[voiserPlayer]
Bilmem sizin başınıza hiç geldi mi ama bazen yeteneğinden emin olduğunuz becerikli bir sanatçının ardı ardına çıkardığı eserlerle sizi yorup hüsrana uğratması, sonra ona karşı neredeyse düşmanca hisler beslemeniz… Belki o kadar sık olan bir şey değildir ve ben bu gibi tepkilerimi genelde sürü psikolojisine benzer refleksler gösteren fandom kitlesinden azade yaşıyorum.
Bir sanatçıya ve eserlerine güvenmek onlara duygusal yatırım yapmak bence muazzam bir his. Çünkü hiç tanımadığınız bir insanın yaratıcılığı sonucu ortaya çıkan bir şeye aidiyet hissediyorsunuz. Örnek olarak ömür boyu aklımdan çıkmayacak bir alıntı paylaşmak isterim. Akira Kurosawa ve filmografisine dair bir belgesel izliyordum. Belgeselde işin akademik tarafına eğilmişlerdi ve bir öğretmenin öğrencilerine Kurosawa ile ilgili yazdırdığı makaleden yapılan alıntı çok güzeldi: “Ben Bay Kurosawa hakkında hiçbir şey bilmiyorum ama filmlerinden gördüğüm kadarıyla kendisi benim hakkımda çok fazla şey biliyor”. Cronos filmini misal ilk izlediğimde Guillermo Del Toro hakkında aynen buna benzer şeyler hissetmiştim. İzlememin üzerinden çok zaman geçti ama The Devil’s Backbone da aklımda iyi yer etmiş bir eserdi. Blade II ve Hellboy eh işte idi ama Pan’s Labyrinth ile bu hayranlık neredeyse alt üst olmuştu.
Bana göre görsel anlatım dili güçlü olsa da hikâye unsurları tamamen kötü bir anlatım dili ile filmi ve muhteşem atmosferini boğuyordu. İyi bir materyalden yanlış bir iş çıkartmanın en popüler örneğidir benim gözümde hâlâ. O film sonrasında asla eskisi gibi düşünemedim hakkımda. Ta ki Shape of Water’a kadar. 2018 Oscar ödül töreninde en iyi film seçilmesi ile elbette alakası yok. O sene Get Out tarafından sürklase edilmişti bence kalite açısından ama iyi bir dünya inşası, görece düzgün bir anlatım dili vardı. Make Del Toro great again der gibiydi. Hak ettiğinden daha fazla ilgi ve övgü aldığını düşünsem dahi uzun yıllardan sonra Del Toro’dan çıkmış en ilgi uyandıran işti. Tabi Del Toro pek boş durmayı seven birisi değil geçen süre zarfında prodüktör ve senarist olarak pek çok projede görev üstlenmeye devam etti ve imzasının olduğu yeni işler peşi sıra gelmeye devam ediyor. Nightmare Alley yönetmen ve senarist olarak katkıda bulunduğu en son film olarak vizyona girdi bile.
Peki bu filmde ne anlatılmak isteniyor? Bir nostalji satışı mı esas odaklanılan? 1940ların o cazibeli ve noir atmosferi mi pazarlanıyor bize, yoksa garip bir freakshow merkezine alıp insanların aklının almayacağı bir yöne mi çekiliyoruz? Aslında ikisi de değil. O ilk başta dikkatimizi çeken hikâye katmanlarının en derininde inanma ihtiyacı, güven istismarı ve bunun bireysel ve kitlesel ölçeklerde icrası var gibi. Tabi ki başka seyirciler farklı çıkarımlar yapabilir ama özellikle Bradley Cooper’ın hayat verdiği Stanton karakterinin dönüşümü ve arka planda anlatılan şeyleri birbirine paralel kıyaslayınca aslında başka insanları yönlendirerek yükselmenin ne kadar karşı konulamaz bir dürtü olduğunun irdelendiğini düşünebilirsiniz. Gerek özel hayatınızda ve profesyonel seçimlerinizde gerekse politik tercihlerinizde çok önemli bir yer tutar bu. Ve genelde de nahoş bir netice düğümlenmeden başınıza ne geldiğini anlayamazsınız bile. Bazı insanlar sonrasında da anlayamaz ama herkesin trajedisi kendisine elbette.
