[voiserPlayer]
İthaf
Bu kitap; ne bir şikayettir, ne de bir itiraf. Harbin yumruğunu yemiş, mermilerinden kurtulmuş olsa bile, tahriplerinden kurtulamamış bir nesli anlatmak isteyen bir deneme sadece.
Başlangıç
Kantorek bizim sınıfın öğretmeniydi… beden eğitimi derslerinde bizlere öyle nutuklar çekti ki, bütün sınıf tabur olup onun komutasında şubeye gittik, askere yazıldık.
Askeri Eğitim
On hafta askerlik eğitimi gördük, bu süre içinde on yıllık okul hayatındakinden daha kesin bir biçime sokulduk… Selam duruş̧, esas vaziyet, merasim geçişi, tüfek as, sağa dön, sola dön, topuk vur, küfür, azar, binlerce eziyet! Biz görevimizi başka türlü düşünmüştük; bir de baktık ki, kahramanlığa, sirk atları gibi yetiştiriliyoruz.
Savaşın Vahşeti
Bir sarsıntı hissediyorum. Bir mermi parçası ceketimin kolunu yırttı. Yumruğumu sıkıyorum. Acı yok. Ama bu beni yatıştırmıyor, yaralar hep sonradan sızlamaya başlar. Kolumu sıvazlıyorum. Hafif çizik, ama sağlam. O anda kafama bir şey çarpıp çatırdıyor, zihnim bulanıyor. Aklımdan şimşek gibi bir düşünce geçiyor: Bayılmamalıyım! Bir an karanlık pelte içine gömülüyor, yine hemen yüze çıkıyorum. Miğfere bir mermi parçası çarpmış, ama çok uzaktan geldiği için başlığı delememişti.
…
Katczinsky’nin yüzüne bakıyorum; ağzı alabildiğine açık, haykırıyor; hiçbir şey duymuyorum. Beni sarsmaya devam ediyor, daha da yaklaşıyor, sesi buluyor beni bir ara: “Gaz .. Gaz.. Gaaaz… Maskenin takılmasından sonraki bu ilk dakikalar, hayatı veya ölümü tayin eder: Gaz geçiriyor mu? Hastanedeki korkunç sahneleri biliyorum: Günlerce süren boğuluşlar içinde, kavrulmuş ciğerlerini parça parça kusan, tüküren gazlanmışlar.
…
Bu uçuk benizli yüzler; kıvrılmış eller; yine de ileri atılan, hücum eden bu zavallılardaki yürekler acısı o cesaret; yüksek sesle haykırmayı göze alamayan; göğüsleri, karınları, kolları, bacakları parçalanmış, anne diye inleyen; yüzlerine bakılır bakılmaz hemen susuveren bu sadık, bu zavallı insancıkların cesareti! Onların o ölü, ayva tüylü uzun yüzleri; ölmüş çocukların korkunç ifadesizliğini taşıyordu. Onları görenlerin; sıçrayışlarını koşuşlarını, vurulup düşüşlerini görenlerin boğazlarına taş gibi bir şey oturur adeta. İnsanın bu derece aptal oldukları için, onları dövesi gelir; onları kucaklayıp, sizin burada işiniz ne, diyerek buralardan uzaklaştırması gelir. Gri ceket, pantolon ve çizme giymişler; ama çoğunun üniforması öyle bol ki, üzerlerinden dökülüyor: Omuzları daracık, vücutları küçücük. Bu çocuk bedenlerine göre dikilmiş üniforma yok ki!
Tesadüfe Yaşamak
Mermi, kavislerinin örgüleri altında yatıyor, meçhulün merak ve gerginliğini yaşıyoruz. Üzerimizde boşlukta süzülüyor tesadüf. Bir mermi gelirken büzülüp kalabilirim, hepsi bundan ibaret. Düşeceği yer ne malûmdur bence, ne de sözüm geçer mermiye. Bizi umursamaz eden bu tesadüftür… Bombaların bir şey yapamayacağı bir barınakta paramparça olabilirim de açık arazide on saat süren bir yaylım ateşinden sapasağlam çıkabilirim. Her asker, sadece, binlerce tesadüf sayesinde sağ kalır hayatta. Her asker tesadüfe inanır, tesadüfe bel bağlar.
