[voiserPlayer]
Üzerinden on beş yıl geçivermiş bile… Bir zamanda (2007), Türkiye’de sağ-kökenli liberalizmin, liberteryenizm kılıfı altında nasıl muhafazakarlığı ve sağcılığı yeniden üreterek sürdürdüğünü göstermeye çalışmıştım ( http://www.hurfikirler.com/dogan-gurpinar-iki-tarz-i-liberteryenizm/ ). On beş yıl öncenin metinleri haliyle zamanın akışına direnemezler ve pörsürler. Yine de bu yazının bugünden bakıldığında hala saptadığı eğilimi tespit açısından geçerliliğini koruduğunu sanırım söyleyebilirim. Ancak Türkiye’de ve dünyada büyük kırılmalara denk gelen on beş yılın ardından devamının ve güncelinin de yazılması gerekiyor. Zira liberalizm-sağcılık bütünleşmesi/tamamlaması, farklı zamansallıklarda farklı biçimlerde tekrar eden kalıcı ve içkin bir eğilimdir. Bu sebeple 2022 Türkiye gerçekliğinin sağcılaşma pratiklerine göz atmakta fayda vardır.
Özellikle 28 Şubat sonrası muhafazakar sağın, kendi hak hukukunu sağcı lügatten savunamadığı bir ortamda liberalizme ve hak-hukuk-demokrasi diline teveccüh olmuştu. Bu etkileşimde kurucu öteki, siyasi-entelektüel-kültürel bir blok ve otoriter vesayet rejimi olarak tanımlanıyordu. Bu şekilde mesele sağcı retorikten arındırılmış şekilde demokratikleşme mücadelesi olarak benimseniyordu. Ancak bu söylemsel kayma sağcılıktan kopuş anlamına gelmediği gibi popülist bir damardan besleniyordu. Solla Kemalizm eşitlenerek her ikisi de milletin irfanını anlamayan, ona burun kıvıran şehirli züppelik tanımlanıyor; karşısına ise milletin iradesiyle eşdeğerliğinden hareketle sağcılıkla demokrasi arasında organik bir tamamlayıcılık koyuluyordu. Bu şablon bir taraftan Türkiye’nin özgün siyasi ve ideolojik haritasından ve tarihsel mirasından kaynaklanıyordu. Ancak aynı zamanda liberalizmin evrensel bir eğilimini de yansıtıyor; ona yaslanıyordu.
Friedrich Hayek’in doğal düzen ve kendiliğindencilik anlatısı, Türkiye sağının her türlü zorla dönüştürücü dış müdahaleye (Kemalizm ve despotik modernite) karşı ebed müddet milli-manevi değerlerini koruyarak saflığını sürdüren millet anlatısıyla bütünleniveriyordu. Nitekim ilginçtir yazıda eleştirisi sunulan Liberal Düşünce Topluluğu (LDT) çevresi, AK Parti’nin reformist döneminde şekillenen koalisyonun özenle dışında kalmışken; “liberallerin” fellik fellik AK Parti koalisyonundan kaçışının ispatladığı üzere, AK Parti’nin “sol-liberal sapma” ve tahakkümden kurtularak sağcılaşmasıyla bu koalisyona iştahla dahil olmuştu. İşte bu dönemde AK Parti’de daha önce çoğulculuk ve reformizm söylemlerinin gölgesinde kalmış milletle demokrasiyi ve piyasayı eşitleyen sağ-liberalizmin anlatısı bulunmuştu. Her ne kadar piyasanın eşzamanlı raftan kaldırılışının görmezden gelinmesi gerekse de… Bu yanaşma çok özgün koşulların bir yansımasıdır. Ancak liberalizmle sağın yakınsaması, kesişmesi, farklı farklı biçimlerde yeniden tezahür etmektedir. Liberalizm geniş çadırına içkindir. Bu yazı 2022 Türkiye’sine ve bu kesişimin bambaşka yansımalarına dairdir.
