[voiserPlayer]
Tanzimat’tan beri modernleşme hikayemiz Osmanlı-Türk aydınlarının sorduğu birkaç soru etrafında şekillenmiştir. Bunlardan biri de şu sorudur: “Batı neden ileri?” ya da “Biz neden geriyiz?”
Ancak Tanzimat’tan bu yana bu soruyu soran aydınların pozitivizmden mülhem sanayileşme, onun getireceği iş bölümü, hukuk reformları ve bunun sonucunda gücün beşerileşmesi gibi yollarla Batı’yı yakalayabileceklerine olan inancının Cumhuriyet’le beraber düşünülenden de radikal biçimde gerçekleşmesine karşın toplumun genelinin yoksulluğunun giderilememesi ve bu alanda Batı’nın çok uzağında bulunulması dolayısıyla tartışmanın bağlamı değişmiştir. Başka bir ifadeyle, farklı tonlarda da olsa yukarıdaki inançları taşıyan Osmanlı-Türk modernleşmecilerinin hukuk ve eğitim sisteminin düzeltilmesi ve Batı’ya entegre edilmesi sonucunda gerçekleşeceklerine inandıkları “çağdaşlaşma”, “medenileşme” ve “topyekûn kalkınma” gibi düşünceler, Kemalist-sol düşünceyi paylaşan aydınlara göre mümkün değildi. Onlara göre; önce eğitim, hukuk ve hürriyet vasıtasıyla toplum kalkındırılıp sonra altyapı devrimlerine yönelmek yerine, bu üstyapı kurumlarını bir kenara bırakarak önce altyapı devrimlerini gerçekleştirmek gerekmekteydi. Alternatif bir ifadeyle onlar, sosyal adaletçi bir kalkınmanın hukuk, eğitim ve hürriyetin sonucunda değil; hukuk, eğitim ve hürriyetin sosyal adaletçi bir kalkınmayla ehlileştirilip “modern”leştirileceğine inanmışlardır.
Ancak 1980’den sonra neoliberal hikayeyle beraber değişen paradigmayla her şeyi Kemalizme yükleme indirgemeciliği birçok noktada realiteyi kaçırmamıza sebep olmuştur. Çünkü bu dönemle birlikte liberal hegemonyanın en temel iddiası olan “ideolojiler devri bitti” safsatası dolayısıyla toplumsal ve siyasal sorunlar sınıf odaklı ve sosyal adalete dayalı bir gelecek yerine, fail odaklı ve geçmişle kavgalı bir perspektiften okunmuştur. Bunun sonucunda her makale-kitabın background kısmı, Kemalizmle kavgayla başlayıp ana tezler de post-modern dönemde yaşananları bu kavga üzerinden çarpık modernleşme’nin sonucu olarak sunmuştur.
Günün sonunda varılan noktada, Türkiye’nin keyfilikten hukukiliğe yönelen ve sosyal adaletçi yönü eksik kalan modernleşme hikayesinin başardığı ilk koşul dahi yıkıldı. Çünkü 2010 ve 2017 referandumları bu süreci tersine çevirdi. Türkiye’de hukukilikten keyfiliği geçildi. Onca çaba, emek ve birikim çöpe atıldı. Dolayısıyla yeni dönemde Türkiye’nin derdinin modernleşme hikayesinde değil, demokrasi serüveninde olduğunun idrakiyle sormamız gereken bir soru var: Neden bu ülkeye iradi kötülük yapan otoriter rejimler iş başına geldi? Sorumuz da çıkışımız da bu.
Aslında bunun için uygun bir ortam da var. Bu ortamın içinde, tüm bir modernleşme sürecimiz boyunca ilk kez, devlet odaklı değil, demokrasi odaklı bir değişim talebi var. Yani bu defa talep, “devleti kurtarmak” değil, “demokrasiyi kurtarmak” ve yeniden kurmak. Bence bu kötü günlerin en olumlu yanı da bu. İşte bu durumda halkın demokratik talepleriyle iktisadi taleplerini iç içe savunduracak bir siyasi irade şart. Aksi hâlde iktidarın tarihsel olarak demokrasiyi ayakta tutan ve demokratik taleplerin yegane savunucusu olan orta sınıfı yuttuğu bu ortamda, yalnızca kurumsal bir inşa süreci demokrasiyi ayakta tutmaya yetmez. Muazzam bir servet transferiyle zenginleştirilen sermayedarlara karşı mevcut muhalefetin tersine bir servet transferi kurgulayarak, bu türedi sermayedarlara karşı halkın desteğini yanına alması kaçınılmaz.
Yani nasıl II. Meşrutiyetten erken Cumhuriyete uzanan dönemde çağa ortak olmak için modernleşme projesinin temeline milli burjuvazi yaratmak koyulduysa, sonraki iktidarın da demokrasiyi kalıcı hâle getirmek için orta sınıfı yeniden ayağa kaldırması gereklidir. Bu, tarihsel bir sorumluluktur ve bu sorumluluğun büyüğü de hem kurucu parti olma hem de sosyal demokrasiyi bu topraklara taşımasından kaynaklı olarak CHP’dedir.
En büyük bayramımız kutlu olsun.
Fotoğraf: Marek Omasta