Bir Askerin Ölümü
Yatağına bakıyoruz. Bacağı tel bir sepet içinde: Üstünde yorgan kümbet gibi yüksek… Kemmerich’in bacağı yoktu artık! Kesmişlerdi. Hali korkunç Kemmerich’in: Benzi solgun sarı; yüzünde şimdiden, belki yüz kere gördüğümüz için çok iyi bildiğimiz o yabancı çizgiler. Aslında çizgi değil bunlar, birer işaret. Derinin altında hayatın nabzı atmıyor artık; dirilik vücudun ta kenarlarına itilmiş, sürülmüş çoktan; içten içe ölüm çalışıyor, gözlere artık ölüm hakim. Arkadaşımız Kemmerich işte şuracıkta yatıyor; daha az zaman önce bizimle at eti kızartmış, mermi çukurlarına çömelmiş Kemmerich. Henüz kendisi, ama yine de artık o Kemmerich değil. Üst üste çekilmiş fotoğraflar gibi, silik ve belirsiz resmi. Sesi bile küller altında…
…
Ağzını açıp haykırsa keşke! Ama sadece ağlıyor, başı yana dönük. Annesinden, kardeşlerinden bahsetmiyor, hiç bir şey demiyor, hepsi çok gerilerde herhalde? O, şimdi on dokuz yıllık küçük ömrüyle yapayalnız ve ağlıyor, bu ömür onu bırakıyor çünkü…
Bir Dostun Ölümü
Ben miyim bu yürüyen? Ayaklarım var mı hala? Başımı kaldırıyor, etrafıma göz gezdiriyorum; gözlerimle birlikte ben de dönüyor, dönüyor, derken duruyorum. Her şey eskisi gibi. Yalnız, yedek Stanislaus Katczinsky öldü. Sonra artık hiç bir şey bilmiyorum.
Hissizleşmek
Tehlikeli hayvanlar olduk şimdi. Savaş değil, ölüme karşı korunma bu bizim yaptığımız. Biz bombaları insanlara karşı atmıyoruz, şu anda insan minsan bildiğimiz yok. Orada ellerle, miğferlerle ölüm saldırıyor peşimizden…
…
Bizi alıp götüren dalgaya gömülü, bizi vahşileştiren; eşkıya, katil, iblis yapan; korkuyla, azapla, yaşamak hırsıyla kuvvetimizi kat kat çoğaltan, bize bir kurtuluş yolu arayan, boğuşan bu dalgaya kendimizi kaptırmış kaçıyoruz. Karşıdan gelenlerin içinde baban bile olsa, hiç duraklamadan onun da göğsüne bir bomba yapıştırırsın!
…
Ölen erler, ne çare kader, der gibi uzanmış yatıyorlar; biz üzerlerinden atlayıp geçerken, bacaklarımıza sarılıp haykırmak ister gibi yatıyorlar. Birbirimize karşı bütün duygularımızı kaybettik; birimizin hayali, ötekimizin hızdan bitkin bakışlarına çarptıkça birbirimizi tanımıyoruz adeta. Hiç bir şey hissetmeyen ölüleriz; bir sihirbaz hüneri, tehlikeli bir büyü neticesi henüz koşabilen, henüz öldürebilen ölüleriz.
Düşmanın İnsanileşmesi
“Arkadaş, ben seni öldürmek istemedim… Senin, benim gibi bir insan olduğunu ben ancak şimdi görüyorum. Ben senin el bombanı, süngünü, silahlarını düşündüm; karını, yüzünü, ortak taraflarını ben şimdi görüyorum.. Affet beni arkadaş, sen benim nasıl düşmanım olabilirsin? Biz bu silahları, bu üniformaları çıkarıp atsak sen benim kardeşim olabilirdin, Kat gibi, Albert gibi. Al ömrümden yirmi seneyi arkadaş, al da kalk! Al daha fazlasını, ben bu ömrü ne yapacağım, artık bilmiyorum çünkü.”
