Eflatun’un Euthyphro’suna bakalım. Dindarlık ne? sorusuna cevap aradığı. Bizi ilgilendirdiği kadarıyla elbette. Kısaca. Sorar Sokrates, “Söyle, sence dindarlık nedir?” Euthyphro o sırada babasını mahkemeye vermiştir, bir kölesinin ölümüne yol açtığı için. Euthyphro, “dindarlık benim yaptığımı yapmaktır,” der. “Cinayet ve benzeri suçların cezalandırılmasını sağlamaktır.” Sokrates bunun dindarlığın örnek halleri olduğunu dindarlığın tanımının bu olamayacağını söyler. “Nedir bütün dindarlık hallerini dindar kılan ortak özellik?” Euthyphro bir tanım daha yapar. “Dindarlık, Tanrılara sevimli gelen şeyi yapmaktır.” Sokrates cevap verir. “Tamam, fakat Tanrılar da insanlar gibi değil mi? Bazılarına sevimli gelen, diğerlerine sevimsiz gelebilir. Bu durumda aynı şeyler hem dindarlık hem de zıttı olmaz mı?” Ve diyalog devam eder. Neticede bir dindarlık tanımına ulaşamazlar. Euthyphro’nun acelesi vardır, ve ayrılır.
Eflatun’un diyaloglarından sadece bir tanesi. Ve Sokratik metodun uygulanışının güzel bir örneği. İnsan aklının sistematik kullanımı. Özelden genele (tümevarım), genelden özele (tümdengelim) arasında git gellerle ‘gerçek’ bilgiye erişim, gözümüzün önünde halden hale, şekilden şekle giren şeylerin değişmeyen özlerini ortaya çıkarma. Bir süreç. Öyle bir süreç ki, erişilen bilgiyi diğer bütün bilgi türlerinin üstüne çıkaran bir süreç. Metodun kendisi bilimsel bilginin meşruiyetinin temel direği. Bilimsel bilgi üstün, zira bilimsel bir metodla erişilme ayrıcalığına sahip.
Pekala. Ancak şöyle yıldırıcı bir soru karşımızda. Bu zihnen yorucu, zaman alıcı uğraş ne için? Malayani sanki. Eflatun için değil. Gerçek felsefi/bilimsel bilginin kişi üzerinde yadsınamaz bir etkisi olacaktır. Ve bu etki bir allegori ile gösterilir. Devlet kitabının meşhur Mağara Allegorisi ile. Derin bir mağarada zincirlenmiş insanlar düşünün. Öylesine sıkı zincirlenmişler ki kafalarını dahi çevirip arkalarına bakamıyorlar. Hemen arkalarında tuğladan bir duvar ve o duvarın arkasında devasa bir alev. O insanların hayata dair bildikleri sadece mağaranın duvarına yansıyan gölgeler. Ateşle duvar arasından geçen/geçirilen şeylerin gölgeleri. İçlerinden birisinin zincirlerini kırdığını düşünün. İlk önce mağaranın içini tamamen gördüğünü, daha sonra mağara dışına çıkarak bütün dünyayı gördüğünü. Şeylerin asıllarını. Ancak serüven orada bitmez. Bitmemelidir. O alemin bütün cazibesine karşın o kişi mağaraya geri dönmeli ve, tabir-i caiz ise, mağaradakileri aydınlatmalıdır. Bir adım daha öteye gider Eflatun. Bu büyük bir fedakarlıktır. Zira şeylerin asıllarına vakıf kişi, mağaradakiler tarafından reddedilmeyi göze alacaktır, alaya alınmayı, çeşitli ithamlarla suçlanmayı. İşte bu en büyük fedakarlığı yapmayı göze alacak kişiler sadece, devleti en iyi yönetebilecek kişiler olacaktır. Zira bu kişiler zaten devlette elde edecekleri konumlardan çok daha yüksek seviyelere erişmiş, o konumları küçümseyen kişiler olacaklardır. Haliyle, şahsi çıkarı peşinden koşmayacaklar, paragöz olmayacaklar, kendi keselerini doldurmak için uğraşamayacaklar, diğerleri ile kavga etmeyecek, ve nihayetinde devletin başını yemeyeceklerdir.
