[voiserPlayer]
Geçen yaz Brezilyalı bir arkadaşıma Dolmabahçe Sarayı’nı gezdirirken, Osmanlı’dan Türkiye’ye geçişin, hayata koridorlarında gezindiğimiz “ev”in bir odasında veda eden Mustafa Kemal’in ideallerinin tarihini de anlatmıştım. “Kendi kaderine hükmetmeye çalışan bir halkın hikâyesi” diye özetlemişti anlattıklarımı. Atatürk’ün pragmatik ama idealist liderliğine hayran kalmıştı.
Dolmabahçe’den Beşiktaş’a doğru yürürken sokak duvarlarını kaplayan fotoğraflardaki o adamın fotoğrafını çekti durdu. Ona Atatürk’ün “Türkiye siyaseti üzerinde gezinen bir hayalet” olduğunu ifade etmeye çalışırken zorlandım; o da “Churchill de hâlâ konuşulur sonuçta’’ demekle yetindi. Ama Nişantaşı’nda, Vali Konağı Caddesi’nin iki yanı boyunca gerilmiş Atatürk bayrağını görünce güldü, “Bu kadarı da biraz fazla değil mi?’’ diye sordu. Ne deseydim?
Türkiye, tarihinin çok ötesinde bir “kahramanlar tarihi”nin üzerine kuruldu. Padişahların isimleriyle anılan tarihi dönemeçlerden, komutanlarının isimlerini caddelere/sokaklara vererek günlük hayatı da savaş alanına çeviren kent yapılanmalarına kadar bizim kahraman ihtiyacımızı tespit etmek epey kolaydır. Ölümünün üzerinden on yıllar geçmiş bir siyasi lideri caddeler boyu yaşatma inadımız da elbette bu ihtiyacın bir parçası. Hiçbir zaman kurumlarının sürekliliğini sağlayamamış devletlerin çocukları için, aksi pek mümkün olamaz zaten.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu da deprem trajedisiyle sarsılan Elazığ’ı ziyaretinin ardından ailesiyle kayak tatiline çıktı diye eleştirenlerin, böylesi bir kültürel yapının esirleri olduğunu unutmamak lazım. Biz, liderlerimizin halkla ağlayıp gülmesini, gerektiğinde sırtlarına yük yüklenip, hamallık etmesini bekleriz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “karizmasını” açıklarken kahvehane sohbetlerinde kullanılan “bizden biri” tespiti, onun tam da bu özelliğini vurgular. Ülkeyi yönetmeniz yetmez, “halktan biri” kalmanız gerekir. Ama kahvehanedeki amcalar üniversiteyi yarım bırakmak zorunda kalıp iş bulamamış bir çocuğun ve market alışverişini haftada bire indirmek zorunda kalmış bir eşin beklediği eve dönecektir; “bizden biri” diyebilecekleri epey insan vardır tabii – ama Erdoğan değildir.
Hiçbir devlet başkanı, hiçbir zaman “halktan biri” olamaz. İşin doğası, halkın oldukça üstünde olmayı gerektirir. Savaş ihtimalleriyle boğuşmak, “bizden biri”nin üstesinden gelebileceği bir iş değildir. Ama öyle olduklarını halka inandırmak için yollar arayabilirler. Bu bir iletişim tercihidir. Türkiye’de siyaset yapan insanlar için “gerekli” bir tercihtir bu. Zira bütün köşelerin kapıldığı, liyakatin tükaka edildiği, gençlerinin hem eğitimsiz hem de işsiz kaldığı, üstüne üstlük yüzyıllar boyunca liderlere tapmanın doğal bir toplumsal davranış olarak anlatılageldiği bir ülkede, hakikate sadık kalmak mümkün değildir. Halkı temsil edenler “halktan kalacaktır” ki -bir sonraki hayatlarında kast sisteminde yukarı çıkacağına inanan Hint kalabalıkları gibi- Türkiye’nin çocukları da ‘’Ben de bu noktaya gelebilirim’’ desin. O insanüstü liderlik öyküsü sürsün, liderin “karizması” çizilmesin.
Yalnızca Erdoğan’ı destekleyenler oluşturmuyor Türkiye toplumunu: Muhalif güruh da tarihin damıttığı aynı kahramanlık ihtiyacının içinde boğuluyor. Ali Babacan’a ‘’Lider gibi durmuyor’’ eleştirilerinin de büyük çoğunluğunun bugün İmamoğlu’ndan Elazığ’da başını döve döve halkla ağlamasını beklemesinin de altında bu refleks yatıyor. Zira kahramanlar tatil yapmaz. Atatürk cephedeyken uyumuyordu bile be!
Aslında Mustafa Kemal de Madame Corrine’e aşk dolu Fransızca mektuplar yazıyor, felsefe kitapları okuyordu. Churchill, yönettiği adanın Nazi kuşatması altında ölüme terk edilebileceği İkinci Dünya Savaşı günlerinde, Britanya kırlarındaki evinde saatler boyunca banyo yapıyor, deliler gibi puro içiyor, kitap okuyordu. Britanya’yı Avrupa Birliği’ne sokan Başbakan Edward Heath, ülkesinin Avrupa hayaline dahil olduğu dakikalarda Kanada’dan dönüş uçağındaydı. John F. Kennedy, dünyanın sonunu getirebilecek bir nükleer krizi yönetirken sokaklara çıkıp ağlamadı, ‘’Vururum ha, sizden mi korkacağım’’ minvalinde açıklamalar yapmadı; işin büyük çoğunluğunu meselenin uzmanı kurmaylarına bıraktı. Ne Britanya’da Heath ve Churchill “halktan kopuk” oldukları sebebiyle yerden yere vuruldular ne de ABD’de Kennedy “sorumsuz” ilan edildi. Zira insanların devletlerine güven duyduğu, nizamın ülke sorunlarına çözüm üreteceğini düşündüğü bu ülkelerde liderler, oldukları insanlar gibi yaşama özgürlüğüne sahiptirler. Her birini emekli olduklarında Central Park’ta koşarken ya da Hyde Park’ta bisiklete binerken görebilirsiniz.
Türkiye gibi bir coğrafyada topluma liderlik edeceği ümit edilen İmamoğlu’nun böylesi bir “skandal”a konu olması ise bir iletişim felaketidir; Türkiye’yi doğru okuyamamanın, halkın duygusal önceliklerini kavrayamamanın sonucudur – başka bir şey değil. Zira Türkiye, Mehmet Ali Birand’ın 1999’daki Gölcük depreminden sonra söylediği gibi “kâğıttan bir kaplan” da olsa, Elazığ’ın ardından gördüğümüz gibi hızlı aksiyon alabilen bir “aslan” da olsa, “güçlü devlet” ve “güçlü lider” ezberlerinin yürürlükte olduğu bir ülkedir. Kurumlarına güvenemeyen toplum, liderine güvenmek ister. “Bizden biri olsun, yeter” der. Oysa yapılması gereken yeni lider mitleri kurmak değil, ülkeyi yöneten kim olursa olsun işlemeye devam edecek bir sistemin inşasına başlamaktır. Ne yazık ki ancak o zaman “kendi kaderine hükmedebilen bir halk” olabiliriz. Ama kurucu liderinin hayatı boyunca tuttuğu defterleri Genelkurmay Başkanlığında özel izne tabi tutarak “saklayan” bir ülkede, liderlere insan kalma hakkı da tanınmaz. Çocuklarınızla tatil yapamaz, sevgilinize mektup yazamazsınız. Tersinde ısrarcı olanlara Allah kolaylık versin.
Fotoğraf: Jehyun Sung