Sağcılık, Türkiye muhafazakarlığının milliyetçi-muhafazakar evreninden ibaret değildir. Sağ en yalın haliyle yeniliğe, dönüşümlere ve farklılıklara mesafe; değişime kıyasla aynı kalmaya yatkınlık olarak tanımlanagelmiştir. Din/maneviyat ve milliyetçilik, değişmeye karşı ısrarla aynı kalmanın en önemli iki meşruiyet dayanağı olduğundan sağın payandaları olagelmiştir. Bu sebeple çoğulculaşma çağında alışıldık siyasi-kültürel değerleri koruma çabasındaki ulus-devletçi kalıplar (tıpkı AK Parti manevi evreni gibi) kaçınılmaz olarak bu limana demirlemek durumunda kalmaktadır. Alt-right evreni yine ABD’den başlayarak yeni çoğulluğa karşı seküler sağcılığın ifade biçimidir ki Türkiye’ye de hızlıca geçmiştir (Z kuşağı, Jahrein, ekşi sözlük evreni vs.). Modası geçmiş sıkıcı kalıplardan çok kendi gençlik alt-kültürlerinin zıpırlığını yansıtan alt-right, genç kuşaklar için cezbedicidir. Ancak ilginç şekilde alt-right evren eski sağcı kalıpları güncellemekte, ihya etmektedir. Zaten Türkiye alt-right’ı aslında Batılı karşılıklarına kıyasla dedelerin değer dünyasını sürdürmekten öteye gitmemekte, farklılaşmamaktadır. Alt-right söylemlerin kimlik siyasalarına yüklenişi aynı anda hem bu tür popülizmlere prim vermeyen Doğrucu Davut ve sinik (cynic) liberteryenliği sahiplenmekte, hem de bu toplumsal normları ve sınırları aşan (transgressive) eğilimlere karşı toplumsal normalliği hatırlatmaktadır.
Kritik bir müdahale ise AK Parti’nin beton tektip toplum projesini görmezden gelircesine reformist döneminden kalma söylemlerini (“açılım”, “Barış süreci”, “milliyetçiliği ayaklar altına aldık”, “Dersim”) woke libleft’le örtüştürmekti. Böylece en keskin ve tavizsiz AK Parti karşıtlığı bu siyasalara da karşı olmakla özdeştirilir. Liberalizmle alt-right evreni arasında ortak paylaşılan bu bilenme ve rahatsızlıktan hareketle liberteryenizm, piyasacılık, anti-wokeluk üzerinden kesişimler ve geçişler şekillendi. Alt-right ise anti-sol ve anti-liberalizmden ivme alan (seküler) milliyetçiliğe geçiş için ara istasyondur. Hakiki, en radikal ve katı katıya dindarlıkla özdeşleştirilmiş sağcılığa karşıtlık bu pozisyona oturmaktadır. Milli tavır aynı anda hem libleft’e, hem de İslami siyasete bu keskin tavrı almaktan geçmektedir. Bu sebeple nasıl 2000’lerde birtakım kesişimlerle sağ-muhafazakarlık sağ-liberalizmi üretmişse; 2020’lerde de sağ-liberalizm bu ilişkiler ağından üretilmektedir.
Yukarıda bahsettiğim yazı kaleme alındığında henüz alt-right evreni yoktu; keza şu anki haliyle popülizm de. 2010’lar fikri-ideolojik olarak yepyeni bir küresel on yıl olurken Türkiye’de de ittifakların, yakınlaşma ve husumet hatlarının yeniden çizildiği bir evreye denk geldi. 2010-2013 kırılımının ardından söylemler baştan kuruldu. İyimser ve naif ön kabullere yaslanan sola çeken liberalizm bir paradigmatik altüst oluşla yüzleşti. AK Parti’nin otoriter-popülizmi ona karşıtlık üzerinden kurulan en hakiki muhaliflik iddialı söylemleri tetikledi. Tabii burada birçok melezlikler de üretildi. Bir taraftan sol-liberalizm (koalisyonu) Altılı Masa ve CHP’nin kurucu demokratik sözleşmesiyle fazlasıyla anıştırıldı. Hatta belki alternatifsizliği ortaya koyuldu. İktidar yolu (HDP’nin sadece oyuna muhtaçlıktan değil yönetilebilir Türkiye için muhtaç olunan iklime bir yol da olduğundan) hala Kürt meselesinden (Mesut Yılmaz’ın bir kere ifade ettiği üzere Diyarbakır’dan) geçmekte; genel hak-hukuk söylemine yaslanmak durumunda kalmaktadır. Bu sefer misyon biçilen AK Parti değil CHP’dir. Bu aslında maksimalist bir projedir. Geçici ve sadece iktidarı devralma projesi değil kurucu bir gelecek inşa iradesidir. Ancak açıktır ki muhalefette bu iradenin karşılığı, talebi ve isteği yoktur. Arkasında duracak güven telkin eden bir siyasal elit de yoktur. Sosyalistlerin aynı anda göçmen dayanışmasından, cinsiyet eşitlikçiliğine, ekolojiye aynı anda tüm ilerici gündemleri bir paket olarak sunmasının liberal karşılığıdır.
