erdoğan şahsi otoritesini parti örgütünden ayrıştırma sürecinde gücü partinin kurumsallığından alarak bu nüfuz ve gücü a-) kendi şahsına b-) devlet kurumlarına c-) partinin çeperindeki nüfuz alanları ve kişisel bağlantılara aktardı. 2010’ların başında başlayan süreç 2018’de başkanlık sisteminin yürürlüğe girmesine tamamlandı. AK Parti iktidarsızlaşmış oldu. İkinci eriyen parti ise MHP oldu. Devlet Bahçeli 2016’da toplanan imzalar sonucu toplanması gereken olağanüstü kongreyi yargı yoluyla engellerken bir taraftan da AK Parti ya da daha doğrusu Erdoğan ile şahsi bir ilişki kurarak MHP’yi muhalefet blokundan iktidar blokuna geçirdi. Bu durum ise milli menfaatler üzerinden meşrulaştırıldı. Zira milli menfaatler söz konusu olunca parti ayrışmaları söz konusu olamazdı. Ancak ilginç olan bu ittifakın bildiğimiz anlamda bir koalisyon şeklinde olmamasıydı. Zaten 2015 Haziran seçimlerinde AK Parti tek başına hükümet kuracak çoğunluğu bulamadığında en doğal ve ilk akla gelen seçenek AK Parti-MHP koalisyonuydu. Ancak bu ihtimali Bahçeli o zaman çok sert bir şekilde reddetmişti. Bir yıl sonra Kasım 2015 seçimlerinde kurulmuş parlamentoda ise AK Parti’nin güçlü bir çoğunluğu vardı. Bu yeni ittifak bir parlamenter aritmetiğe dayanmıyordu. Ancak Gülencilerin devletten tasfiyesi AK Parti’yi devlette dayanak ve zafiyet içinde bırakmıştı ki MHP’nin bürokraside etkin varlığı bir destek olarak koşuldu. Ancak bundan da öte MHP ile ittifak bir yeni yönetme meşruiyeti ve gücü (empowerment) de vaat ediyordu. Ancak devlet katındaki bu güç arayışı siyasal alanın da tavsamasını getiriyordu. MHP gayrısiyasal bir zeminde genişleme alanı bulurken MHP parti olarak anlamsızlaştı. Zaten olağanüstü kongrenin toplanamaması sonucu partinin hem ağır toplarının, hem de yerel teşkilatların gövdesinin partiyi terk etmesiyle MHP teşkilat anlamında da partisizleşmişti. Söz konusu iki parti de, parti olarak gördükleri siyasal işlevi yitirdiler ve yeni nitelik kazandılar.
MHP ile AK Parti devreden çıkarak ilişki tamamen iki lidere angaje edildi. Zaten tam bu sırada MHP’nin desteğiyle kotarılan başkanlık sistemi iktidarın dayanağını parlamentodan çıkartarak şahsileştirmekteydi. Başkanlık sistemiyle beraber, Yıldıray Oğur’un “Cumhurbaşkanlığı Sistemi: Neye Niyet, Neye Kısmet!” (Karar, 29 Temmuz 2019) yazısında kulislerden aktardığı serzenişlerinde ifade ettikleri üzere AK Parti’li vekiller de artık herhangi bir etki ve kıymetlerinin kalmadığından, önemsiz bürokratların bile kendilerine randevu vermediklerinden, yok sayıldıklarından yakınmaya başladılar: “Hükümetimizi kurduktan sonra, genel müdür, daire başkanı olabilmek için onlarca kez kapımıza gelen, bizi ataması için her gün defalarca arayan kişiler, şimdi bayramda, resmi, törenlerde benim 10 adam önümde duruyor. İşe girmesini, atanmasını sağladığım kişi en önde, ben en arkada yürüyorum; dönüp bir de küçümseyerek bakıyor. Telefonumuza çıkmıyor, randevu vermiyor…”; “Vali, iki kaymakamı yanına çağırıp ‘Bundan böyle siz siyasi hiçbir kişi ile görmeyeceğim’ talimatını veriyor. Kaymakamlar yüzümüze bakmıyor.”
