[voiserPlayer]
Kapitalizm… On altıncı yüzyıla kadar tüccarların dilinde yatırım yapılan veya borç verilen para anlamında kullanılagelen “kapital” kavramından türeme. Ardından uzun bir seyahat ve sosyal ve iktisadi bilimlerde iktisadi bir sistemin adı olma. Üç temel özelliğinden bahis mümkün. Birincisi, iktisadi aktörlerin mülkiyet haklarının tanınmış ve korunmuş olması ve her birinin iktisadi kararlarını özerk ve kendi iradeleri ile almaları. İkincisi, piyasaların ana tahsis ve eş güdüm zeminleri olmaları ve piyasalar yoluyla metalaşmanın iş gücü dahil her alana ve her şeye yayılması. Üçüncüsü, sermayenin merkeziliği, iktisadi kararların nihayetinde sermayenin birikimine dönüklüğü. Bu elbette kapitalizmin “idealize” hali. Tarihi realitesi daha karmaşık.
Tarihi süreçte kapitalizmin farklı hallerinden bahis mümkün. İlk hal ticaret kapitalizmi. İlk belirtilerine Çin’den Avrupa’ya uzanan, kara ve deniz üzerinden yürütülen uzun-mesafeli ticarette rastlıyoruz. Bu ticaret büyük oranda kar kazanmak ardında büyük riskleri göze alan tüccarlar sayesinde yürüdü. Ancak imparatorluklar ve devletler de ticaretin üzerinde sürdüğü yolları yaparak, bu yollar üzerinde minimum seviyede de olsa güvenliği sağlayarak ve ticareti kolaylaştıracak değerli madenlerden para basarak ticaret kapitalizmini mümkün kıldı. Zamansal olarak ticaret kapitalizmi Avrupa’da geç gelişti. Bunun en birinci nedeni, Roma İmparatorluğu’nun yıkılışının ardından yaşanan ekonomik daralma: ticaretin, piyasa için üretimin ve para dolaşımının zayıflaması ve öz tüketime yönelik tarıma dönüş.
Bu hal on ikinci yüzyıla kadar devam etti ve bu yüzyılda uzun-mesafeli ticaret tekrar canlandı. En doğuda Çin’den en batıda İngiltere’ye kadar uzanacak iki ticaret yolu oluştu: güneyde İtalya’nın kuzey sahil kentleri üzerinden yürüyen ve kuzeyde Rusya, Polonya ve İskandinavya üzerinden yürüyen. Avrupa-içi ticaret yolları da gelişti, canlandı. Alplerdeki geçişler üzerinden Kuzey İtalyan kentlerini güney Almanya kentlerine bağlayan, oradan da daha kuzeye ve daha batıya yayılan yollar.
Ticaret kapitalizmi Avrupa’da geç geldi, ancak bu kıtada daha da gelişti. Nitelik olarak, salt nicelik değil. Avrupa’da tüccarlar, mesela, daha çeşitli finansal araçlar kullanmaya başladılar: banka poliçeleri, çekler, krediler, vadeli sözleşmeler. Çift-girişli muhasebe sistemini geliştirdiler. Geçici iş birlikleri olarak başlattıkları ticaret ortaklıklarını zamanla daha uzun soluklu ortaklıklara dönüştürdüler. Ticaretle paralel olarak finansı geliştirdiler ve kurumlarını, özellikle bankaları, kurdular. Ticaret veya finansal, kurumları kurucu ve sahiplerinden bağımsız yasal kişiliklere sahip varlıklara dönüştürdüler. Ve bütün bu nitelik değişimlerinin yasal zeminini de Roma Hukuku’nu canlandırarak sağladılar. Ayrıca salt ticari ve finansal faaliyetlerin ötesine de geçtiler ve üretim üzerinde de daha dolaysız kontrollerini artırdılar. Özellikle büyük sermaye gerektiren maden işletmelerinin işletilmesinde ve hane üretimine sağladıkları ham madde, ön siparişler ve kredi açmalar yoluyla. Elbette on beşinci yüzyıla kadar ki haliyle ticaret kapitalizminin hayatı bütünüyle şekillendirdiğini ve kendi akışına sıkı sıkıya bağladığını iddia etmek zordur. Bu olacaktı elbette. On altıncı yüzyıldan başlayarak ve takip eden yüzyıllarda artan bir hızla genişleyerek ve derinleşerek.