Eflatun artık saf bilimsel bir sorgulama ve cevap aramanın dışına çıkmıştır artık. Yaptığı düpedüz bilimsel olmayan bir anlatı ile, bir hikaye ile, bilimsel bilginin, uğraşının meşruiyetini inşadır. Bu anlatıya göre bilim/felsefe sadece hakikatin keşfinin ardında değildir, o keşifle başka faydalar yaratmanın ardındadır.
Eflatun’a neden gittik? Bilimin bilimdışı anlatı/hikayelerle kendi meşruiyetini inşa, teyid ve tahkim etme çabasının, başından beri varolduğunu iddia etmek için. Modern bilim farklı olmadı. Kendine farklı anlatılar/hikayeler buldu. Rene Descartes’in Metot Üzerine Söylem kitabı, Paul Valery’nin dediği gibi, aslında ‘aklın hikayesi’ değil midir? Afşar ve Yüksel Timuçin’in çevirisinden alıntılarsak: “Sağduyu dünyanın en iyi paylaşılmış şeyidir: Çünkü her kişi ondan çok iyi pay almış olduğunu düşünür, her şeyden çok güç hoşnut olanlar bile kendilerinde bulunan sağduyudan daha çoğunu istemeye alışık değildirler… Kendi payıma ben zihnimin başkalarının zihninden daha yetkin olabileceğini düşünmedim.” Bilimsel metot üzerine bu devrim niteliğindeki kitap aslında Descartes’ın kendi hikayesidir. Eflatun’la ile kıyaslandığında nispeten masum. Ancak Eflatun kadar, “Kuşku duyuyorum” diyerek bütün bilgiyi ve bilgi otoritelerini reddedecek ve neredeyse bilgiyi en baştan kurmaya yeltenecek kadar küstah.
Sonrası? Descartes’ın küstahlığının korunması, masumiyetinin ise kaybı. Netice iki büyük anlatı, iki büyük hikaye. Her iki anlatı da garip bir şekilde devletle ilgili, ilişkili. Modern bilimin hakikatin tek temsilcisi olduğu iddiası ile modern devletin kendi sınırları içerisinde tek hakim olduğunun iddiası ne kadar benzer. Ancak kasıt bu benzerliğin ötesinde de bir ilişkinin olduğu.
İlk anlatı Fransız, ilhamını Fransız devriminden, o devrime ilham olan Fransız felsefesinden alan. Haliyle bu anlatıda insanların hür olmadığı, eşit olmadığı, kardeş olmadığı bir geçmiş tahayyülü var. Devrim ile, insan hürriyetinin, eşitliğinin ve kardeşliğinin şafağı söküyor ve büyük bir mücadele başlıyor. Devrim sloganlarının yılmaz savunucusu güçlerle, devrim karşıtı gerici güçler arasında. Bilim ve bilgi bu mücadelenin bir parçası. Zira ancak bilimin, bilimsel düşünenin halk arasında da yayılması ile insan özgürleştirilebilir. Okul bunun için var. Özellikle ilk öğretim. Ancak rakip çetin ceviz. Zira on dokuzuncu yüzyılın son çeyreği gibi geç bir tarihte bile halen ilk öğretim üzerinde hakimiyetini devam ettirmekte. 1871 yılı sonun başlangıcı. Prusya karşısında alınan o aşağılayıcı yenilgi ve sonrasında başlayan sorgulamalar. Almanlar taklit edilmeli. Özellikle eğitim sistemleri. İlk öğretim kilisenin kontrolünden alınıp devlet kontrolüne alınmalı. Ve bilimin, bilimsel aklı yaygınlaştırma aracı olmalı. Zira halk katında kilisenin etkisi devam ettiği müddetçe devrim idealleri her daim tehdit altında. En tabandan başlamalı o etkiyi kırmaya. En tabandan. İnsanın özgürleşmesi bilimin, bilimsel aklın yayılmasına bağlı. Bunu da devlet yapmalı. Ve 1881-1882 Jules Ferry reformları. Fransız sosyalist yazar ve lider Jean Jaures’in o beliğ ifadesiyle: “Okulu Cumhuriyet kurdu, Cumhuriyeti Okul.”
