[voiserPlayer]
“İslam imiş pabend-i terakki, Evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı!” der hayıflanarak Ziya Paşa. Sadece onun değil, son dönem Osmanlı, hatta sonrasında Cumhuriyet entellektüelini meşgul eden can alıcı/yakıcı bir iddiadır bu. Batı karşısında Müslüman dünyanın geri kalışının sebebinin İslam olması iddiası. “İslam’ı savunan liberaller,” der Ernst Renan, “onu bilmiyorlar.” Ve ekler, “İslam manevi ve dünyevi olanın ayırt edilemez bir birliğidir, dogmanın krallığı, insanoğlunun taşıdığı en ağır zincirdir.” Renan’a reddiyeler ardı ardına gelir ve tam savuşturuldu derken bu sefer daha güçlü bir isim sesini yükseltir: Max Weber. Ona göre İslam, feodal-aristokratik-savaşçı bir topluluğun diniydi ve uzun soluklu bir iktisadi kalkınmaya eşlik edecek, onu besleyecek bir iktisadi zihniyete ilham vereme(z)di.
Sabri Ülgener, Zihniyet ve Din: İslam, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlakı başlıklı çalışmasında, Weber’in İslam resminin alelacele ve kaba hatlarla çizilmiş bir resim olduğunu iddia ediyor ve İslam’ın iktisadi zihniyet ve ahlaka katkısı üzerine daha tafsilatlı ve daha nüanslı bir resim çiziyor.
Kapitalizme eşlik edecek, onunla uyumlu bir iktisadi zihniyet ve ahlak… Weber’e göre böyle bir zihniyet ve ahlak ilk olarak Orta Çağ Avrupasının manastırlarında doğdu. İnsanın tabiatına içsel süfli arzu ve zevklere karşı durma, hayatın sadece ibadet zamanlarını değil, ibadet dışı zamanlarını da sıkı bir düzene sokma, hayaller dahil her davranışı kati bir disipline tabi tutma, ancak dünyadan da elini ayağını çekmeme, bilakis, aktif bir şekilde onu yoğurmaya çabalama, zorluklarını deneyimleme ve aşmaya gayret etme ve bütün bunları bir ibadet şuuru ile yapma. Bir yanda nefsani arzulara karşı durma, netice tutumluluk… Diğer yanda tempolu bir çalışma, netice servet yaratma. Ve harekete geçen dinamik sarmal: servet yaratma, tasarruf, yatırım ve tekrar servet yaratma… Ancak Katoliklik bu zihniyet ve ahlakın taşıyıcısı insan modelini manastırların duvarları arasında hücrelere tıkamış, dolayısıyla hayatın geri kalanı üzerindeki etkisini sınırlamıştı. Protestanlık ile manastırların kapıları ardına kadar açıldı ve bahsi geçen zihniyet ve ahlak halk tabanına yayıldı. Özellikle Kalvinizm ve Püritanizmin yayıldığı Hollanda ve İngiltere’de… Oradan da yeni kıtaya. Netice ise, “kapital ve işte kapitalizm!”
Bu dinamik sarmal sadece Batı’da harekete geçecekti. Geri kalan dinler hakim oldukları bölgelerde benzer bir iktisadi zihniyet ve ahlakı üretemedi. İslam da dahil. Weber’e göre İslam, Mekke’deki haliyle dünyaya kapalı, ahirete yönelik bir dindi. Medine döneminde ise dünyaya ani bir açılma ile feodal bir zümrenin, savaşçıların ve aristokrasinin dini oluverdi. Bu haliyle de ne düzenli çalışmayı ve üretimi, ne de tasarrufu teşvik edebildi. Bilakis, düzenli çalışma yerine, rant ve ganimet peşinde savaşı ve askeri fetihleri teşvik etti; tasarruf yerine, iyi yaşamak ve gösteriş uğruna alabildiğine tüketimi. Takip eden yüzyıllarda İslam’ın felsefeye açılması, farklı kelam ve fıkıh okullarını üretmesi iktisadi zihniyet ve ahlak açısından bir değişikliği getirmedi. Tabanın din hayatını ve anlayışını en nihayetinde şekillendirecek olan tasavvuf ve tarikatlar ise dünyadan el ayak çekmeyi ve bununla iç huzurunu yakalamayı önceleyecek, dolayısıyla Batı’da dinin yoğuracağı iktisadi zihniyet ve ahlaka taban tabana zıt bir zihniyet ve ahlakı telkin edecekti.
