[voiserPlayer]
Geçen gün Kurtuluş Kayalı ile karşılaştık. Daha ziyade Kızılay’da veya Ayrancı’da karşılarız, bu defa ikincisi oldu. Kuzgun Ev Yemekleri’nde yemeğini yemiş çayını içiyordu; bermutad kitabını okuyarak. Yalnız başınaysa değişmez manzara. Kızılay’da etrafı kalabalık olur, o da pek değişmez. Konuşan ya da dinleyendir. Nedir hocam? diye sordum. Kapağını çevirdi: Tahir Abacı, Şairler Kahvehanesi. Abacı’nın Gramofonlu Kahvehane’sini biliyordum ama bunu bilmiyordum. Nasıl? dedim. “Çok da bir şey yok abi” dedi. Çantamdaki kitabı çıkardım, bunda var bir şeyler hocam diyerek. İştahla uzandı ve hemen karıştırmaya başladı.
Yemeğimi söyledim, bir de soğuk su. Hava çok sıcak. Suyumu içerken dalıp gitti kitaba. Nasıl bir merakla okuyor, hafızasına ne hızla kaydediyor biliyorum. Başını kaldırdı, “Abi bunda çok şey varmış, hem biyografiler de var içinde” dedi. Nedret Gürcan’a Edebiyatçı Mektupları’nı (haz. Turgut Çeviker) biliyor ama bunu görmemiş. Nedret Gürcan’ın Benim Sevgili Taşram kitabını en kısa zamanda gidip bir yerden alacak, biliyorum. Hocam’lı Abi’li ordan burdan uzunca sohbet ettik.
Diyalogda hiyerarşiyi baştan yıkan insanları ayrıca severim. Kurtuluş hoca 68 nesli, ben 78, aramızda on yaş var. Aynı okulda ben öğrenciyken o doktor asistandı. Kendi işine bakan gerisine aldırmayan hali tavrı hoşuma giderdi. Ona her zaman içten, hasbi ve samimi ‘Hocam’ dedim; o da bana “Abi”, herkese dediği gibi.
Bu da o gün ‘Abiler Meselesi’ni açmama vesile oldu. Kafamdakini kısaca anlattım. Hem ilaveler yaptı hem de genellemelerime itirazlar etti. Sevdiği, değer verdiği kişilere kıyamaz. Eleştiri de kıymadan olmuyor. Neyse mevzudan kaymadan ordan burdan sohbet ettik. Önermelerimi sınamak için bulunmaz bir fırsat doğmuş oldu, kaçırmaya gelmezdi.
Maksat Türkiye’de muhafazakarlığın bugüne nasıl geldiğini 50’den itibaren incelemekse önce en üste yazılanın altını kazımak icap eder. O sırada 50 öncesi de görünecektir. Şimdilik oraya fazla takılmadan itibaren kısmıyla ilgileneceğim. ‘Bize anlatılanlar doğru değilmiş galiba’ diyenlerin sayısı arttıkça en üstteki yazılar –altını görmek için- daha hızlı kazınmaya başlar. Üzerine yeni ve farklı bir metin yazma denemeleri yapılır. Arada bir kökünü kazımak faydalıdır; olmazsa başka tohum, ürün rotasyonu. Bu da öyle bir deneme.
Denemeler arşive gider. Bilinmeyenler, hatırlanmayanlar, emin olunamayanlar, eminken edilmeye şüphe edilmeye başlananlar için… kaynakların hepsi oradadır.
Bir yerden başlamak iktidarı hatırlamaktır. Çünkü “Hafızayı değilse de arşivi denetim altında tutmaksızın bir politik iktidar [kurulamaz] olamaz.” Muhafazakarlık İslamcı iktidar biçimiyle vücut bulup demokratik bir dile ağırlık verdiğinde, endişeli Kemalistler bir yana, hep bunalımlı Türkiye’nin aralarında bir vatandaş olarak benim de olduğum safları bir kez daha ümitlenmişti. İki toplum nihayet birbirine yaklaşacak gibi görünmüştü çünkü. Bugün, bıraktığı mirasla yakınlaşma ihtimallerini yok ederek sona eriyor. Neden? Deneme tahtasına, yarına ilişkin ilk karalamaların girişine, neler yazılabilir?
Hafıza-arşiv-iktidar alıntısı yaptığım Derrida, yukarıda dediğine “Etkin demokratikleşme daima şu asli kriterle ölçülür: Arşive, arşivin teşekkülüne ve yorumlanmasına iştirak ve erişim”i ekler.[1] Muhafazakar/sağ iktidar (tabii diğerlerinin de) iktidarlarda seçmenlerin demokratikleşmenin önündeki aslî engelleri anlayıp modern demokrasiye kendi kararlarını vererek katılımlarını sağlayacakları arşivlere ya erişimleri olmadı veya erişenler kaynak bilgilerini mutlaka taraflı yorumladı. Seçmen, sezgi yoluyla da olsa, arada büyük ve sert bir kültürel iktidar mücadelesi olduğunu, siyasal iktidar kavgasının bunun üzerine kurulduğunu biliyordu.