İlk olarak coğrafi olarak genişleme. Bunu mümkün kılan keşifler çağı oldu. Portekizlilerden ve İspanyolların başlattığı, takiben Hollandalıların, Fransızların ve İngilizlerin devam ettirdiği. Genişlemenin çapına dair bir fikir vermesi için, on altıncı yüzyılın başında Avrupalı güçler yer yüzünün sadece yüzde 7’sini kontrol ediyordu. On sekizinci yüzyılın son çeyreği itibarıyla ise yüzde 35’ini. Neticede ise merkezi Batı Avrupa olan yeni bir dünya ticaret sistemi ortaya çıktı: Batı Avrupa’dan tekstil, metal aletler, ve silahlar… Afrika’dan köleler… Amerikalardan şeker, tütün ve pamuk… Doğu ve Orta-Doğu Avrupa’dan tahıl. On beşinci yüzyıla kadar ticaret kapitalizminin merkezi Akdeniz’di. Ardından Atlantik kıyılarına kaydı. Genoa ve Floransa, merkezi konumlarını kaybetti, ilk önce Antwerp, sonra Amsterdam, ve nihayetinde Londra yükseldi.
Kapitalizm kurumsal gelişimini de sürdürdü. On altıncı yüzyıldan başlayarak anonim şirketler ortaya çıktı. Hisse senetlerinin alım satımının yapıldığı, el değiştirdiği borsalar. Borsalar daha geniş bir halk kitlesinin şirketlere ortak olabilmesinin imkanını sundu. Aslında bu daha kapsamlı bir gelişmenin parçasıydı. Sermayenin metalaşmasının, piyasada alımı satımı yapılıyor haline gelmesinin. Sadece şirket hisseleri değil, hükümet tahvil ve bonolarının da alım-satımı mümkün hale geldi. Böylelikle ticaret kapitalizminin keşfettiği farklı finansal ödeme ve borçlanma araçları yaygınlaştı. Geleneksel iktisadi aktörlerin haricinde, hatta daha yoğun bir şekilde, hükümetler tarafından kullanılmaya başlandı. Böylelikle borç verenlerin veya sermaye sahiplerinin menfaatlerini, varlıklarının kaderini, hükümetlerinin takip ettiği politikalara veya siyasal sistemin nasıl yönetildiği sorusuna bağladı ve devletin borçlanmasının disipline edilmesinin, hatta siyasal sistemin demokratikleşmesinin yolunu açtı.
Kapitalizm; tarımsal üretimi, madenciliği ve imalatı da şekillendirmeye devam etti. Kapitalizm bunu bu farklı üretim alanları için pazarlar yaratarak ve sermaye sağlayarak sağladı. Yer kürenin farklı bölgelerini (Amerika ve Avrupa kıtaları ile bu bölgelere köle sağlayan Afrika kıtası) ticari ilişki ağları ile birbirine bağladı ve bunu yaparken var olan politik-ekonomik ilişkileri çözdü ve yerlerine yeni politik-ekonomik ilişkiler geliştirerek gerçekleştirdi, üretim alanları ile uyumlu iş gücü tipleri yaratarak.
Ve on sekizinci asra gelindiğinde kapitalizm Avrupa’da hem dini hem de seküler düşüncede hakim olarak para kazanma/kar yapmaya yönelik hakim olumsuz bakışı da değiştirmeyi başardı. Hatta Adam Smith’in formülasyonunda kişilerin kendi menfaatleri için çalışmasının toplumsal refaha ve düzene de olumlu katkılar yapacağı iddia edilmeye başlandı.