Hastane
… bu yalnız bir hastane, yalnız bir kısım. Almanya’da yüz binlerce, Fransa’da yüz binlerce, Rusya’da yüz binlerce. Bu böyle olunca, şimdiye kadar yazılmış, yapılmış, düşünülmüş şeyler ne kadar saçma! Binlerce senenin medeniyeti, bu kan sellerinin akmasına bile mani olamadıktan, bu yüz binlerce işkence zindanını kapatamadıktan sonra, bütün o yazılanlar, hepsi boş, hepsi yalan olsa gerek.
Hayat Mı?
Ben gencim, yirmi yaşındayım; ama hayat namına ümitsizlikten, ölümden, korkudan, bomboş bir sathiliği ıstırap uçurumlarına zincirlemekten başka bir şey bildiğim yok.
Yaşlanmış Gençler
“Biz demir gibi gençlermişiz!”Her üçümüz öfkeyle gülüyoruz. Kropp küfrediyor; konuşabildiği için memnun. Evet, işte böyle düşünüyorlar, yüz binlerce Kantorek böyle düşünüyor! Demir gibi gençler! Gençler! Bizler yirmiden yukarı değiliz. Ama genç miyiz? Genç ha? Gençlik gerilerde kalalı hanidir. Bizler, yaşlanmış kimseleriz.
…
Kantorek olsa, henüz hayatın eşiğindesiniz, derdi. Yalan da değil. Biz henüz kök salmamıştık; savaş selleri söktü, sürüdü bizi. Ötekiler, bizden yaşlılar için savaş bir duraklayıştır, onlar ileriyi düşünebilirler. Ama bizi dört yandan sardı harp; sonunun neye varacağını bilmiyoruz. Bildiğimiz, şimdilik, yalnız şu: Öyle mahzun da olduğumuz yok ama tuhaf ve melankolik bir şekilde kabalaştık.
…
Albert haklı. Biz genç değiliz artık. Biz dünyayı fethetmek istemiyoruz artık. Kaçağız biz. Kendimizden kaçıyoruz. Hayatımızdan. On sekiz yaşında idik; dünyayı, hayatı sevmeye başlamıştık, sevdiğimiz bu şeylere kurşun sıkmak zorunda kaldık. Patlayan ilk mermiler kalbimize saplandı. Çalışma, çaba, ilerleme kapıları kapandı bize. Biz bunlara artık inanmıyoruz, biz harbe inanıyoruz.
Düşman Kim?
Bir emir, bu sessiz sakin hayalleri bizim düşmanlarımız yaptı; bir emir, onları bizim dostlarımız yapabilir. Herhangi bir masa başında, hiçbirimizin tanımadığı birkaç kişi tarafından, bir yazı imzalanır. Başka vakit, dünyanın nefret edip en büyük cezalara çarptırdığı şey, insan öldürmek, yıllarca baş gayemiz olur. Şuradaki şu çocuk yüzlü, havari sakallı, sessiz sakin adamları gören birisi, bunlara düşman diyebilir mi! Bu Rusların bize düşmanlığı yanında bir çavuşun bir ere, bir öğretmenin öğrenciye olan düşmanlıkları, daha kötü düşmanlıklardır. Ama biz onlara yine de ateş ederiz, serbest olsalar onlar da bize.