Her ne kadar CHP’nin sol/pro-Kürt/sol-Alevi/liberal cumhuriyetçi damarlarından bir sinerji bulmuşsa da bu toplumsal karşılığındaki zayıflıktan kaynaklı olarak (en çok içeriği çarpıtılan helalleşme başta olmak üzere) bu arayışlara tepki yoğun, haşin ve amansız oldu. Buna göre bu çoğulcu demokratlık söylemi çökmüş ve kof bir paradigmadır. Düne aittir. Zira AK Parti’nin suç ortağıdır. Hatta AK Parti’siz AK Parti projesi ve kötü bir taklididir. Bu şablonlaştırma liberalizme ve yeni sola hasım cenahlar için fazlasıyla kullanışlı imkanlar sundu. Böylece bir kurucu proje sunma ihtiyacı duyulmadan tarihsel haklılık ve dolayısıyla Türkiye’nin geleceğinin doğal sahipliği iddiaları ortaya konulabildi.
Aynı şekilde tüm bu çokkültürcülük kırıntılarının yansımaları yeni seküler sağın tetikleyicisi oldu. Yukarıda da bahsedildiği gibi (örneğin patolojik görülen “göçmenseverlik” gibi) tüm bu uçukluklara karşı ayağı yere değen, gerçek sorunlara ve halka dokunan külyutmaz siyasa iddiası yeni bir sağcılığı üretti. Halk vs. züppe elitler popülizm ikiliğinden beslenmesinden öte Türkiye’ye dışarlıklı ithal gündemlerin dışarıdan dayatılması yaygın bir tema oldu (fonculuk). Böylece geleneksel Batı karşıtlığı liberal karşıtlığıyla bütünlenmiş oldu. Üzerine aşırılıkçılığa karşı makuliyetle solun ve liberalizmin gayrı-meşrulaştırılması stratejisi tatbik edildi. Buna göre Kılıçdaroğlu CHP’si bu zamane özenti modalar peşinde sürüklenmekte; Atatürkçülüğün adresi parti yörüngesinden çıkartılmakta; parti Kürtçü ve diğer aşırılıkların oyuncağına dönüşmektedir. Kılıçdaroğlu’na ve Kılıçdaroğlu’nun bir fikri ve meşruiyet inşası projesi Altılı Masa’ya yönelik nefret de bu kanaldan yükseldi. AK Parti karşıtlığı yeni bir haklılık inşasını getirdi. AK Parti’ye duyulan öfkenin derecesi haklılığın katsayısını da belirler. AK Parti bohçasında elbette AK Parti’nin ulus-ötesi İslamcı hayallerinden de beslenen Suriye Savaşı’nın bir sonucu olarak (defedilmesi gereken) Suriyeli göçmenler ve barış süreci çıkmaktadır. Böylece sol-liberal fantezilere karşı seküler bir (sağ-)milliyetçilik tarihsel haklı duruş olarak gündeme gelir. Bu milliyetçilik Aydınlanma’yı da (postmodern fantezilere ve liberal gevşekliklere karşı) sahiplendi. Sağcılığı dindarlıkla örtüştürerek kendinden menkul anti-sağcılığı sahiplendi.
İşte sağ-sol kavramlarının uçuştuğu ve melezlendiği bir ortamda ana akım savunusu üzerinden liberalizmin sağcı halinin de yaygınlaştığı mekanik, açığa çıktı. Sağ-liberalizmin bir boyutu onu insanın emeği üzerinde mutlak hakka sahip olması, kendini gerçekleştirme hakkı gibi gerekçelerle temellendirmiş Aydınlanma liberalizmi bağlamından tamamen kopartılmış piyasanın kendi başına kutsal kılındığı (en vulgar şekilde Besim Tibuk meme’lerinde kristalize olan) piyasa fetişizmidir. Bu ECON 101 derslerinin yanında ikinci bir boyutu da sola karşı konumlanmadır. Solun karikatürize edilme biçimleri ise zamanlara göre değişir. Sol büyük ölçüde Sovyetler Birliği gölgesinde merkezi ve devasa bir komuta ekonomisiyle tanımlanırken karşıtlık bu temelde kuruluyordu. 1968 sonrası kimlik siyasaları ve yeni toplumsal hareketler ise sol-karşıtlığının tabiatını da dönüştürdü.
