[voiserPlayer]
Bihruz. Bir paşazade. Çocukluğunu babasının valilik görevi gereği vilayet vilayet gezerek geçirir. Bu göçebe hayatın onun eğitimi üzerinde muzır neticeleri olur. Öyle ki, on altı yaşına eriştiğinde ilkokul seviyesinde bilgilerden bile mahrumdur. Baba bu, böyle devam etmez der ve anne ve oğulu İstanbul’da bırakır. Kendisi ise vilayet vilayet memuriyette ber-devam.
Bihruz, İstanbul’daki ilk iki yılında tahsil görür, sonrasında bir devlet dairesine çırak olarak girer. Ancak daireden çok geçmeden usanır. Daha seyrek gitmeye başlar. Annesinin tek evladı. Paşa babasının serveti de kavi. Haliyle fevkalade şımarık, her arzusu kolaylıkla hasıl. Sefahat hayatının kapıları paşa babasının vefatının ardından ardına kadar açılır. Hazıra dağ dayanmaz. İlk önce elindeki nakiti tamamen bitirir. Ardından az gelir getiren dükkanları satar, sonra Beyoğlu’ndaki mağazaları ve nihayetinde de Galata’daki hanı. Mülk olarak elinde kışları geçirdiği Süleymaniye’deki konak, yazları geçirdiği Küçük Çamlıca’daki köşk kalır. Neyse ki validesinin, halen daha gelir getiren emlakı vardır. Bir de hala el sürülmemiş altın ve elmastan zinet eşyaları.
Mösyö Piyer’den almaya devam ettiği özel Fransızca dersleri herhalde kendini fikren geliştirdiği tek faaliyet olarak kalır. Gayrısı tam başıboşluk. Dönemin alafranga genç beylerini taklitte, bunun gereği olarak da bazı Fransızca lafızları ve terkipleri ezberlemede ve kullanmada maharetli.
“Saç kestirmek, terziye esvap ısmarlamak, kunduracıya ölçü vermek” vesaire bitmek bilmeyen bahanelerle Beyoğlu’nda avarelikle, İstanbul’un müteaddit seyirlik mekanlarında süslü arabası üzerinde, son moda kıyafetlerle dolaşmakla, arzı endam etmekle katil’üz-zaman.
Bir gün Küçük Çamlıca’daki köşke yakın Çamlıca’da bir halk bahçesi açılacağı haberini alır. Elbette bu yeni seyir yerinde de boy göstermeklik gerektir. Mart ayıdır. Bihruz’un zorlamasıyla aile yazlık köşke taşınır. Ertesi günü halk bahçesini kendi gözleriyle görür ve buranın “pek ‘ala mod’ ve hususuyla kendi arzusu vechile arz-ı zinete pek ‘favorabl’ bir ‘promenad’ mahalli olacağı”, dolayısıyla da, ‘ekipaj’ını yenilemek gerektiği kanaati edinir. Gayet hafif ve zarif bir araba ve ikişer parmak daha uzun boylu bir çift araba atı ısmarlar. Siparişleri gelir gelmez bahçede arz-ı endam etmeye başlar.
Derken bir seyir günü bahçede bir araba dikkatini çeker. Arabanın ve atlarının güzelliği, araba sürücüsünün kıyafeti… olsa olsa sahipleri kendisi gibi aristokratik, “erbab-ı asalet ve itibar” sahibi bir ailedendir diye düşünür. Ancak sadece araba değildir elbette. Bihruz’un asıl dikkatini çeken araba içindeki ilahi güzelliğe sahip genç kadındır.
Saçları tabii sarı, gözleri bal rengi, kaşları dolgunca, burnu çekme tabir olunandan, ağzı küçük. En çarpıcı güzelliği ise bakışıyla dudaklarında. Bakışı bir yıldırım gibi baktığının gözlerinden girip ta can evine ulaşır ve yüreğini tir tir titretir. Dudakları bir kez konuşmaya başladığında, hele zarif bir tebessümle açıldığında, ona bakanlara türlü türlü manalar arattırır cinsten.