Uyanış
Kantorek gibi daha binlercesi … Biz zaman zaman, onları alaya aldık, onlara ufak tefek oyunlar oynadık, ama temelde inanıyorduk onlara. Daha geniş bir anlayış, daha insanca bir bilgi, düşüncelerimizde, temsilcileri oldukları otorite kavramıyla birleşiyordu. Şu var ki, gördüğümüz ilk ölü, bizdeki bu inancı paramparça etti… İlk yaylım ateş, bize onların yanlışını gösterdi; onların bize öğrettikleri dünya görüşü, bu bombardıman karşısında yıkılıverdi. Onlar hala yazıp söylerlerken, biz hastaneleri, can çekişenleri görüyorduk; onlar devlete hizmeti en büyük fazilet diye vasıflandırırlarken biz artık ölüm korkusunun daha baskın olduğunu anlamış bulunuyorduk. Ama yine de isyan etmedik, askerden kaçmadık, korkak olmadık.
Evi Ziyaret
Derken tokmağı aşınmış, kahverengi kapının önündeyim; elim ağırlaşıyor. Kapıyı açıyorum. İçerden vuran garip bir serinlik, gözlerimi kamaştırıyor. Çizmelerimin altında merdiven gıcırdıyor. Yukarda bir kapı açılıyor, birisi tırabzandan eğiliyor.. Açılan mutfak kapısı, içerde patates omleti kızarıyor, kokusu bütün eve yayılmış öyle ya, bugün cumartesi. Eğilip aşağı bakan ablam olacak. Bir an utanıyor, başımı önüme eğiyorum, sonra miğferimi çıkarıp yukarı bakıyorum. Evet ablam. “ Paul! “ diye bağırıyor. “ Paul…! “ Başımı sallıyorum arka çantam tırabzana çarpıyor, tüfeğim birden ağırlaşıyor elimde. Hızla bir kapı açıyor, sesleniyor: “Anne, anne, Paul geldi.” Yürüyemiyorum. Anne, anne, Paul geldi. Duvara dayanıyor; miğferime, tüfeğime sarılıyorum. Sımsıkı tutuyorum bunları, ama artık bir adım bile atamıyorum. Basamaklar gözlerimden siliniyor, dipçiği ayaklarıma vuruyor, öfkeyle dişlerimi sıkıyorum. Fakat ablamın söylediği bu tek söz karşısında hiçbir şey yapamadan duruyorum. Olanca kuvvetimle kendimi gülümsemeye, konuşmaya zorluyorum, ama tek söz söyleyemiyor, merdivende bedbaht, perişan, korkunç bir kramp geçirerek öylece duruyorum. Yanaklarımdan aşağı gözyaşlarım akıyor yalnız.
Anneye Veda
“İyi geceler, anne!” “İyi geceler, yavrum!” Oda karanlık. Annemin solukları yükselip alçalıyor. Arada saatin tiktakları. Dışarda pencerelerin önünde rüzgar. Kestaneler hışırdıyor. Sofada ayağıma arka çantam takılıyor; sabahleyin erken gideceğim için, hazır çanta. Yastıklarımı ısırıyor, yumruklarımı karyolamın demir çubuklarına geçiriyorum. Ben buraya asla gelmemeliydim. Ben kayıtsız, çok kere de ümitsizdim cephede; ben artık öyle olamayacağım hiçbir zaman. Ben bir askerdim; ama şimdi kendimin, annemin bu derece naçar ve sonsuz her şeyin ıstırabını yaşıyorum; ben bir acı kaynağıyım artık. Ben asla izinli gelmeyecektim.
Ve Son
1918 Ekiminde vurulup öldü. Vurulduğu gün bütün cephe sessiz sakindi gayet; öyle ki, resmi tebliğler, batı cephesinde kayda değer yeni bir hadise olmadığı cümlesiyle yetindiler. Yüzükoyun düşmüştü, toprakta uyur gibi yatıyordu; tersine çevirdikleri vakit fazla acı çekmeden ölmüş olduğunu gördüler.. Yüzünde öyle sakin bir ifade vardı ki, kaderine memnundu adeta.
Erich Maria Remarque, Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Çev. Behçet Necatigil, Varlık Yayınları, 1956.
Fotoğraf: Hasan Almasi