[voiserPlayer]
Türk Silahlı Kuvvetleri, bundan yaklaşık bir hafta önce kendisine “Suriye Ulusal Ordusu” adını veren silahlı güçlerle beraber, Kürt silahlı milislerin kontrolü altındaki Kuzey Suriye bölgesine, teröristlerle mücadele etmek, “güvenli bölge” oluşturmak ve Türkiye’deki Suriyeli mültecileri bu bölgeye yerleştirmek gerekçeleriyle bir askeri harekat başlattı. Türkiye bunun böyle olmadığını söylese de askeri harekat tüm dünyada “Türk – Kürt çatışması”nın bir devamı olarak nitelendirildi. Bu durum, Türkiye’deki ayrılıkçılık meselesini ve Kürt sorununu tekrardan gündemin en ön sırasına taşıdı.
Geçtiğimiz aylarda Dakilo1984 için yazdığım bir yazıda, Kürt sorununa tarihsel arka plan çizebilmek amacıyla dünyada ve Osmanlı’da milliyetçilik ve ayrılıkçılık hareketlerini ele alan bir yazı yazmıştım. Yazının başlangıç noktası neden Türkiye’nin bir “Kürt sorunu” olduğunu tarihsel arka planıyla ele almaktı. Suriye’de Kürt milliyetçi güçlere karşı Türkiye’nin bugünlerde gerçekleştirdiği askeri harekat, bu yazımı daha fazla irdelemeyi ve ilerletmeyi gerekli kıldığını düşünüyorum.
Müslüman Milliyetçiliğinin Yükselişi
Söz konusu yazımda milliyetçilik olgusunun Fransız Devrimi’yle ortaya çıktığını ve özellikle çok-milletli yapıdaki kapitalist veya teritoryal imparatorluklara karşı ayrılıkçı bir mücadele içerdiğini belirtmiştim. Modern bağlamdaki ilk ayrılıkçı hareket, 1775-1783 arasında gerçekleşen Amerikan Bağımsızlık Savaşı’ydı. 19. yüzyıl boyunca Avrupa’daki milliyetçi hareketler Avusturya/Habsburg, Rus ve Osmanlı/Türk imparatorluklarını ciddi anlamda zorlamıştı.
O dönemde Avrupa’daki diğer imparatorluklara kıyasla daha zayıf olmasıyla ilişkili olarak Osmanlı’da Sırplar, Rumlar, Rumenler, Bulgarlar ve diğer Balkan halkları, 19. yüzyıl boyunca teker teker bağımsızlıklarını kazandılar. Dinsel aidiyete dayanan Osmanlı’daki “millet sistemi” bu ayrılıkçı hareketlere çözüm üretmekte yetersiz kaldı. Tanzimat’la (1839) ortaya atılan ve 1876 Anayasası ile taçlandırılan, farklı etnik ve dinsel topluluklar arasında eşit yurttaşlık ilkesine dayalı bir duygudaşlık yaratmayı amaçlayan “Osmanlıcılık” fikrinin etkisi de sınırlı kaldı.
Bununla birlikte, 19. yüzyıl sonunda, millet sisteminin Müslümanları birleştirici etkisi, devletin ve toplumun temelinin zaten İslam’a dayanıyor olması ve kapitalist sınıfların yokluğu gibi sebeplerle Müslüman topluluklar arasında, Hıristiyan toplulukların aksine, milliyetçilik düşüncesi oldukça cılızdı. II. Abdülhamid’in İslamcı siyaseti bunu daha da pekiştirdi ve Müslümanların tek bir millet olduğu düşüncesine dayalı “Müslüman milliyetçiliği” olgusunu güçlendirdi.
Müslüman Milliyetçiliğinin Düşüşü
İslamcı düşüncenin ve Müslüman milliyetçiliğinin baskınlığına rağmen, 19. yüzyıl sonunda Osmanlı’da, özellikle toplumun önde gelen kesimleri (askerler, bürokratlar, tüccarlar, toprak sahipleri vs.) arasında yavaştan bir ulusal bilinç uyanmaktaydı. Diğer bir deyişle, bir üst kimlik olarak “Müslümanlık” yerini korusa bile İmparatorluğun Türk, Kürt, Arap ve Arnavut unsurlarının farklı milletler olduğu düşüncesi yavaştan güç kazanıyordu.