En incesinden yüz örtüsü, yeni açmış bir gülün üzerini örten güzel bir buğu misli kadının toz pembesi yanaklarını örtmekte. Ya, yüz örtüsünden haylazcasına kurtulup en ufak bir esintide dalgalanan sırma saçları… beyaz bir bulut parçasına çarpan güneş ışığı misli.
Ya yürüyüşü… Sanki bir ceylan. Diğer ceylanlar bittabi ondan “koşarken ürkmeyi, durmayı ve geriye bakmayı” öğrenmiş.
Hiç kuşkusu yoktu. İlk görüşte aşktı onunki. Sarışın ve yanındaki kadın bahçeye girince Bihruz da onları takipten kendini alı koyamaz. Ta bahçe içindeki gölete kadar ve orada ikilinin sohbetine kulak kesilir. Sarışın göleti yer aynasına benzetir. Gölet içindeki balıkları ise yer elmalarına.
Salt güzellik değildi bu. Akıl. İncelik. Zarafet. Ve o zarafetin bir göstergesi. Sarışın kadının elmasın İngiltere’de çıktığından bahsi. Etrafta onun gibi alafranga giyinen birisi yoktur. Öyleyse İngiltere kelimesi ile ona taş atmaktadır. Pırlanta kadar kıymetli bir taş. Elbette bu “iltifat-ı cihan-kıymete,” bu hediye-yi zarafete bir mukabelede bulunmalıydı. İki kadına yaklaştı ve ceketinin bir iliğine tutuşturulmuş sardalya çiçeğini sarışın kadına takdim etti, kabulünü tenezzül buyurmasını rica ederek. Sarışın kadın oralı olmasa da, yanındaki kadının dürtmesiyle, çiçeği aldı, teşekkür etti ve bir toplu iğne ile göğsünün bir tarafına iliştirdi.
Sarışın kadın yakından daha da güzeldi. Uzaktan bakıldığında gözleri kamaştıran bir güneşse, yakından bakıldığında insanın baktıkça bakasının geldiği pırıl pırıl parlayan bir ay. Ya ikisi arasındaki kısa “konversasyon”un güzelliği. “Gerçekten pek ‘poetik’ bir ‘rankontr’” olmuştu.
Derken iki kadın gölet kenarından ayrılır ve arabalarına doğru yürür. Bihruz da peşlerinden. Onu tekrar ne zaman ve nerede görebilirdi. Neyse ki sarışın kadın fevkalade düşüncelidir. Bihruz’un sormasına fırsat vermeden yanındaki kadına “gelecek cuma da gelelim” der. Bihruz bu sefer “saat kaçta” diye sorar, kadına seslenerek. Sarışın kadın bu soruya cevap vermeden, münasebetsizin teki, iki kadına “haset, haset” diyerek bağırır. İki kadın bağırtının geldiği tarafa bakarak gülüşür ve Bihruz’un sorusunu cevapsız bırakarak ve bir “adiyo” bile demeden, arabalarına binerek ayrılırlar. Bihruz kendi arabası ile onlara yetişmeye çalışır, ancak nafile. Sarışın kadın çoktan kaybolmuştur.