Günümüzde solun en büyük avantajı gerçekçi bir iktidar projesi sunmaması, sunamamasıdır. Bu durum kolayca çoğu zaman soyut kişisel radikalizm performanslarının önünü açmaktadır. O halde solun karikatürizasyonu bu performanslar temelinde yapılacaktır. Sosyalizm bir kurucu proje olarak görünmez olmuşken sağın kendini karşıt konumladığı giderek kimlik siyasalarına dönüştü. Türkiye özelinde HDP’nin yeni solla iç içeliği bu kanalı besledi. Buna en son olarak 1990’lardaki anti-İkinci Cumhuriyetçiliğin devamı olarak YAE şablonu eklendi. Tüm bu yaftalar yeni bir seküler sağın omurgasını oluşturdu. YAE soldan ona husumet duyanlar için “liberal”, sağdan husumet duyanlar için” sol” bir projedir. Nasıl ki İkinci Cumhuriyet, YAE geleneksel sağ ve sol eksenleri açısından tanımlara sığmamaktadır; bu yeni tepkisel sağ da amorf ve iç içe bir söylem bütününe dayandı. Geleneksel Atatürkçülük, geleneksel sosyalizm, seküler milliyetçilik formülasyonlarına ilginçtir sağ-liberalizmden de unsurlar eklendi. Piyasacılık, kimlik siyasalarına alerji bu bütünleşmenin geçiş kanalları oldu.
Eşzamanlı bir tepki de 2010’lar başında marjinal görülen gündemlerin çok hızlıca ana akım siyasete dahil olmasınaydı. Türkiye’de feminizmin ve LGBT+ aktivizminin girişi hesap edilenden çok ani oldu. Gezi olayları bu süreci hızlandırdı. Bu yeni kimlik siyasalarının ABD ve Avrupa’da ana akım siyasal gündeme dahil oluşu beş yılı bulmadan Türkiye siyasal iklimine de nüfuz etti. Feminist aktivizm ve siyasa özellikle CHP’de bir kariyer güzergahı oldu. Sosyal medya bu etkileşim dinamiklerini hızlandırdı. Tıpkı solun kültürel ve entelektüel sahalardaki doğal ağırlığına reaksiyonlar gibi toplumsal varlıklarına oranla bu siyasaların kültür-sanat ve entelektüel sahalardaki aşırı temsilleri karşı bir reaksiyonu tetiklendi ve yeni seküler sağın konsolidasyon ve haklılık inşa aracı oldu.
Daha büyük bir kavga artık ana akımlaşmış feminizm ve LGBT+ siyasasında koptu. LGBT+ ve kadının tanımı sembolik fay hatlarında aşılmaz nefret hatlarını çizdi. Türkiye örgütlü feminist hareketinin 1990’lardan itibaren HDP’ye yakınlığının yanı sıra LGBT+ duyarlılığıyla eşgüdümü tüm bu “aşırılıklara” karşı alternatif, hakiki ve saf feminizm iddialarını getirdi. İşte tüm bu kesişimler yeni sağcılaşma patikalarını açığa çıkardı. Hakim feminizmin solla ve kimlik siyasalarıyla yakın ilintisi artık bir internet meme’ine dönüşmüş Türkan Saylan referanslarıyla “cumhuriyetçi” feminizmi tetiklerken Suriyeli, Pakistanlı ve Afgan legal ve kaçak göçmenler, Avrupa’da Orta Doğu ve diğer ataerkil Doğu ülkelerden gelen erkek göçmenlerin cinsel tehditleri üzerinden yükselen femo-nasyonalizmin Türkiye karşılığını da hızlıca oturttu. Ümit Özdağ ve Zafer Partisi en güçlü görünürlüğünü bu kanaldan devşirdi. Terf’lik siyasası yine “kaçık sol”a (lunatic left) karşı sosyalist feminizmi diriltme iddiası üzerinden başlayarak paradoksal şekilde sağcılaşma patikası sundu. Nasıl ki 1980’lerde dönüşen çağda el değmemiş klasik sosyalizme sahip çıkma ulusalcılaşmayı doğurmuştu; feminizm siyasasında da benzer bir evrim yaşanmaktadır.