On dokuzuncu yüzyıl ve sonrasında kapitalizmin önceki halleri gelişimini ve yayılımını devam ettirdi elbette. Tarımsal kapitalizm yeni bölgelere yayıldı, Avrupa kıtasında feodal kalıntıları sildi, ve yirminci yüzyılda küresel çapa ulaştı. Ticaret kapitalizmi artan şehirleşme, ulaşım ve iletişimdeki teknolojik gelişimler ve yirminci yüzyılda yükselen tüketim toplumu ile daha da büyük çapa ulaştı, kendi arz ağlarını yarattı, tüketim mabedlerini kurdu. Ve finans kapitalizmi… Bankaların, borsaların ve sigorta şirketlerinin yanına, yatırım firmalarını ve fonları ekledi ve yirminci yüzyıl sonunda devasa boyutlara ulaştı, kapitalizmin diğer alanlarını da etkiledi.
Ancak on dokuzuncu yüzyıl ve sonrasının kapitalist devrimi sanayileşme ile geldi. Sanayileşme özünde üç ilişkili gelişmeyi içerdi: teknolojik ve organizasyonel icatlar, yeni enerji kaynaklarının keşfi ve yaygın bir şekilde kullanımı ve son derece merkezi bir idare altında üretimin motor ve makine kullanımına dayandığı fabrikanın yaygınlaşması. Netice, üretim faktörlerinin verimliliğinin tarihte görülmemiş bir şekilde artışı oldu, iş gücünün daha da kalifiyeleşmesi, daha disipline olması.
Sanayileşme İngiltere’de başladı. İlk önce Kıta Avrupasına yayıldı, sonrasında Kuzey Amerika’ya. Japonya sanayileşen ilk Asya ülkesi oldu. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında sanayileşme bütün Güney Asya’ya yayıldı, Çin’e ve dünyanın geri kalan bazı ülkelerine. Sanayileşme ile birlikte aslında kapitalizm küreselleşti. Bütün dünyayı birbirine ekonomik-ticari ağlarla bağladı.
Nereye yayılırsa yayılsın sanayileşme, hayatın farklı alanlarını kökünden değiştirdi, dönüştürdü. Ücretli işçilik yayıldı, ekonomi-dışı araçlarla devşirilen iş gücü büyük oranda tasfiye edildi. Sabit sermaye görülmemiş boyutta birikti. Joseph Schumpeter’in “yaratıcı yıkım” olarak adlandırdığı, Karl Marx’ın “üretimin mütemadiyen değişimi/dönüşümü”; süreçte, üretimde, tarımda, ticarette, finansta, tabir diğerle, ekonominin her alanında teknolojik ve organizasyonel yenilik ve dönüşümleri birbiri ardına getirmeye devam etti.
Sanayi zamanla en birincil ekonomik aktivite oldu. Aynı dönemde tarımın önemi azaldı, ilk önce sanayinin ardından ikinci sıraya düştü, sonra da hizmetlerin ardından üçüncü. Yirminci yüzyılın sonu itibarıyla hizmetler sanayiyi de geçti. Buna finansallaşmanın devasa boyutlara ulaşması eşlik etti. Finansallaşma ise İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nden başlayarak bütün dünyada neo-liberal politikalarla devletin sermaye üzerindeki düzenleyici ve kısıtlayıcı pratiklerini kaldırması ile mümkün oldu. Var olan finansal kurumlar daha da büyüdü. Yeni yatırım bankaları, yatırım fonları, ve diğer sermaye yatırım şirketleri ortaya çıktı. Eski sanayi devleri bile finans alanına girdi, kendi finansal kurumlarını açtı.
Finansallaşma şirketlerin yönetimindeki güç dengesini de etkiledi. Sanayileşme ve ardından yaşanan değişim ve dönüşümlerle şirketler, yatay ve dikey büyümüş ve devasa yapılara dönüşmüştü. Bu ise şirketlerin yönetim yapısında değişimleri gerektirmişti. Yöneticiler ve sermaye sahipleri ayrışmış ve şirketlerin yönetimi maaşlı yöneticilerin eline geçmişti. Finansallaşma sermaye sahipleri aleyhine olan bu gelişmeyi tersine çevirdi. Zira sermaye, fon yöneticilerinin kontrolü altında toplandı ve fon yöneticileri de yatırımcıları adına şirketlerin yönetim kurullarında etkinliklerini arttı.
