
IT Chapter Two
Benim vizyonda ilk gördüğüm bir tane kitaptan iki film çıkarma uyanıklığı Harry Potter and the Deathly Hallows’a ait. Tek bir kitaptan upuzun (ilki 2 saat 26 dk., ikincisi 2 saat 10 dk.), yorucu ve yıpratıcı film çıkardıktan sonra, stüdyoların ara ara denemeyi tercih ettikleri bir yöntem olmuştu. Örneğin: Hobbit; incecik bir kitabı Orta Dünya Dwarf şarkıları potpori klipi olarak sunan bir eser, daha da kötüsü kitaptan 2 değil 3 film çıkardılar ilk filmden sonra salondan dayak yemiş gibi çıkmıştım devamında çekilenlere bakamadım bile ya da Twilight; anlamsız bir serinin anlamsız bir finalinin anlamsızca iki ayrı filmle beyazperdeye taşınmasının en somut örneği. Oysa konu bütünlüğü dağılıyor, seyirci geçen sürede yabancılaşıyor ve onların ilgisini canlı tutmak için sık sık hatırlatmalar koyuluyor, senaristler orijinal eserin daha da üzerine çıkacaklarına inanıp, yazdıkça yazıyorlar ortaya bambaşka bir şey çıkıyor…. Aslında IT baya kalın bir kitap. 1100 küsur sayfa orijinal eser. Ama iki filmlik bir eser mi, hele ikincisi böyle bir şekilde beyazperdeye gelmeli miydi orası tartışılır.

Yönetmen: İlk filmde kamera kullanımından oyuncu yönetimine dek ne kadar başarılı idiyse bu filmde o seviyeye bir o kadar uzak. Kitap uyarlaması çoğu yönetmen için kendisini gösterme imkanıdır ama bu filmi ilkiyle beraber düşününce güç bela sınıfı geçebiliyor gibi.
Senaryo: Çok fazla flashback var. Yani anladık 2 sene geçti ilk filmin üzerinden ama konuyu bağlamaya çalışırken esas anlatılan şeyler ıskalanıyor. Uyarlanılan ikonik kitabın güçlü yönlerini almaya çabalamış ama yer yer bunlarda başarılı olamamış ve katiyen üzerine bir şey ekleyememiş. Aslında tersine bir Peter Pan hikayesi gibi düşünebileceğiniz roman arkadaşlık, çocukluk korkularının sizi nasıl ömür boyu esir edebileceği ve güveni anlatan bir eserken burada daha çok nostalji yankılarında cebelleşen bir avuç şımarık ergen irisinin sorunsallarına tanık oluyoruz.
Oyunculuk: Yer yer kasıntılı rol yapma girişimleri filmin atmosferini baltalasa da genel olarak idare ediyorlar diyebilirim. James Macavoy hala Xavier rolünden çıkamamış gibi veya stüdyo hala onu başka bir rolde düşünemiyor (ayrıca kekeme rolüne katiyen girememiş, çok göze batıyor). Bill Skarsgård ilk filmdeki başarılı performansını burada da devam ettiriyor ve üzerindeki ağır makyajın da ötesine geçiyor.
Sinematografi/ Diğer: Renk seçimleri, dekorlar ve sesler gerçekten iyi. Filmin o yorucu akışı ve yönünü kaybeden anlatımı yormasa aslında gayet duru, detayları merak uyandıran bir çalışma. Yahut şöyle ifade edeyim eğer bu alanda da başarısız olsaymış prodüksiyon ekibi sinema salonu çıkışı baş ağrınızı bir paket aspirin bile iyileştiremezdi. Elbette popüler kaygılar nedeniyle kitapta geçen olayları 30 yıl sonrasın taşımanın bazı yükleri var ama bunlar genel olarak çok sırıtmamış.
Kurgu: Aslında başlangıç sahnesi çok şey vaat ediyor. Ama akışta ciddi sıkıntılar daha ilk perde bitmeden tüm o ümitlerinizi bozuk para gibi harcıyor. Korku sahneleri arası sıkıştırılan, bazısı kitapta da olan espriler, gereğinden fazla flashbacklar ve aşırı uzun 3.ünden sonra ilginizi dağıtan (aslında sanat tasarımı olarak fena değiller ama bağımsız olarak ele alırsanız bu filmin içinde kaybolup gidiyorlar) Harrowing Quest sahneleri ile ne izlediğinizi bilemez bir şekilde bulabilirsiniz kendinizi.
Son söz: Sansasyonel ve aşırı başarılı ilk filmin kalitesini yakalayamayan, çoğunlukla zorlama aniden korkutma sahneleri ile çiğ şakalarla iyice bulamaç haline getirilmiş ve şu sıralar popüler olan 80’ler nostaljisine sırtını yaslayan bir final. Stephen King kitaplarından uyarlanan çok fazla kötü filmden bir nebze iyi ama sadece o kadar.
Paylaş
Yazarın diğer içerikleri