Bu güç kazanma, Türkler ve Kürtler için henüz siyasi ve ekonomik sonuçlar doğurmayacak şekilde kendisini daha çok kültürel alanda hissettiriyordu. Ancak durum Arnavutlar ve Araplar için farklıydı. Arnavutlar, sadece milliyetçilik yüzünden değil, kötü yönetimden, konjonktürden ve Hıristiyan bir devletin egemenliğine girme korkusundan kaynaklanan sebeplerin de etkisiyle isyan etti ve 1912 yılında bağımsızlığını elde etti. Arnavutluk, -Bosna, Cezayir Mısır gibi- büyük güçlerden birisi Osmanlı’nın elinden zorla almadan, kendi başına ayaklanıp Osmanlı’dan ayrılan ilk Müslüman halktı. Bu yönüyle Osmanlı yöneticilerini şaşırtmıştı. Hıristiyan unsurların ayrılıkçılığı bir dereceye kadar anlaşılabilirdi ama Arnavutlar Müslüman’dı. Demek ki artık Müslümanlık bağı da İmparatorluğu bir arada tutmaya yetmeyebilirdi.
Çeşitli ayrışmalara rağmen Birinci Dünya Savaşı sürecinde halen temel aidiyet bağı Müslümanlıktı. Savaş’a girmeden önce Cihat ilan edilmiş, dünyadaki tüm Müslümanların desteği aranmıştı. Ancak bu Cihat çağrısı ancak kısmi bir karşılık bulabildi. Örneğin Osmanlı egemenliği altındaki Araplar, İtilaf devletlerinin de kışkırtmalarıyla, Savaş sürecinde büyük oranda Osmanlı’ya başkaldırdılar ve Arap milliyetçiliği doğrultusunda kendi devletlerini kurmak için çabaladılar.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Müslüman kimliğinin birleştirici gücünün ne kadar azaldığı görülmüş olsa da Kurtuluş Savaşı’nın temel motivasyon kaynağı da gene İslam’dı. 23 Nisan’da Ankara’da açılan Meclis’in temel hedeflerinden birisinin Halife’yi kurtarmak olduğu unutulmamalıdır. Bu dönemde Türklük ve Kürtlük bilinci elitler arasında yaygın olsa bile, toplumun çoğunluğunu mobilize eden temel aidiyet gene Müslümanlıktı. Arnavutlar ve sonrasında koca bir Arap coğrafyası Birinci Dünya Savaşı ve öncesinde İmparatorluk’tan ayrılmıştı ama Türkler ve Kürtler arasında, en azından sıradan halk düzeyinde, Halife’ye bağlılık yüksekti.
Bu noktada Sevr Antlaşması’nda Kürtlere belirli bir toprak parçası verilmiş olmasına rağmen onların büyük oranda Ankara’daki “milli” direniş hareketine destek vermiş olmaları dikkate değerdir. Bu destekte, dinsel birlikteliğe ek olarak eğer Milli Güçler savaşı kazanamaz ise Doğu Anadolu’da büyük bir Ermeni devleti kurulacağı ve bu kurulacak yeni devletin Kürtlerin 1915 Ermeni “Tehciri” sonrası edindikleri “kazanımlarını” ortadan kaldıracağı korkusu da rol oynamıştır. Tabii bir de Mustafa Kemal’in, savaşın kazanılması halinde Kürtlere özerklik tanınabileceğine dair ima ve konuşmaları buna eklenmelidir.
Birinci Dünya Savaşı Sonrası Kürt İsyanları
Kurtuluş Savaşı’na Kürt desteğinin önemli bir istisnası 1921 yılındaki Koçgiri İsyanı’dır. Kürdistan Yükseliş Cemiyeti tarafından organize edilen, bugünkü Erzincan-Tunceli ve çevresindeki Alevi-Kürt aşiretlerin iştirak ettiği ve İngilizler tarafından Ankara Hükümeti’ne karşı desteklenen isyan, temel olarak Sevr Antlaşması’nda vaat edilen Kürdistan devletinin kurulmasını amaçlamıştır. İsyan 3-4 ay gibi bir sürede Ankara Hükümeti tarafından bastırılmıştır.