Zira artık güç doğrudan bürokrasi ve devletteydi. Aynı şekilde parti örgütlülüğüne ve fikri temsile dayanmayan partilerin mücavir alanlarındaki kişisel bağlantılar ve etki sahalarındaydı. Zaten MHP’nin bu yeni etkinliği partinin açtığı siyasal kanaldan değil devlette kadrolaşma ve ağırlığı üzerinden gerçekleşti. MHP aslında tarihsel olarak da asıl olarak etkisini, hatta varlık nedenini böyle bir ilintiye dayandırmıştı. Hangi sağ iktidar gelmişse gelsin, MHP bürokrasiyi mümbit bir tarla olarak işlemişti. Bununla beraber bu durum bu süreçte çok daha barizleşti, siyasal alan tamamen düştü. MHP artık bu seyri partiler üzerinden değil doğrudan bürokrasi aygıtı üzerinden yönetmeye başladı. Benzer şekilde AK Parti de sadece fikri değil siyasal alandan çekildi ki bu durum AK Parti içinde yukarıda bahsedildiği üzere homurdanmalara neden oldu. Zira yeni sistem yasamayla yürütmeyi ayırırken yürütmenin parti dayanağını tamamen hükümsüzleştirmişti. AK Parti siyasetin merkezinde olmaktan uzaklaştı.[1]
Türkiye’de sadece siyasal alandan atılan HDP değil, MHP ve AK Parti de bu bakımdan siyasi parti işlevi görmekten çıktılar. Burada zaten bahsettiğimiz toplumsal ve siyasal çeperde yer alan HDP değil iktidarın ta kendisini temsil etmekte olanların partisizleşme sürecidir. Partiler ortadan çekilirken geriye de fikri temsili ve siyasalı örgütleyecek mekanizma ve kurumlar geride kalmadı. AK Parti teşkilatlar üzerinden taban ve yerelle merkez ve tavanı uzlaştırma niteliğini ve esnekliğini kaybetti. Teşkilatlar da etki ve anlamlarını yitirdiler. Partilerin sadece parlamentoda ya da başka alanlarda sadece kendi siyasal rakipleriyle (CHP, HDP, vs.), farklı siyasal odaklarla (meslek odaları, barolar, iş dünyası, STKlar) karşı karşıya gelmesi anlamında değil, kendi tabanı, etki alanı ve kitleselliğiyle de temasını yitirdikçe demokratik alan daraldı. Ziblatt ve Hanson’un çalışmaları bu bakımdan güncel Türkiye’yi anlamlandırmak için bize anahtar sunuyor. Pekala Türkiye örneği ileride başka bir karşılaştırma siyaset akademisyeninin bir çalışmasına malzeme olabilecektir.
Zaten günümüzde deneyimlediğimiz bu süreç Türkiye’ye özgü ve istisnai değildir. Popülizmin yönetim teknolojisi partileri devreden çıkartarak kitleyle doğrudan duygusal bağ (bond) kuran liderlerin tüm sorunların müsebbibi olarak gösterdiği ara kurumları tasfiye etmesine ve güçlerini bu yıkıntılardan devşirmeye dayanır. Bu ara kurumlar, bürokrasiden, siyasi partilere demokrasinin ve toplumun/milletin doğrudan iktidarı üzerinde tahakküm kurmaktadırlar zira. Oysa ki bu süreçte daha da sarih şekilde gözlemlendiği üzere bu ara kurumlar bir toplumsal müzakere olarak demokrasinin yapı taşlarıdır. Trump sadece partinin başkan adayı olabilmek için üye olduğu Cumhuriyetçi Parti’yi ve tüm parti müesses nizamını çaresiz ve iktidarsız bırakırken, Doğu Avrupa’dan Latin Amerika’ya partiler tüm örgütleri, örgüt kültürleri ve ilişki ve nüfuz ağlarıyla benzer bir erimeye maruz kalmıştır. Popülizm kendi yönetim teknolojisine en büyük engel olarak partileri saptamış ve onları işlevsiz bırakmaya yönelmiştir. Trump’ın “bir avuç elit söylemi” Demokratlar ve “liberal müesses nizam” kadar Cumhuriyetçi Parti’yi de hedef almaktadır. Bu söylemler dünyanın her tarafında bu zamana kadar muhafazakar partilerin yıkıntıları üzerine yükselmektedir. Hatırlanmalıdır ki popülizmin erken örneği Berlusconi 1994’te İtalya’yı elli yıldır yönetmiş Hıristiyan Demokrat Parti’nin yıkıntıları üzerinden şahlanmıştı. Zaten Ziblatt’ın yukarıda bahsedilen kitabının çok güncel olması da bize yeterince şey anlatmaktadır. Ziblatt bellidir ki mevcut küresel siyaset gerçeklikten esin ve gözlemle bu olan biteni tarihsel alana da uyarlamaya yönelmiştir.
Karşılaştırmalı siyaset tüm güncel polemik ve kir tozun altında bize Türkiye’ye dair bir şeyler anlatıyor. Bir şablonu başka yerde uyarlamak için değil ama bize bir görü sağlaması için. Partilerin ise yapısal işlevleri ve bir sigorta işlevi gördükleri de Türkiye’deki partisizleşme sürecinde daha net görüldü. Tarihsel kurumlar uzun süreli bir “tarihi bilgeliği”n imbiğinden damıtılmışlardır belki de. Türkiye’de siyasi partilerin tabela olmalarının ötesinde işlevleri üzerine daha çok konuşmak gerekmektedir. Belki de onca yıl tüm yozluğuyla tesis edilen yanaşmacı ağlar, patronaj ilişkileri vs. yürütücülerin menfaatçileri bir yana, bir siyaset bilimci tarafından daha dikkatle okunmalıdır.
Fotoğraf: Joakim Honkasalo
[1] Aslında tam uyuşmasa da benzer bir süreci 2000’lerde CHP için gözlemlemiştik. CHP öyle ya da böyle merkezin solunda yer alan bir parti olmaktan AK Parti iktidarıyla beraber uzaklaşmış, bir milli güvenlik bürokrasisinin siyasi kanadı haline gelmiş, partiden siyasal temsili olan isimler uzaklaştırılmış ve parti Deniz Baykal yönetiminde partisizleşmişti. Kendi seçmen kitlesi de buna destek vermişti. Ancak bu umulanın tam aksini getirmiş, AK Parti iktidarına karşı bir siyasal karşı-ağırlık oluşturamamıştı. CHP 2010’la beraber gitgelli bir yeniden-partileşme sürecine girdi.