İkinci anlatı Alman, ilhamını Alman felsefesinden alan. Bu anlatının büyük kahramanı Geist. Ruh olarak mı çevirsek? Akıl olarak mı? Bilim, bilimsel faaliyet Geist’ın bir faaliyeti. Geist’in, -bunu iddia ne kadar doğru emin değilim- kendi kendini keşfinin, o keşifle iç çelişkilerinden arınmasının, daha yüksek bir özgürlük bilincine erişiminin bir aracı. Haliyle üniversitenin spekülatif düşüncenin merkezi olarak özerkliği hayati. Zira o özerk, kendine ait alanda; spekülatif düşünce, bilimsel faaliyet mümkün. Ancak bu özerklik devlet ve milletle tam ilişkisizlik anlamına gelmiyor. Bilakis. Üniversite’nin kutsal bir görevi var. Milletin terbiyesi, aklen ve ahlaken. Tabiri diğerle üniversitenin amacı salt realitenin tarifi ile sınırlı bilimsel faaliyet olamaz, daha ötesi var. Ahlaki, sosyal ve siyasete de erişen bir öte. Tekrar etmekte fayda var. Fransız anlatısındaki gibi bu anlatıda da büyük mücadelenin nesnesi millet değil. Nesne Geist. Büyük anlatı Geist’in kendini keşfinin anlatısı. Karşımızdaki bir sistem. Öğelerinden sadece birisi üniversite. Diğer öğeleri de var. Devlet ve millet. Çağrışım radikal. Tek başına bilimin serpilmesinin bir önemi yok. Ancak devlet ve milletin serpilmesine vesile olduğu kadar önemli. On dokuzuncu yüzyılın başları. Berlin Üniversitesi’nin kurucu mantığı.
Sonrası? Fransız anlatısının evrimi. Artık bireye vurgu. Bireyin özgürlüğüne ve bireyin kendi kendini yönetebiliyor olmasına. Buna eşlik eden ise farklı bir dil. Bilimsel bilginin nesnesini içinde olduğu koşula dair bilgilendirmekle yetinmeyen bir dil, yapması gerekenleri de bildiren bir dil. “Asgari ücret şu kadar olmalı,” gibi. Bunun çağrışımları ise dramatik. Bilimin devlet ve halkla ilişkisi açısından. Artık bilimin rolü devlet eliyle halkı dönüştürmek değil. Devleti halkın menfaatleri açısından denetlemek. Ya diğer anlatı? Alman anlatısı. M. Heidegger’in 1933 yılında yaptığı rektörlük konuşması Alman anlatının talihsiz bir yorumu. “Biz Alman üniversitesine kökleri bilimde ve bilimin araçları ile Alman halkının kaderini belirleyecek liderleri ve muhafızları eğiten ve disipline eden yüksek okul olarak bakıyoruz.” Ve Nazi Almanya’sının bitişi ile Alman anlatısının da büyük oranda, en azından gelişmiş ülkelerde, etkisini yitirişi.
Fransız anlatısının evrimi, Alman anlatısının etkisini yitirişi daha dramatik, daha kapsamlı büyük bir dönüşümün parçası. O dönüşüm, en azından gelişmiş ülkelerde on dokuzuncu yüzyıl sonunda başladı ve bilim, edebiyat ve sanatta kuralları kökünden değiştirdi. Bu yeni hal işte postmodern hal. Bilimsel bilgi açısından postmodern hal büyük anlatıların krizidir. En basit ifadesiyle. Büyük anlatılara yönelik inanmazlık halidir. Büyük kahramanlara inancın kaybıdır, büyük tehlikelerin varlığına, büyük mücadelelerin gerekliliğine, büyük serüvenlere, ve ardına düşülecek büyük ideallere. Büyük anlatıların yerini, daha küçük anlatıların almasıdır. Ve bilimin o küçük anlatılar denizinde kaybolmasıdır.
* Lyotard’ın Postmodern Hal’i zor bir kitap. Hele modern felsefeye, hatta Antik Yunan felsefesine, hakim olmayan birisi için. Kitabı ne tam olarak anladığımı iddia edebilirim, ne de bütün kapsamı ile bu yazıda ele alabildiğimi. Sadece kitabın tamamını okumaya teşvik edebilirim. Zira Lyotard bu yaşadığımız zamanı anlatıyor, ve halen daha içinden geçtiğimiz krizi.
Jean-François Lyotard, The Postmodern Condition: A Report on Knowledge, terc. Geoff Bennington ve Brian Massumi, Manchester University Press, 1984 [Orijinali Fransızca olarak 1979 yılında yayınlandı].