[voiserPlayer]
Günümüz ekosisteminde enerji geçişi, fosil kaynakların yerini alan modern yenilenebilir enerji kaynaklarının mevcut enerji yapısına eklemlenmesini ve yapıya yeni bir form kazandırmasını ifade ediyor. Zihnimizde de dumanlı bacaların yerini alan güneş panellerini ve rüzgâr güllerini canlandırıyor. Bu ifadeyle de “kirlinin” yerini alan “temizi” temsil ediyor. Fakat enerji geçişi, bugünün ötesinde daha genel bir boyutta, tarih boyunca dinamik bir dönüşüm sürecini temsil ediyor.
Bir saniye durup düşünmeyi kıymetli kılan bir soru, bizi merak uyandırıcı bir cevaba götürüyor. Soru şu: 15. yüzyılın temel enerji kaynağı neydi? Evet, 20. yüzyılı, 19. yüzyılı ve hatta birkaç yüzyıl öncesini de biliyoruz. Odun, kömür, sonrasında petrol ürünleri ve şimdi potansiyeli tartışılan modern yenilenebilir enerji türleri… Peki ya öncesi? Cevap mı? Saman!
15. yüzyılda yeterli samanınızın olmadığı bir dünyada bir kara savaşını kazanmanız mümkün değildi. Hızla hareket etmenizin yegâne ihtiyacı samandı. Bu bize enerji geçişinin yüzyıllar boyunca nasıl bir seyir izlediğini anlamamız açısından önemli bir ipucu veriyor. O zaman günümüzdeki soru (nasıl 15. yüzyılda temel ihtiyaca ilişkinse) yine geleceğin temel ihtiyacına yönelik bir anlam ifade ediyor. Burada da cevap elektrik!
Elektrikleşme giderek ulaşımdan ısınmaya, üretimden bilişime farklı alanlarda fosil kaynakların yerine talebin hızla arttığı bir ivme çiziyor. Böylece, artan iklim değişikliği kaygılarının enerji boyutunun geleceğinin olağan şüphelisi, elektrik sektörü olarak karşımıza çıkıyor.
Karbon salınımı ile ilişkili elektrik üretimi tartışmalarında, farklı ülke gruplarının farklı bakış açıları çerçevesinde bir kutuplaşma ortaya çıkardığını görüyoruz. Buradaki ana hedef karbon salınımını sıfırlama motivasyonunun olup olmaması değil, bunun zamanlamasına ilişkin. Başta BM Taraflar Konferansı (COP) olmak üzere, iklim değişikliğine ilişkin karar alma mekanizmalarında gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki kutuplaşma ön plana çıkıyor.
Temel tartışma “kömürden çıkma” olarak ifade edilen kömür yakıtlı elektrik santrallerinin kapatılması ve ikame elektriğin modern karbon-sıfır kaynaklarla üretilmesine ilişkin. Bununla birlikte daha geniş bir kapsamda da ülkeler net-sıfır karbon salınımı hedeflerini belirliyor. Net-sıfır karbon ifadesi bu bağlamda, hiç karbon üretmemek anlamına gelmiyor. Üretilen sera gazını, doğal sera gazı emilimine eşitlemeyi ifade ediyor. Burada büyük karbon salınımına sahip ülkelerin bazıları ilk akla gelen örnekler olarak dikkat çekiyor. Örneğin Çin, net sıfır karbon emisyonu hedefini 2060 olarak belirlerken, Hindistan 2070 yılını işaret ediyor.
Gelişmiş ülkelerin hedefleri ve performansları ise çok daha pozitif. ABD en geç 2050’de net sıfır emisyon hedefi açıklamışken AB de 2019 yılında Paris Anlaşmasına paralel olarak 2050 yılını işaret ediyor. Hatta izleme raporlarına göre AB ülkeleri, hedeflerden daha hızlı bir karbonsuzlaşma patikasında. Türkiye ise 2053 hedefiyle gelişen ekonomiler arasında en iddialı ülkelerden biri.
Ülkelerin büyüklükleri bu hedeflerin belirlenmesinde belirleyici oluyor. Ülkelerin nüfusları ve ekonomik büyüklükleri azaldıkça daha büyük ülkelere kıyasla enerji talepleri de azalıyor. Dolayısıyla da küçük ekonomilerin enerji dönüşümü kapasiteleri büyük ülkelere göre daha çok yükseliyor. Bu anlamda Çin, Hindistan gibi ülkelerin karbon salınımındaki etkileri yüzde olarak çok büyük ve enerji dönüşümü patikaları çok daha zorlu iken AB ülkelerinin enerji geçişi kapasiteleri çok daha yüksek. Buna bir de baz yük olarak adlandırılan belirli oranda bir enerji kapasitesinin (özellikle nükleer santrallerin katkısıyla) kesintisiz ve istikrarlı olarak sağlanması ve talebin yavaş bir hızla artması gibi avantajlar eklendiğinde gelişmiş ülkelerin hedeflerine daha hızlı ilerlemesi şaşırtıcı olmuyor.