Liberalizm bir taraftan en saf haliyle klasik Aydınlanma değerlerine dayanır. Gayet sade, yalın şekilde bireylerin mutlak özgürlüğünü savunur. Bireylerin varoluşlarını, vicdan özgürlüğünü, kendi bedenleri üzerinde tam egemenliğini güvence altına alır. Liberalizm aynı zamanda cumhuriyetçidir. Zira cumhuriyet, özgür bireylerin siyasal sözleşme ile kendi hak ve hürriyetlerinin güvence altına aldıkları sözleşmenin adıdır. Hak ve özgürlüklerin her hal ve şartta mutlak dokunulmazlığı en geniş haliyle liberalizmin amentüsüdür. Ancak elbette ideal evrendeki soyutlamalarının ötesinde karmaşıklaşmış toplumlarda ve devlet-toplum karşısında bu minimum programın uygulanmasında farklı ve hatta çatışan yorumların/içtihatların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu siyasal ve toplumsal arkaplanda liberalizmin sayısız sağ ve sol yorumları eşyanın tabiatıdır. Elbette hayatın güncelliğinden çıkma fikirsel etkileşimlerle melezlenir de. Günümüz Türkiye’sinde de liberalizm bu gerilimlerin arasında sıkışıktır. İşte bu noktada liberalizmi sağa çeken etkileşim ve kesişimler ortaya çıkmaktadır. Bu patika bireyleri sadece toplumdışı özneler olarak tanımlamak ve liberalizmi sadece özgür bireyler savunusuna indirgemekten geçmektedir. Toplumsal ve siyasal karmaşıklıkların ürettiği açmazlar muhatap olunmaması gereken laf-ı güzaftır. Özgürlük sadece bireysel özgürlüktür. Tüm diğer siyasal gündemler ise siyasal alanın dışında tanımlıdır. Bu vurgular aslında feminizmden Kürt meselesine kimlik siyasalarına verilen cepheden tepkilerdir ve kolaylıkla sağ tepkiyle bütünleşir. Zaten yukarıda linki konan yazı liberteryenizmin nasıl ara kurumları devreden çıkartarak ve demokratik ve özgür toplum kurabilmek için toplumsal müzakereyi reddederek otoriterliğe teşne olduğunu ortaya koymaktadır. Kimliklerin politizasyonu eşit özgür bireylerin sözleşmesine dayalı cumhuriyetçi tahayyülle uyuşmayabilir. Dolayısıyla geleneksel sosyalizm ve Atatürkçülük için olduğu gibi yine Aydınlanmacılığa dayalı “saf liberalizm” için de bir sapmadır. Dersim tertelesi, Şeyh Sait isyanı ve benzer yıldönümleri aynı hassasiyetleri tetikledi. Bu kanal ilginçtir cumhuriyetçi feminizm gibi, terf’lik gibi Atatürkçü evrenle de beklenmedik yakınlaşmaların önünü açar.
Liberalizmin iddiası tüm farklılıkların özgürce ve eşitçe ifadesini ve yaşamasını güvence altına almasıdır. Bununla beraber gündelik pratiklerde mesele çetrefilleşmektedir. Farklı kimliklerin doğuştan eşitsizlik üretme potansiyeli bir vakıadır. Pekala Türk kimliği Türkiye ulus-devletinde eşit ve özgür birey olmaya yeterken doğuştan Kürt kimliği yetemeyebilmektedir. Bu açmazlar özellikle sosyal medyada abartılı kimlikçi vurgularla daha tetiklendi. Hele hele Mill’ci ifade hürriyetini modası geçmiş bir 19. yy bağnazlığı olarak küçümseyen büyümüş de küçülmüş filozofların siyasi doğruculuğu, sosyal medyanın doğası kendinden menkul radikallik, mutlak haklılık gösterileri aynı abartılı reaksiyonları ve haklılık iddialarını doğurdu. Bu karşılaşmalar liberalizmden de bir sağcılaşma patikasını çizdi. İşte bu gerilim hatları yeni kuşak bir gösteri olarak poppy liberalizmi sağcılıkla hemhal etti. Yazıyı daha uzatmadan bağlamak gerekir ki hiçbir fikriyat dört başı mamur değildir. Kendi iç çelişkileri hiçbir zaman tamamen aşılabilir değildir. Hayat, tarih ve insanlar fazlasıyla karmaşıktır. Hayatın içinden türeyen hiçbir soruna fikriyatların İngiliz anahtarı çözümleri yoktur. Zaten olamaz, olmamalıdır da. Sağlıklı olan budur. Hayat ideolojilerin ve fikirlerin önünde gitmelidir; ancak hayat ortak ahlaki değer ve erdemlere dair bir konsensüs ürettiğinde. Hayatın çokluğuna karşı gelmek ve onlara on saniyede karalanan doktor reçeteleri gibi çözüm yazmak reaksiyonerliğin kendisidir. Hayattaki her çelişkiye elde çekiçle koşmak ve onları yok saymak da… 2022 Türkiye’sinde post-AK Parti tartışmalarının merkezinde özgür ve çoğul Türkiye fikri çokları için tekinsizdir. Sosyalizmden yeni sol kimlik siyasalarına, aynı şekilde liberalizmden milliyetçiliğe hastalık bulaşıcı ve zehirlidir. Herkesin elinde bir çekiç vardır. Kendisinin çivi olabileceğini hiç düşünmeden.
Fotoğraf: Markus Winkler