Tutkulu, karanlık ve cezbedici, 85/100
Yönetmen: Del Toro’nun neredeyse tüm yaratıcı sermayesi ile dahil olduğu bu eserdeki tercihlerinin çoğu tam isabet. Hikâye anlatım şekli, kullandığı teknikler, oyunculardan istifade etme şekli… Neredeyse mükemmeliyete yakın bir kavrama ve adanmışlık ile her şeyi biz seyircilerin önüne sunmuş. Bir ara çıkardığı eserlerle her ne kadar barışık olmasam da sinemaya olan aşkına dair asla şüphem olmayan Del Toro’nun en tutku dolu işlerinden birisi. Bazen anlatımı aksatsa da bu tutku, bir ziyanı yok.
Senaryo: Anlatmak istediği şeyden tutun da seçtiği dönem ve yerlere kadar titizce çalışılmış bir hikâye var ortada. Karakterlerin derinliği ve üstlendiği roller de fevkalade önemli. Pek fazla masumiyet bahşedilmese de hepsinin farklılaştığı ve bir uyum içinde birbirini tamamladığı bir akış var ve bu gayet tatmin edici. Bazı yan hikayelerin gereksiz ve sonuca neredeyse etkisi olmayan veya abartılı şekilde üzerinde durulmasını geçebiliriz ama genelde ikna edici, neredeyse karanlık bir masalı anlatan gidişatı ile cezbeden bir anlatı var elimizde. Bir de filmin sonuna gelirsek. Ben finali çok sevdim. Ama gerçekten güzel olduğu için mi yoksa tahmin ettiğim için mi sevdim tam emin değilim. Ama her ne kadar sürpriz olsa da filmin çeşitli yerlerinde ip uçları saklamışlar.
Oyunculuk: 2021 Bradley Cooper’ın yılı galiba. Önce Licroice Pizza’da önemli bir rol üstlendi, bu da yetmeyince Nightmare Alley’de devleşmiş. Belki de kariyerinin en iyi performanslarından birisi. Geçmişinden kaçan bir çulsuzun karakter gelişimini çok güzel yansıtmış, Cate Blanchett femme fatal mi yoksa bir kurban mı diye izleyicinin kafasını karıştırmaya gayet müsait. Ron Pearlman gayet iyi Willem Dafoe rahatsız edici. Bir tek Rooney Mara kaşesine hak bir performans gösterememiş ama biraz da yönetmen tercihleri ile alakalı bu.
Sinematografi/Diğer: Çekimler gerçekten çok net. Detaylar üzerinde çalışılmış. Yollar, çevre tasarımı, binalar… Hatta iç tasarımlar gayet zevkli ve izlenilen anın ruh hali ile uyumlu ögelerle bezenmiş. Kamera kullanımına da özellikle hayran kaldım çünkü anı anlatmaktan öteye geçiyor etrafta yaşanılan bir hayat olduğunu izleyiciye unutturmuyor. Döneme sadık anlatım elementleri filmin izlenebilirliğine önemli bir katkı yapıyor.
Kurgu: Açıkçası filmin 2,5 saat süresini görünce ilk başta biraz korkmuştum yalan olmasın. Ama öyle bir şekilde sunulmuş ki her şey ne sıkıcı ne de yorucu. Misal en son Bond filminde son 1 saat geçmek bilmemişti çünkü ne aksiyonu tatmin ediyordu ne de kötü adamı ve yaşanan olaylar bir şey ifade ediyordu. Ama Nightmare Alley bu açıdan gayet nitelikli. Ama bazı yan hikayeler üzerinde gereksiz durulmuş izlenimi uyandırıyor. Sonuçta yetenekli sanatçılar bu filmde emek sarf etmiş, neredeyse bir boşluk yok gibi ama biraz daha sade tutabilirlerdi. Filmin neredeyse 3’te 2’si standart bir tempo ile giderken sonlara doğru biraz vites yükseliyor olsa da burada pek uyumsuzluk yok.
Son Söz: İnsanlara güven duymanın veya kayıtsız şartsız inanılmayı arzu etmenin sonuçları üzerine eğilen sanat dolu, tedirgin ettiği kadar hasretlerinize ve hayal kırıklıklarınıza da dokunan bir film.