[voiserPlayer]
Sınav öncesi ayrı, sonrası ayrı: Ne yapayım şimdi ben; nerede, ne okuyayım?
Yine gençlerin meşru kafa karışıklığı dönemi başladı. Akıl hocalarınınki onlardan da karışık. İnsanlar çaresiz. Tüm paydaşların sıkıntısı ve stresi çok büyük.
Üniversite, fakülte, bölüm tanıtımları, daha doğrusu rekabetçi reklamlar giderek daha da trajikomik bir hal almaya başladı. Hatta yıllarını bu konularla ve gençlerle haşır neşir geçirmiş birisi için oldukça patetik!
Bu tabloya dayanamayarak bu çok kısa yazıyı o bakımdan yazıyorum. Yani daha da kısaca şunu demek için: Lütfen kimse ne kendini, ne de gençleri kandırsın!
Her şeyden önce, onlar artık “çocuk” değil! Tüm söylemlerin varsaydığından çok daha duyarlı ve sorumlu, fakat o ölçüde de kırılgan ve sorunlular.
Zaten Türkiye’de daha “Çocuk nedir?” sorusu da tam yanıtını bulamadı. Anlamı ve değeri kuşaktan kuşağa ve kesimden kesime büyük bir hızla değişti. Hele “ergenlik” ve “gençlik” hiç mi hiç anlaşılamadı. Toplumsal kültürde yerini bulamadı.
Bugün üniversite gençleri ya hak talep edip sokağa döküldükçe ya da nüfusun ve tabii seçmen grubunun da önemli bir kısmını oluşturunca akla geliyorlar. Fakat ne “kim” oldukları, ne “ne” istedikleri anlaşıldı. Ne de “niye” her geçen gün siyasetten soğuyup ya apolitik ya da anti-politik olmaya başladıkları ile, ne de ev-dışına, sokağa taştıkları, yurt-dışına kaçtıkları ile ilgilenilip çözüm üretildi.
Sanırım öncelikle bu toplumda ve konunun tüm bileşenlerince şunun idrak edilmesi gerekiyor: Türkiye’de üniversite dönemi “gecikmiş bir ergenlik” dönemine tekabül eder.
İster yurt dışı, isterse yurt içinde hangi il veya bölüm olursa olsun, ister devletin genel, isterse ailenin özel veya ikisi birlikte, baskıcı ortamından uzaklaşma olanağı verir.
Yani öğrencilere nihayet kendi kendilerine kalabilecekleri, fiziksel ve psikolojik anlamda biraz mesafe koyup, rahat nefes alabilecekleri bir alan-zaman sağlar. Her türlü kimlik kartlarını yeniden karacakları ve kendilerini (cinsellikleri dahil) nihayet biraz keşfedebilecekleri bir alandır bu.
Bütün bunlar kendilerini önceki okul ve ortamlarında olduğu gibi, salt benzer akranları ile ve daha korunmalı koşullarda olmaz. Çok daha çetin ve çetrefilli gerçek koşullarda o zamana kadarki tüm duygusal/zihinsel donanımlarının sınanması ile olur. Kendilerini gelecek yaşam koşullarına her yönden (özel/kamusal, iş/aşk, vb.) böyle bir ortamda hazırlarlar.
Nitekim, yaşamın üniversite öncesindeki dönemlerinde, yani geçmiş yaşam koşullarında kazanımları ve hazırlıkları oranında ancak psişik, yapıcı ve üretken enerjilerini “derslerinden öğrenmeye” verebilirler. İsterlerse tüm gün başlarını ders kitaplarından, bilgisayarlarından kaldırmasınlar veya saatlerce “çalışıyor olsunlar”!
Her geçen sene gençlerin çok boyutlu bu bilişsel ve bilgisel donanımlarında kayda değer azalma oldu.
Hele kişilerarası duygusal, sosyal ve iletişim becerilerindeki yoksunluk üniversiteye gelince onlara dayanılmaz acılar yaşatıyor. Gelecek kaygısı, umutsuzluk ve mutsuzluk ciddi oranda artıyor. Öğrenme arzusu, hevesi ve elbette kendilerinin, yakınlarının veya toplumun yaşamsal koşullarında biraz etkili olabilme inancı azalıyor.