İklim değişikliği verileri göz önüne alındığında, dünya çapındaki karbonsuzlaşma hâlâ yetersiz. Bu çerçevede iklim aktivistleri başta olmak üzere çevre endişesi duyan kesimler seslerini yükseltmeye çabalıyor. Gelişmiş ülkeler elektrik taleplerinde bir plato seyrine yaklaşırken gelişmekte olan ülkeler bir tırmanış trendinde. Dolayısıyla herkesin ortak çabası olan iklim değişikliği ile mücadelede niyetlerden öte, enerji tüketimindeki seyirler çok daha belirleyici oluyor.
Gelişmekte olan ülkeler, bu tırmanışı durdurmalarının büyümelerini yavaşlatacağına ikna olmuş durumda. Büyümenin yavaşlaması demek bu ülkeler için daha büyük işsizlik sorunları, rekabette daha geri kalmak ve genel çerçevede daha az kalkınmak demek. Kyoto Protokolü’nden bu yana ülkeler arasında “iklim maliyetini üreten” ve “iklim maliyetine katlanan” ülkeler ayrımı, iklim değişikliği konferanslarında ülkelerin konumlarına ilişkin bir ayrımı da beraberinde getiriyor. Gelişmiş ekonomilerin, gelişmekte olan ülkelerin geçişine yönelik sorumlulukları genel olarak Yeşil İklim Fonu (GCF) ve Temiz Kalkınma Mekanizması (CDM) ile tahsis ediliyor. Yine de bu durum, yenilenebilir enerji geçişinde ülkeler arasındaki zamansal uyumsuzluğu gidermiyor ve halihazırdaki hedeflerle bile yetersiz görülen iklim değişikline karşı küresel eylemleri ileri taşıyamıyor.
Bu aşamada yenilenebilir enerji geçişindeki (şimdilik olumlu okunabilecek) seyir, yeni teknolojik gelişmelerle iklim değişikliğine karşı eylemin gücünü artırmada belirleyici olacak. Uluslararası Enerji Ajansının “2023 Dünya Enerji Görünümü” raporunda vurguladığı küresel ısınmayı 1,5 °C ile sınırlama hedefini idame ettirmek için ön plana çıkan hususlar tam olarak yenilenebilir enerji geçişini hedef gösteriyor. Bu hedefler, 2030 yılına kadar küresel kurulu yenilenebilir enerji kapasitesini ve gelişmekte olan ekonomilerdeki temiz enerji yatırımlarını üç katına çıkarmayı hedeflerken, fosil yakıt talebini %25 düşürmeyi içeriyor. Fakat bu geçiş hedefleri (her ne kadar piyasa koşulları olumlu gözükse de) bazı potansiyel zorluklarla da başa çıkmayı beraberinde getirecek.
Yatırımlar, bu potansiyel zorlukların başını çekiyor. Gelişmekte olan ülkelerin dış yatırım çekme ihtimalleri, ekonomik, siyasi ve toplumsal güvenleriyle doğru orantılı bir makro ekonomik görünümle ilişkili. Bu ülkeler, satın alma garantileri ve üretim yapacak firmalara bedelsiz arazi tahsisleri gibi teşviklerle yatırım çekme potansiyellerini artırsalar da en nihayetinde bu fırsatlar ülkedeki ekonomik ve siyasi güvenle doğrudan bağlantılı. Dolayısıyla, bu ülkelerde makro istikrar parametreleri yatırım çekme potansiyellerini ve pek tabii yenilenebilir enerji geçişi performanslarını belirliyor.
Gelişmiş ve gelişmekte olan ülke ekonomileri karşılaştırıldığında ise ilginç bir veriyle karşılaşıyoruz. Gelişmekte olan ülkelerde modern yenilenebilir enerji yatırımlarının son yıllarda bazı gelişmiş ülkelerin önüne geçtiğini görüyoruz. Fakat bu veride öyle bir ülke var ki olumlu bir aldanma yaratıyor: Çin. 2022 itibariyle dünya nüfusunun neredeyse üçte ikisini oluşturan ülkeler, küresel temiz enerji yatırımlarının yalnızca %15’ini oluşturuyor. Çin ise tek başına bu yatırımların %32’sini kapsıyor. Yani, gelişmekte olan ülkelerdeki hızla artan enerji talebini daha temiz bir enerji yapısına dönüştürmenin yolu, küresel yatırımları buraya yönlendirebilmekten geçiyor. Bu yolu inşa etmenin yöntemi de ekonomik ve siyasi güven ortamının tesisine bağlı.