Finansallaşmanın iş gücü piyasası üzerinde de etkisi oldu. Sanayileşme ile birlikte ücretli iş gücü yayılmıştı. İş gücünün kalifiye hale gelmesi, hükümetlerin müdaheleleri ve işçi hareketleri ile hayata geçirilen uygulama ve politikalarla işçilerin yaşam koşulları da iyileşmişti. Ancak yaşanan finansallaşma ile paralel olarak işçi hareketi de çözüldü ve dağıldı. Ara zamanlı veya geçici çalışanların, veya daha genel bir işgücü tipi olarak iş gücü güvencesi olmayan çalışanların (prekarya) iş gücü içindeki oranı yükseldi. Daha az gelişmiş ekonomilerde ise işçilerin çalışma koşulları daha da kötüleşti, güvenlikleri daha da kırılganlaştı.
Son yarım yüzyıla damgasını vuran finansallaşma neo-liberal dönüşle mümkün oldu. Bu dönüş ise özünde doğrudan finansallaşma ile değil, devletin ekonomik rolü ile ilişkiliydi. Daha da özelde neo-liberal dönüş, aktif para ve maliye politikaları ile piyasalara müdahale eden, sanayileşme politikaları ile yer yer piyasaları yönlendiren, kapitalizmin yarattığı sosyal sorunları ise son derece cömert refah harcamaları ile çözmeye çalışan devleti dönüştürmeyi hedefliyordu. 1970’lerde, artan işsizlik ve enflasyon olarak tecelli eden ekonomik kriz bu dönüşümün tetikleyicisi oldu. Neticede ise hemen hemen her ülkede devletin piyasalara yönelik kapsamlı düzenlemeleri iptal edildi.
Bu düzenlemelerin iptali daha önce bahsi geçen finansallaşmayı getirdi. Finansallaşma ise 2008 finansal krizini. Kriz, devletlerin borçlanmasını artırdı. Veya hükümetler neo-liberalizmin önerdiği gibi, piyasaların kendi kendine dengeye ulaşmasını beklemedi. Bunun kapitalizmin tarihinde yeni bir dönemi başlatıp başlatmadığını iddia etmek için ise henüz erken.
* * *
Uzun bir dönemin, kapsamlı ve derin bir dönüşümün, hem de sadece tek bir ülkenin değil, neredeyse bütün dünyanın içinden geçtiği bir dönüşümün tarihini, hem de kısa bir tarihini; tek bir ciltte, bibliyografya ile birlikte sadece 50 bin küsür kelime ile anlatma… Kocka’nın Capitalism’i bunu yapmaya çalışıyor. Netice hiç kuşkusuz etkileyici. Ancak çelişkili gözükse de, aynı, hatta daha çarpıcı seviyede de eksik. Bir yandan ele aldığı konuların çeşitliliği ile kendine hayran bırakıyor. Öte yandan konuların ansiklopedik, hatta bir fihrist gibi sunumu, tarihin nasıl geliştiği ile ilgilenmesi ve kaçınılmaz olarak betimleyici kalması, “bu yapılan büyük bir yanlış dedirtiyor”. Bir taraftan bilgiye doyururken, diğer taraftan aç bırakıyor. Bir taraftan bilgiye boğarken, diğer taraftan büyük bir boşluğa bırakıyor. Sanki hiç bir şey okumamış, hiç bir şey öğrenmemiş gibi.
Hülasa, hiç kimse kapitalizmin kısa bir tarihini yazmaya cüret etmemeli.
Jürgen Kocka, Capitalism: A Short History, çev: Jeremiah Riemer, Princeton UP, 2016.