Bereket versin. Sarışın kadının bir sonraki cuma tekrar geleceğini biliyordur. Kadına arz edilmek üzere bir aşk mektubu kaleme almaya koyulur. İlk önce Jan Jak Russo (Jean Jacques Rousseau)’nun Nuvel Eloiz (Julie, ou La Nouvelle Heloise)’inden yardım ile bir mektup yazar, ancak samimi bulmaz. Sonra Sökreter dez Aman (Secretaire des Amants) nam bir kitaptan bir mektup apartır. Bu mektuba bir de güzel bir şarkı sözü eklemek arzu eder. Sökreter dez Aman’ta beğendiği bir şiir/şarkı sözü bulamaz. Sonra hasbelkader adını işittiği ve tek bildiği Türk şairi Vasıf (Enderunlu Vasıf) aklına gelir. Onun meşhur olmuş bir şarkısı vardır, hatta “Olma sokak süpürgesi kadın kadıncık ol” mısrasını o bile hatırlıyordur. Neyse ki evde eski kitaplar arasında Vasıf’ın Divan-ı Eş’arı nam şiir kitabı bulunmaktadır. Ancak büyük bir sorun vardır. Bihruz şiirleri zar zor okuyabiliyordur, üstelik çoğunu anlamıyordur. Hatta ilk tepkisi “Çince mi bunlar?” olur. Ancak kararlıdır. Redhauz (Redhouse)’ın Lugat-i Osmaniyye’sinin de yardımıyla aradığı şiiri şans eseri bulur.
“Birsiyeh cerde civandır,
Hüsnü mümtaz-ı cihandır.
Aşkı gönlümde nihandır
Bunca dem bunca zamandır.”
İlk satırını aslında tam anlamamıştır. Sadece anlamı “sarı renk at ki kuladan açıktır” olan cerde kelimesine bakmış, sarıdan sonrasını okumamıştır.
Bu şarkının genç bir “blond” için yazılmış olduğu açıktır. Öyleyse “sarışın hanıma takdim olunmaya layık en muvafık” şiirdir. Ayrıca bu şiiri şans eseri bulmuştur ki, herhalde “Venüs”ün nazik parmağı”nın bu işte dahli olsa gerektir. Bu olsa olsa emelinin gerçekleşmesi yolunda bir “bon ogür (bon augure)”dür.
Cuma günü gelir çatar. Bihruz Çamlıca’daki bahçeye gider ve beklemeye başlar. Sarışın kadın bu sefer adi bir araba ile gelir ve bahçeye inmez. Sadece bahçe etrafında araba içinde tur atar. Neyse ki Bihruz sarışın kadının arabasını fark eder de yanında taşıdığı parfümlü kağıtlara yazılı mektubu ve şarkı sözünü ona vermeye fırsat bulur.
Bihruz iki gün sonra Çamlıca’dadır. Zira mektupta aşkını itirafına cevap vermesi için sarışın kadını Çamlıca’ya davet etmiştir. Ancak o gün sarışın kadın Çamlıca’ya gelmez.
Takip eden günler Bihruz için elem doludur. Sarışın kadın neden Çamlıca’ya gelmemiştir. Acaba mektupta yanlış bir kelam mı etmiştir? Mektubun müsveddesi üzerinden tekrar geçer. Hayır fazlasıyla “santimantal” bir mektuptur. Hayrettir ki böyle “dil-şikâr (gönül avcısı) sözler, böyle sevdâ-nüvâz (sevda okşayan) tabirlerle dopdolu olan bir nâme-i muhabbet” sarışın hanımın gönlünü aldatmaya kafi gelmemiştir.
Acaba sorun mektuba eklediği şarkı sözünde midir? Daireye gidip oradaki çalışma arkadaşlarına sorar ve gerçek ortaya çıkar. Bihruz’un özel bir isim sandığı “birsiyeh” aslında “Bir siyeh”tir. Cerde ise, tek noktalı cim değil, üç noktalı ç harfidir. Dolayısıyla satır aslında “Bir siyeh-çerde civandır” ve bir sarışından değil, “esmer yüzlü bir civan”dan bahistir.