Dikkat edilmesi gereken bir husus, Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonraki süreçte çeşitli Kürt grupların sadece Türkiye’ye ve Ankara Hükümeti’ne değil, sayısal olarak çoğunluk oluşturdukları yerlerde İran ve Irak’a karşı da benzer ayaklanmalar tertiplemiş olmalarıdır. İran’a karşı Simko Şıkaki ve o dönemde Britanya mandasında olan Irak Krallığı’na karşı Mahmut Barzani isyanları bunların en önemlileridir. Mahmut Barzani’nin isyanı kısmen başarılı olmuş ve Süleymaniye çevresinde “Kürdistan Krallığı” ismiyle 2 yıl süren bağımsız bir devlet kurulmuştur. Devletin bayrağı, bugünkü Türk bayrağı ile benzerlikler taşımaktadır. Ancak bu devlet, Irak ve Britanya güçlerinin “Kürt Ulusal Ordusu”nu yenmesi sonucu ortadan kaldırılmış ve bu bölge Irak Krallığı’na bağlanmıştır.
Bu isyanlardan anlaşılması gereken, coğrafi olarak “Kürdistan” denilen bölgede, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlığı İmparatorluğu kesin olarak parçalanıp Orta Doğu coğrafyasında bugün halen varlığı devam eden ulus-devletler kurulurken, aslında Kürtlerin de bölük pörçük de olsa devlet kurma girişimlerinde bulunduğu ancak uluslararası konjonktür ve bölgesel güçlerin bastırması sonucu bunu başaramamış olmalarıdır.
1923’te Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından itibaren, Mustafa Kemal ve diğer Türk milliyetçisi önderler yeni kurulan modern devletin temelini Müslümanlıktan Türklüğe kaydırmak istemiştir. Bu durum, Kurtuluş Savaşı boyunca Müslümanlık bağı üzerinden Ankara Hükümeti’ne destek veren Kürtleri ciddi anlamda rahatsız etmiştir zira bu durum Kürtlerin Türk kimliğine kaçınılmaz olarak asimilasyonunu gerektirmektedir. 1924 Beytüşşebap, 1925 Şeyh Sait, 1926-1930 Ağrı, 1937-38 Dersim ayaklanmaları aslında bu devleti ve toplumu Türkleştirme sürecine gösterilen tepkinin tezahürleridir. Bu isyanların tamamı bastırılmıştır. Aynı şekilde bu dönemde gerçekleşen Irak ve İran’daki Kürt ayaklanmaları da bu ülkelerin devletlerince bastırılmıştır.
Bugünkü Durum
Bugün yaşadığımız Kürt meselesi, bu arka planını çizdiğim tarihsel gerçekten ayrı düşünülemez. Orta Doğu coğrafyasından, özellikle de Kürtlerin çoğunluk olduğu yerlerde, statüko büyük oranda Birinci Dünya Savaşı sonrasında belirlenmiştir. Bu belirlenme aşamasında Kürtler, girişimlerde bulunmakla birlikte çeşitli sebeplerden ötürü kendi devletlerini kuramamıştır. Kürtler bugün 30 ila 40 milyon arasında olduğu tahmin edilen nüfuslarıyla “devletsiz millet/ulus”lar arasında en kalabalık gruptur. Örneğin; benzer kategorideki Uygur Türkleri 15, Filistinliler 13, Katalanlar 8.5 milyondur. Bugün Ukrayna’nın nüfusu 42, Irak’ın 39, Polonya’nın 38 milyondur.
Türkiye’de özellikle bir dönemki resmi söylemin iddialarının aksine Kürtlerin kendilerine has bir tarih ve kültürlerinin olduğunu söylemek mümkündür. Kürtçe diye İrani diller grubuna ait bir dil vardır. Türkler Anadolu’ya ilk giriş yaptıklarında Yukarı Mezopotamya ile Anadolu’nun kesiştiği bölgede Kürt beylikleri vardır.
Buradaki temel problem, bu kadar kalabalık ve millet olma vasıflarını aşağı yukarı barındıran bir topluluğun kendi devletine sahip olmamasıdır. Bu durum Orta Doğu’da sürekli bir istikrarsızlık unsuru olarak kalmaya devam etmektedir. Meselenin bu yönü görmezden gelindiği sürece de bir istikrarsızlık unsuru olarak hayatlarımızı olumsuz yönde etkilemeye devam edecektir. Farklı ülkelerde farklı dinamikler olabilir ancak Türkiye adına, mesele özerklik ve bağımsızlık noktasına vardırılmasa bile, Kürt meselesi konusunda özellikle dil ve kültüre alanlarına yönelik reform yapılmadığı sürece bu sorunun çözümü mümkün gözükmüyor.
Fotoğraf: Dawid Małecki