İkinci zorluk iş gücü arzına yönelik bir şüpheye dair. Enerji sektöründe halihazırda yaklaşık 100 milyon kişi istihdam ediliyor. 2030’da temiz enerji sektöründe 14 milyon yeni işgücü ihtiyacı doğacağı öngörülmekte. Yenilenebilir enerji sektörü diğer endüstrilere nazaran daha nitelikli bir işgücü talep ediyor. Bu işgücü talebini karşılayacak insan kaynağını yetiştirmek başlı başına bir zorluk. Fakat bu durum kamuoyunun enerji geçişinde çok da farkında olmadığı bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Yenilenebilir kaynaklardan elektrik üretimini bu denli artırmanın getirdiği detaylar değerlendirilmeden, büyüme ivmesini düşürmeye hiç de hevesli olmayan ülkeleri enerji geçişine zorlama düşüncesinin bu yüzden karşılık bulması da kolay gözükmüyor.
Son olarak, kritik minerallerin enerji üretim ve depolama teknolojilerindeki rolü ve temini sıklıkla tartışılan bir potansiyel zorluk ortaya çıkarıyor. Fosil enerji kaynaklarının elektrik üretimindeki baskın rolünün getirdiği güvenlik endişelerinin yerini, yavaş yavaş kritik minerallerin alacağını iddia eden bir kesimden söz etmek mümkün. Bu kesim, enerji geçişinde yeni güvenlik sorunlarının bu kaynaklar etrafında oluşacağından endişeli. Kritik minerallerin temini her ne kadar yenilenebilir enerji üretiminin hızla artışında ciddi bir ihtiyaç olarak ortaya çıksa da aslında bu mineraller, petrol ve türevleri gibi ana yakıt ürünleri değil, üretim maliyetlerinin tekil girdileri. Yani, sürekli yakılan bir enerji kaynağından ziyade, enerji üretecek ünitenin inşasında kullanılan materyaller.
Bu nedenle, fosil kaynakların gündelik hayatımızda sürekli olarak tüketilmesine benzeyen bir durum söz konusu değil. Gündelik olarak tüketilmediklerinden hareketle de herhangi bir günlük akışın kesilmesi bu minerallere bağlı değil. Dolayısıyla, (henüz) bu kritik minerallerin temininin ülkelerin güvenliğini tehdit ettiğini ifade etmek zorlama bir yorum olur. Fakat yine de nadir elementlerin piyasa koşullarındaki arzına ve talebine ilişkin dalgalanmalar, sektördeki yeni ünitelerin devreye girme hızı düşünüldüğünde, hem üretim hem de depolamaya ilişkin zorluklar yaratıyor.
Yenilenebilir enerji sektörü, son 20 yılda büyük bir ivme kazanmasının yanı sıra, teknolojik yenilikler doğrultusunda hâlâ ciddi bir devinim halinde. İhtiyaçları, teknolojisi ve dolayısıyla maliyetleri değişen ve gelişen bir sektör. Üretim ve depolamanın yanı sıra akıllı şebekelerle iletim ve dağıtım konusunda da giderek ilerleme kaydeden bir yapıya sahip. Yenilenebilir enerji üretimi, rüzgâr, güneş ve jeotermal gibi doğal kaynaklardan sağlanırken, mevsimsellik ve farklı doğal koşullar doğrultusunda sabit bir enerji performansına sahip değil. Aralıklılık problemi olarak adlandırılan bu durum, akıllı şebeke çözümleri başta olmak üzere farklı teknolojik gelişmelerle giderek daha kolay bir işleyiş kazanıyor.
Yenilenebilir kaynaklarla üretilen “yeşil hidrojen” de bu teknolojik gelişmelerin gelecek vadeden, potansiyel bir ayağını oluşturuyor. Bu teknoloji ile yenilenebilir kaynaklarla üretilen elektrik, elektroliz yöntemiyle sudaki oksijen ile hidrojeni ayırıyor. Hidrojen bu işlemde yakıta dönüşürken oksijen de havaya salınmış oluyor. Bu teknolojik gelişmelerin yanı sıra, nükleer enerjideki gelişmeler (nükleer atıklardan ötürü sıfır kirlilik kriterini sağlamasa da), sıfır karbon salınımı kriterleri doğrultusunda enerji geçişinin bir parçasını temsil ediyor. Küçük modüler reaktörler olarak anılan SMR teknolojisi çok daha mikro ölçekteki reaktörlerle düşük risk, istikrarlı elektrik üretimi modeli sunuyor. Nükleer enerjideki gelişmeler, nükleer atık yönetiminin zorlukları, doğaya vereceği zararlar ve dahası güvenlik riskleri doğrultusunda tartışılmaya devam etse de bir kesim kömürden önce nükleeri terk etmenin doğru olmadığını savunuyor.
Yenilenebilir enerji sektöründeki tüm bu gelişmeler, sektördeki teknolojik devinimin ne denli önü açık ve geleceğe dair yenilikçi bakış açıları sunduğunu gösteriyor. Geleceğe dair tahminler zorluklar barındırmasına rağmen, başta gelişmekte olan ülkeler olmak üzere kalkınma hedefleri doğrultusunda tüm ülkelerin sektördeki fırsatları değerlendirmede kazançlı çıkacakları bir zemin sunuyor.