Weber’in İslam resmi, “bir yığın renkten ancak belli tonları ve çizgileri vurgulamak suretiyle” çizilmiş bir resimdir, bu haliyle de büyük ölçüde eksiktir. İlk olarak İslam, orijinal kaynaklarında, mensuplarına dünya malına karşı sadece içten, zihni veya kalbi bir mesafe koymalarını salık verir, dıştan bir mesafe değil. İslam, müminleri dünya malına karşı değil, dünya malının yaratabileceği kibir ve benzeri olumsuz duygu ve düşüncelere karşı uyarmak peşindedir. Bu önemlidir. Zira İslam, ona atfedilenin aksine, aslında gösterişli ve hesapsız bir tüketime karşıdır, en nihayetinde öyle bir tüketim İslam’ın mücadele ettiği olumsuz duygu ve düşünceleri uyaracak, canlı tutacaktır.
İkinci olarak, İslam’ın fetih ve cihadı teşvik ettiği doğru olsa bile, bütünü ile bir savaşçılar dini de değildir. Zira, İslam’ın hitap ettiği kesimler arasında ülkeler ve medeniyetler arası ticaretle iştigal eden tüccarlar da vardır. Nitekim, Kur’an’da da ticaretle ilişkili kelime ve tabirlerin kullanımına sıklıkla rastlanır. İslam bu iki farklı grup arasında bir denge inşasıdır aynı zamanda. Bir tarafta cizye ve savaş ganimetini kabul veya tecviz. Diğer tarafta çalışmayı, (batıl olmayan yollardan olmamak ve makbul bir gayeye hizmet yolunda harcanacak olması kaydı ile) mal ve mülk edinimini, (tamamen tarafların rızasına dayalı olarak olması kaydıyla) ticareti ve alışverişi teşvik. Netice ise karma bir ekonomi modeli… “Ne sadece cebir ve kahır, ne de sadece serbest irade ve rıza.”
İslam’ın ilk çıkışında kurduğu bu denge daha sonraki dönemlerde korunamayacak ve zamanla kitabi kalacaktır. Yerine, tasavvuf tarafından inşa edilen, tarikatlarla tabana yayılan, farklı ve zıt bir İslam anlayışı yerleşecektir. Sebepler müteaddit ve zamana yayılı: geniş bir coğrafyaya kısa zamanda yayılma, farklı dini ve felsefi geleneklerle karşılaşma ve etkileşim, debdebeli saltanat ve ilişkili yaşam biçimi, Moğol istilaları… Kişi, aile ve toplum için hayatın öngörülebilirliğini azaltan, aksine belirsizliği artıran gelişmeler. İnsanın ruhunu deneyen, kulu kendi içine döndürecek, Tanrısına sığındıracak ve şeylerin batınına yöneltecek zamanlar.
Tasavvufun temel ilkesi fenafillah veya Tanrı’da nefsi yok etmek ve o yoklukta varlığa ermek. Engeller ise kişinin içinde olduğu her türlü maddi ve nefsani ilişkiler ve kendi iradesine ve fiiline atfettiği etki ve itibar. Halbuki aslolan, kulun kendisini kaza ve kaderin pasif taşıyıcısı veya seyircisi olarak görmesi. Bu hale ulaşmada rehber edinme ve aynı yolun yolcuları içinde ‘ben’i yok edip, ‘biz’i inşa.
Bu yaklaşımın iktisadi zihniyet ve ahlak açısından sonuçları tahmin edilebilir. Dünya malı artık, İslam’ın orijinde vazettiği gibi sadece içten mesafe alınacak bir şey değil, hem içten hem dıştan mesafe konulması icap eden bir şeydir, bir fani. Dış ve uzak çevreden olabildiğince uzaklaşma, iç ve yakın çevre ile yoğun ilişkiler içinde olma. Yani, içe kapanma, içe bakış. Ve zaman itibariyle de geçmişi ve geleceği değil, bugüne yoğunlaşma ve onu Tanrı’ya ibadet ve zikir yolunda tek sermaye bilme.