Bihruz takip eden gün ve haftalarda İstanbul’un bütün seyir mekanlarını gezer, sarışın kadını tekrar görmek ve icap ettiği gibi özür dilemek için. Ancak sarışın kadını göremez. Kadını tanıdığını sandığı ve kadını tanıdığını iddia eden yalancılığı ile meşhur daireden tanışı, kadının tifodan öldüğünü söyler. Bu yalan Bihruz’un yemekten içmekten kesilmesi, hayata küsmesine sebebiyet verir. Bu halde iken yaz ayları biter, Bihruz Süleymaniye’deki konağa taşınır. Ramazan ayı gelir çatar. Bihruz hayatında ilk kez oruç tutar, namaz kılar, teravihlere bile gider. Ve şehirde bir gezintisi sırasında sarışın kadını bir kalabalık içinde görür. Aslında sarışın kadını daha önce vapurda görmüştür. Ancak yalancı tanış o kadının ölen sarışının ablası olduğunu iddia etmiştir. Bihruz da sarışın kadının ablasına kız kardeşinin mezar yerini sormak ister. Onu takip eder ve sakin bir sokakta yakalar. Ancak gördüğü sarışın kadının ablası değil, kendisidir. Bihruz içinde tarif edemediği, tahlil ve tarifi mümkün olmayan garip bir hisle oradan koşarak uzaklaşır. Sarışın kadın ise yanlarına gelen kadınla, Bihruz’un garip hallerinden bahisle kahkahalarla gülerek ağır ağır yola koyulur.
* * *
Araba Sevdası’nın ilhamı Fransız yazar François de La Rochefoucauld’dan. “La passion fait souvent un fou du plus habile homme; et rend souvent les plus sots habiles.” Recaizade’nin Mösyö Piyer’in ağzından tercümesi ile. “İbtilanın her türlüsü erbabına türlü maskaralıklar yaptırır.” Özellikle der ve ekler Recaizade, “aşk ve sevda insanı hepsinden ziyade maskara eder.”
Araba Sevdası Bihruz’un Periveş’e karşı duyduğu tutkulu aşkın Bihruz üzerindeki zihinsel, ruhsal ve davranışsal etkilerinin detaylı bir tasviri, tahlili. Bihruz’un Periveş’i ilk gördüğü an başlayan, sonrasında dalga dalga kabaran tutkulu aşkının. Bihruz’un o aşkın etkisi altında nasıl aptalca düşüncelere daldığının, ne gülünç ruh hallerine girdiğinin, nasıl envai çeşit maskaralıklar yaptığının capcanlı bir anlatısı.
Bu kadar mı? Ötesi yok mu? Yazara belki de hiç kastetmediklerini atfetme cürmünü işleme pahasına… Neden Bihruz gibi bir karakter? Neden Ahmet Mithat’ın Felatun Bey’i gibi bir karakter? Neden, mesela, Rakım Efendi gibi bir karakter değil? Neden aşkın aptallaştırdığı, gülünçleştirdiği, maskaralık yaptırdığı kişi ancak yüzeysel olarak Batılılaşabilmiş, Batılılaşma uğruna Doğululuğundan da feda etmiş ve neticede de her halükarda kendini gülünç bir ucubeye dönüştürmüş bir karakter? Ve Periveş’in sarışın bir kadın olması. Daha sembolik bir zeminde, Araba Sevdası sanki Bihruz karakteri üzerinden Doğu’nun Batı’ya tutuklu aşkının eleştirisi… Bu aşkın ve o aşkla Batı’yı yüzeysel taklidin, Doğu’nun hayrına olmayacağının iddiası.
Yirmi küsür yıl. Felatun Bey ve Rakım Efendi 1875, Araba Sevdası 1897-8 basım. Aradan geçen sürede Osmanlı-Türk edebiyatının roman tekniği açısından katettiği mesafe göz alıcı. Hatta Recaizade’nin üçüncü tekil şahıs anlatımınında mütemadiyen Bihruz’un dilini kullanımı James Joyce-vari. Buna karşın romanın ana sevimsiz karakterinin aynı kalması. Ahmet Mithat’ta Felatun, Recaizade’de Bihruz. Bir takıntı mı? Belki. Ama neden? Felatun’da veya Bihruz’da temsil edilen tipoloji… Yoksa Osmanlının inkırazının baş müsebbibi mi?
Recaizade Mahmut Ekrem, Araba Sevdası, Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2018.