50’de, öncesinde doktrine edilen ezan ve imam-hatip “davası” bir yıl içinde kazanılmış; Allahuekber sesleri bir daha yere inmemek üzere göğe yükselmiş, ilk mezunlarını 1958’de verecek olan İstanbul İmam-Hatip Lisesi’nin açılışı 51’de fevkalade bir coşkuyla yapılmıştı. “Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli” idi. Dinin temeli üzerine okul(lar) inşa edildi. Kültürel iktidar işte bu okullarda eğitim görenlerle kurulacak, o güne kadar buna mani olanların kültürel iktidarı o okullardan mezun olanlarla yıkılacaktı. Muhafazakar seçmen ayrıntıları unutmuş olsa da bir daha kaybeden olmak istemediğinde sezgisine güvendi. Unuttuklarını “Abi”ye, abilere sordu. Geleneksel büyüğe hürmet terbiyesinden geçmişti, kime soracaktı ki? Laik okullardaki güvenilmez öğretmenlere mi? Onlara saygıda kusur etmeyecekti, kendisi okula gidememiş de olsa o öğretmenlerin derin güçlerinin farkındaydı. Laik okulların yerini bütünüyle imam-hatipler alıncaya kadar çoluk çocuğunu onların şerrinden, verecekleri zarardan korumak için saygıda kusur etmemeliydi. Ne olur ne olmazdı. Ya Tanrı tekrar ulumaya başlarsa? Ya şu üç beş okullarını kapatırlarsa? Hem o abilerin dediğinden daha mı iyi bilecekti? Şimdi Hacettepe Felsefe ikinci sınıf öğrencisi Malatya imam-hatipli Melike’ye ‘Sizin şehrin ABİ’si kim?’ kim diye sordum, “Sait Çekmegil” dedi. Google’dan arayayım bakalım kimmiş.
Abi hiyerarşi demek, Yunanca hieros (kutsal) ile arhce’den (kural) birleşik kelime. Türkiye’den muhafazakarlık abiler hiyerarşisi, kutsal abilerin koydukları kurallar demek. Kim bu abiler? Bu denemede asıl meselem abiler. Benim derdim tavşanla, “Önder” abilerin soykütüğüyle.
15 Temmuz olmasa 2009’da basılan “Önder” adlı büyük boy prestij kitabı bir sahaf mezatından almazdım.[2] Neymiş bi bakayım dediğim kitap 4 liraya bende kaldı. İyi oldu, ağır ağır inceleme imkanı buldum. İmam-hatiplerin kuruluşu (1951) ile ilk mezunlarının (1958) 50. Yılına armağan olarak hazırlanmış. Bank Asya’nın desteğiyle ve “Parayla satılmaz” ibaresiyle basılıp dağıtılmış. İçinde kısaca “Muhafazakar” denilen; İslamcı-milliyetçi-cemaatçi abilerin yazıları var. Nereden nereye yazıları, incelemeler, röportajlar, fotoğraflar. Aleni olmasa da eski “Önder”in yıkılışına imalar, yeni “Önder”lerin doğuşu. Biri açık diğeri örtük iki “Önder”in hiyerarşide kural koyan kutsal abiler olduğunun anlaşılması. Zaferle çıkılan iki büyük mücadeleden (ezan ve imam-hatip) sonra üçüncü hedefe özel vurgu. O mücadelenin de aynı inançla kazanılacağına çünkü artık hiçbir engelin kalmadığına dair ikaz ve işaretler.
Karıştırırken bu kitap 15 Temmuz’dan sonra hazırlanmış olsaydı nasıl bir şeye benzerdi sorusu aklımdan hiç çıkmadı. Denemem oradan devam edecek: Muhafazakarlığın Palimpsestusu II, Benim Derdim Tavşanla bölümünde görüşmek üzere.
* “Her metin bir palimpsestus’tur” diyor Tzvetan Todorov, Eleştirinin Eleştirisi, çev. Mehmet ve Sema Fırat, İş Bankası, 2011, 104. Palimpsestus Latince bir kelime, üstteki yazının kazınıp yerine başka bir yazının yazıldığı parşömen anlamına geliyor. Bugün parşömen/kağıt sıkıntısı yok, yeni yazıları onları tahrip etmeden yazabiliyoruz.
[1] Jacques Derrida, “Arşiv Humması”, çev. Murat Erşen, Pathos, 2, Bahar-Yaz 2019, s.172 vd.
[2] Önder. 50. Yıl Özel Albümü. Mazinin Hadimlerinden Geleceğin Varislerine, ed. Zümrüt Sönmez, Cem Ofset, İstanbul [2019].