Bu gidişat karşısında İslam’ın orijinindeki dengeyi korumaya ve ayakta tutmaya çalışan, Melamilik gibi, karşı çıkışlar da olmuş. Ancak bu karşı çıkış genel gidişatın yönünü çevirmeye gücü yetecek çap ve etkinlikte değil. Netice ise tabanda, gittikçe ölçeği küçülen ve ufku daralan esnaflar ve daha geniş toplumsal kesimler arasında yayılan, içe kapanık, kaderci ve batini karakterli tarikatların dönemi.
Bu gidişatla yoğrulan insan ise “bol ve ferah yaşamanın tattıracağı haz ve zevke” karşı olmayan, hatta özlemini de duyan bir tip. Ancak, “o uğurda acele ve telaş” göstermez, kendini tüketircesine de çalışmaz. En nihayetinde “Taab’la hasıl olan devlete gına denmez.” Aynı insan “yolunu ve yönünü tayinde göreneğe bağlı, işinde ve hesabında götürü”cü, ve elbette kaderci, “her şeyi kendi üstünde ve dışındaki kuvvetler” tarafından düzenlendiğine inanmış. Haliyle de hayatına hakim olan “rehavet, yavaşlık ve ağırlık”la, kapitalizme içkin dinamizm taban tabana zıt. İşte iktisadi inhitat tarihimizin zihniyet ve ahlakının resmi.
* * *
Tarihi büyük değişim ve dönüşümlerin, öncesi ve sonrası ile hayatın her alanına dağılmış, bazıları halen canlı, bazıları kültür ve hafızada fosilleşmiş, izlerini sürmek… Akademik çabaların en çetin olanıdır bu. Hele söz konusu izleri somutta değil, zihniyet ve ahlak gibi soyut bir zeminde takip etmek gerekiyorsa. Hele de yüzyıllar öncesine bakış atılıyorsa. Herhangi bir materyale rastlamak yetmez, onu farketmek ve anlamak da gerek. Ve daha sonra rastlanan yüzlerce farklı nitelikteki materyalden, manalı bir bütün çıkarma. İnşa edilen, kurgulanan manayı da büyük değişim ve dönüşümlerlerle ilişkilendirebilme.
Devasa bir zihinsel çaba, dikkat, titizlik, öngörü, içgörü, keskin bakış, empati, vesaire gerektiren bir akademik uğraş. Her akademik faninin altından kalkamayacağı boyutta ve kapsamda. Ancak talihin bahşedebileceği bir akademik-entellektüel sermaye sahibi olmak gerekli, ki o da yola çıkmaya cesaret etmek için. Zira, o yolda sabr-ı cemil ile yol almak ve sonuna kadar gidebilmek de şart. O sabrın meyvesinin ise tatlı olacağının garantisi yok. Ya metodik, ya teorik ya da ampirik yetersizlikle malul olma bu işin kaderinde var. “Nice koç yiğitler yere serilir” bu yolda. Her açıdan tam kamil bir netice nadirattan: hem keşke bunu ben yazsaydım dedirtecek, hem de acziyet içinde aynısını yazamayacağını acı acı hissettirecek.
Ha bu arada, akademik yazımın müzmin sorunlarını da aşabilme. Ne alana has jargonla metni boğma. Ne de laf ebeliği yapma. Kelimeleri kullanmada israfa kaçmama. Ancak kelime zenginliğinden de taviz vermeme. Buna rağmen olabildiğince sade ve net kalabilme. Salt akademik bir metinin ötesinde, diliyle de edebi bir metin üretebilme. Issız bir dağ başında, yatağında huzurla akan bir dere misali akıp giden bir metin. Ve döküldüğü göl de derin, ancak berrak mı berrak. Farklı zaman ve mekanlara ait bilgilerin, organik bir bütün gibi, uyumla buluştuğu, bilgiler seli, bilgiseli. Ve bu bilgiselinin kağıda aktarımındaki suhulet. Sanki içten gelen, içselleştirilmiş, her anına bizzat şahit olunmuş, bizzat yaşanmış bir hikayenin aktarımı.
Kısaca,
İşte Sabri Ülgener, işte Zihniyet ve Din…
Sabri Ülgener, Zihniyet ve Din: İslam, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlakı, Derin Yayınları, 2006.
Fotoğraf: Norbert Kundrak