Ayrıca, şu gerçek başta gençlerce, ana-babalarca, yüksek öğretimcilerce, danışmanlarca, işverenlerce, vb. çok iyi idrak edilmelidir ki; üniversite (aksi açıkça belirtilmediği takdirde) bir meslek yüksek okulu değildir. Üniversite lisans eğitimi dünyanın hiç bir yerinde ve hangi akademik disiplin, hatta pratik bir hizmet alanı olursa olsun, “meslek” kazandırmak üzere tasarlanmamıştır.
Üniversite bir genel bakış açısı ve eleştirel düşünme kültürü kazandırır. Bilimsel yöntemi ve ahlakı, yanı sıra o belirli alana özgü temel kavramları, dili, ethosu ve sorunlarını öğrenme olanağını sağlar. Öğrendiklerini kullanarak o alanın toplumsal pratiklerini kendisinin bağımsız okuyabilmesini ve geliştirme becerilerini sürdürebilmesini de hedefler tabii.
Mesleki veya akademik uzmanlık eğitimi, meslek içinde endüstride veya okulda, daha sonra, yani bu astar ve entelektüel altyapının üstüne gelir. Öğrencilerin öğrenmeyi öğrenmiş olarak ve kendini geliştirme yöntem ve ahlakı ile mezun olmaları şarttır.
Elbette, “evrensel” kabul görmüş yaygın ve klasik standart müfredat her ne olursa olsun, toplumun iktisadi, siyasi, toplumsal ve gerçek gündelik koşullarından izole eğitilemezler. Eğitim, kapalı ve üstelik ideali de sürekli olarak sorgulanmamış, revize edilmemiş bir fanus içinde “öğretim/öğrenim” demek değildir.
Yüksek öğretimde okumuş olmak ne marifettir, ne mazerettir. Ve ne de (son yıllarda çok sık duyulmaya başlandığı gibi!) her hangi bir konu veya argüman için meşruiyet sebebidir. Tek başına, Türkiye’deki veya dünyadaki eğitim skandalını çözmeye de asla muktedir değildir.
Türkiye’de ekonomik gerçekliğin sefaleti malum. Özellikle de yüksek öğretim gerçeğinin niceliksel ve üniversitelerin niteliksel rezaleti iyi biliniyor. Merkezi planlama veya vizyon yokluğunun ve üniversiteli işsizliğinin kepazeliği de ortada.
Dolayısı ile, ister yurt içi veya yurt dışı olsun, isterse okul veya alan seçimleri olsun, tüm bunlar dikkate alınarak yapılmalı.
Ülkede eğitimde fırsat eşitliğine, kamulaştırmaya, toplam niteliği artırmaya ve özdenetimlere, sektörler arası mobiliteye ve meslek-içi eğitime mutlaka öncelik verilmeli.
Tüm paydaşlar gerçekçi beklentilerde daha en başından, kendilerine ve birbirlerine karşı dürüst ve şeffaf olmalı.
Gençler her şeyden önce ve her birimizden daha çok “özgürlük ve demokrasi” istiyorlar. Çünkü “özgürlük ve demokrasi” onlar için hayati önemde. Gençler de sağlıklı, iyi, güzel ve güçlü toplumsal dönüşümler için hayati önemde!
“Özgürlük ve demokrasi” ise asla hamasi retorikler ve söylemle olmaz. Asla eylemlerde dürüstlük ve şeffaflık olmadan olmaz. Kendine yapılanı tekrarlayıp yeni kuşaklara aynen aktarmakla ne kültür yaşatılabilir, ne toplum ayakta kalabilir.
Önce tüm bunlarla yüzleşilmeden ve iyileştirmeler sağlanmadan, gençlerin nasıl bir gelecek getireceğini kestirmeye çalışmak nafile.
Kaldı ki, 21. yy koşullarında “demokratik” rejim, “özerk” devlet ve “güçlü” toplum inşasını gerçekleştirebilmek!
Fotoğraf: Pang Yuhao