Bir Başkadır
“Türk televizyonu izlemiyorum ya. Ben hep yabancı yapım…”. Bu cümleyi ömrü boyunca bir kere kuranlar elini kaldırsın. Evet sizleri sağ tarafa alalım. Kalan okuyucular. Siz de bu kalıbı hiç kullanmamış olsanız da kesin bunu sarf eden birisini tanıyorsunuzdur. Heh. Sizi de alalım öyle. Kalanlar… Birilerinin kalmasını beklemiyordum açıkçası. Ama neyse

PRIME’da Ne İzlesek?
Ucuzluk+ Bol Çeşit Gel Vatandaaş geel Aslında kendisine bir süredir erişimimiz vardı (misal ben Eylül 2019’dan beri kullanıyormuşum) ama Netflix’in yakın zamana dek domine ettiği pazarda Prime’ın çok esamesi okunmuyordu şimdiye kadar (buraya not eklemeden de geçemeyeceğim. Netflix o kadar umutsuz ki, Yılmaz Erdoğan’ın son filmine bel bağladılar izleyici çekmek

Tenet
Tekrar merhaba sayın okurlar. Daktilo1984’te son yazımın üzerinden üç ay geçmiş. Enes’ten duyduğum kadarıyla sitenin kapısını yumruklayıp duruyormuşsunuz, kendimi daha fazla özletmek istemedim bu yüzden. O kadar çok şey izleyemedim ki bu sürede. Aslında eski filmlere sardım biraz, malumunuz sinema salonları kapalıydı. Bazı Netflix ve Prime dizilerine başlamayı denedim ama

After Life (2. Sezon) ve Upload
Online streaming piyasası hareketli bu sıralar. Amazon Prime Türkiye piyasasında çok aktif bir oyuncu değil henüz ama birbiri ardına yeni içerikleri gösterime sokuyor, takvime de yenilerini ekliyor. Netflix biraz daha kalabalık haftada birden fazla yeni içerikleri var orası kesin. Sonuçta herkes evdeyken insanların ilgisini canlı tutup müşterileri kaybetmemek en önemli.

Tiger King | The Unorthodox | Tales From The Loop
Self karantina günleri nasıl geçiyor? Online kurslar, evde spor, sevdiklerinizle daha fazla zaman geçirmek imkânı… Kesin hepiniz bu olayları hasretle bekliyorsunuzdur ve oluşan fırsatı iyi değerlendirmişsinizdir. Ben mi? 5 sene önce yayınlanmış bir youtube videosunu 38. defa izlemekle meşgulüm. “Bir şeyler izlesem de hızlıca yazıp kafamdakileri yazıya dökebilsem” dediğim dönemler

The Platform & Blow the Man Down
Ne kadar garip zamanlardan geçiyoruz değil mi? İmkanları elverenler evlere kapandı işlerini oradan halledip yaşamaya çalışıyorlar ama her şey yolunda gitmiyor haksız mıyım? Hepimizin “zaman bulursak yaparız” dediğimiz şeyler için şartlar müsait ama sürekli dört duvar arasında tıkılı yaşamaktan bunları yapacak heves bulamıyoruz. Kendi adıma konuşayım, aylardan beri kafamda dönen

Seberg
Jean Seberg (kendisi Amerikalı olmasına rağmen) Fransız yeni dalgası ile bütünleşmiş bir isimdir. Benim gibi bu akıma yabancı (ve hatta yabancı kalmakta ısrarcı) bir ismin bile kendisini bildiği döneminin en ikonik, en başarılı aktrislerinden birisidir. Şiirsel güzelliği, o dönem için farklı moda tercihleri ve oynadığı filmler ve elbette politik kimliği…

The Invisible Man
Blumhouse yine yaptı. Düşük bir bütçe ile çektiği bir korku/gerilim filminden, filmin çekimi ve pazarlanmasına ayırdığı bütçenin kat kat fazla gelir elde ettiği bir filmle daha vizyonu sallıyor şu an. 49 milyon dolar gibi (özellikle parayı hamutuyla kaldıran Disney filmlerini düşününce) alçakgönüllü bir gişe geliri elde etmiş bir filmin, toplamda

Judy
Sinema izleyicilerinin, yazarlarının çoğunlukla “Golden Age” diye tanımladığı (1910’lardaki sessiz sinema patlamasından 1950’lerin sonuna kadar olan dönem) zaman aralığı bugün bile tekrar tekrar izlenebilen, zamana karşı iyi dayanabilen filmlerin çıkartıldığı, orijinal fikirlerin henüz klişeleşip inandırıcılığını kaybetmediği bir dönemi anlatır. Teknik imkanların henüz zayıf olduğu, oyunculuğun (en azından sinema için) bir

Uncut Gems
Başarı için neleri göze alabiliriz? Etrafımızdaki insanların bizim hüsranlarımıza ve başarı vaatlerimize ne derece kanmasını bekleyebiliriz? Uncut Gems her düşüşte yere kalkmaya çalışan insanların ve onlara tahammülün bir hikayesi. Bir nebze de old school capitalism anlatısı aslında. Zenginliğe ve başarıya giden yolda mubah davranışların özet olarak sunumu ve bazen ne