[voiserPlayer]
Geçtiğimiz haftalarda kamuoyunca tanınan iki isimden, gençlerin ülkeyi terk etme eğilimi ve arzusuna dair bazı beyanlar gözüme ilişti. Bunlardan birisi, -teşbihte kusur olmaz- iktidarın Pravda’sı olan Yeni Şafak gazetesi yazarı Yusuf Kaplan’a aitti. Kaplan, 18-25 yaş kuşağı gençlerin %70’nin ülkeyi terk etmek istediğini ifade ederek feveran ediyordu. Doğrusu, iktidarın irili ufaklı birçok bağlaşığından biri olan Kaplan’ın bu tavrı, bana katilin olay mahalline mutlaka geri döndüğü ifadesini anımsattı. Diğer beyan ise popüler tarihçi İlber Ortaylı’nındı. Ortaylı, “adam olan babasının evini terk edip, ahır yapsınlar diye dışarı çıkmaz” şeklinde apaçık tahkir edici ifadelere başvurmuştu.
Açıkçası durumun vahametini ve beyanların sahiplerinin kim olduğunu göz önüne alınca sinirlenmemek zor. Lakin şimdi bize lazım olan hararetli bir polemiğe kapı aralamak değil, düşüncenin ciddiyeti ve soğukkanlılığıdır. En azından biz üzerimize düşeni yapalım, çünkü ülkede neredeyse yediden yetmişe herkesin bildiği bir “sır” olan bu durum, şimdiye dek derli toplu bir şekilde cevaplanmaya çalışılmamış olan şu soruyu gündeme getiriyor: Gençler neden ülkeyi terk etmek istiyor?
Cevabın İlkeleri
İnsani-toplumsal fenomenler şüphesiz matematiksel bir kesinlikle açıklanamazlar. Bu fenomenlerin nesnesi olan varlıklar (yani biz insanlar); örneğin, momentumunun hatasız hesaplanabileceği alelade “hareket eden cisimler” değildir. Ancak bu, insani-toplumsal fenomenlerde bağıntıların ve nedensel zorunluluğun bulunmadığı anlamına gelmez. Giambattista Vico’nun verum factum[1] prensibini ortaya koyduğu günden bu yana, tarihin ve toplumun, fiziksel fenomenlerde olduğu ölçüde bir apaçıklıkla gösterilemeseler de[2] kendine özgü bir yasalılık taşıdığını biliyor ve bunun bilinebileceğini de biliyoruz.
İnsanca olan her şeyin içinde, insanca olmanın ortaya koyduğu ayırım itibarıyla “düşünme” muhakkak bir unsur olarak vardır. Bu rasyonel unsur bizi bir fikrin, bir kurumun, bir inancın ya da belirli bir toplumsal eğilimin tarihin belli bir döneminde ortaya çıkmasının, başka bir zamanda ve başka bir mekânda değil de o zamanda ve o mekânda ortaya çıkmasının rastlantısal olarak ya da kaza eseri değil; bir ihtiyaca karşılık olarak, belli bir zorunlulukla ortaya çıktığı sonucuna ulaştırır. Dolayısıyla ilk bakışta fark edilemese de söz konusu fenomenin içinde bir ussallık, dolayısıyla bir nedensel zorunluluk mevcuttur. Buradan ikinci bir sonuca daha ulaşırız: Fenomeni varlığa getiren ihtiyaç ortadan kalktığında, fenomenin kendisi de ortadan kalkar. Bu iki vargı bize, tarihteki değişim kategorisinin anahtarını verir; fikirlerin, kurumların, inançların ortaya çıkmasının, gelişmelerinin ve sonra tarih sahnesinden silinmelerinin açıklanışına giden yolu gösterir. Bir başka deyişle, Hegel’in ifade ettiği gibi, “Dünyaya us gözüyle bakana Dünya da us gözüyle bakar.”
Cevap
Şimdi soruyu tekrar soralım: Gençler neden ülkeyi terk etmek istiyor? Herhalde turistik gezi yapmak için değil. Genç kuşağın ekseriyetinin geleceğini kendi ülkesinde güvende hissetmediği, fırsatını bulsalar Batı demokrasilerinden birinde yeni bir hayat kurmak için gitmek isteyecekleri (ve zaten bunu istedikleri) üstü örtülemeyecek bir toplumsal fenomen. Nedeni ya da nedenleri nedir? Bu arzu ya da istek hangi ihtiyacın dışavurumu? Adım adım ilerleyelim: Acaba neden, %150’lere varan reel enflasyonun göstergesi olduğu yoğun ekonomik buhran ve derinleşen yoksulluk olabilir mi? Olabilir ama tek başına yeterli bir neden değil. Zira Türkiye’nin bu konudaki tarihsel tecrübesi bir hayli zengin: Örneğin, 1980 yılında 24 Ocak kararlarıyla birlikte %32,7 oranında devalüasyon yapılmış, 1 dolar 40 lira iken 70 liraya yükselmiş, yıl sonu enflasyonu ise %107 oranında gerçekleşmiş, emekçi sınıflar ağır bir yoksullaşma yaşamıştı. Elbette kuşaklar arasındaki farklar da önemli olmakla birlikte, bildiğimiz kadarıyla o dönemin Türkiye’sinde “yaşamını yurt dışında sürdürmek isteyen gençler” diye bir fenomen söz konusu değildi. Darbelerle sık sık kesintiye uğramakla birlikte ağır aksak da olsa işleyen parlamenter demokrasi, yurttaşların “sistem içinde çözüm” umudunu diri tutmayı başarmıştı; öte yandan iyi bir eğitim almak, henüz hâlâ “okuyup adam olmak” ifadesinde karşılığını bulan sınıf atlama imkânını sağlayabiliyordu. Demek ki tek başına iktisadi faktör bize yeterli bir açıklama sunmuyor. Peki acaba neden, ülkenin kamusal ve bireysel özgürlükler açısından gün geçtikçe daha kötüye gitmesi, yargı erkinin bütünüyle iktidarın bir aparatı haline gelmesi gibi hak ve özgürlüklerle ilgili olumsuz gelişmeler olabilir mi? Tekrar pahasına aynı cevabı vereceğiz: Olabilir ama tek başına yeterli bir neden değil. Yakın siyasi tarihi cunta ve darbelerle, sayısız faili meçhul ve kayıplarla dolu olan bir ülkede, benzer bir durumla daha önce de karşılaşmış olmamız icap ederdi. Halbuki biz, genç kuşaklarının bugün olduğu kadar yaygın bir şekilde ve derin bir iştiyak ile geleceğini yurt dışında kurmak istediği başka bir zaman bilmiyoruz. Devam edelim: Acaba neden, sayıları neredeyse 10 milyonu bulan kayıt dışı göçmenler ve kent yaşamını bize yabancı habitusları ve normlarıyla rahatsız edici biçimde dönüştürmüş olmaları ve kriminal vakaların sayısında yarattıkları çarpan etkisi olabilir mi? Bu da oldukça önemli bir mesele, lakin tek başına koca bir kuşağın -tabir caizse- kapağı bir Batı ülkesine atmak için yanıp tutuşmasını, ülkesinden adeta bir hapishaneden kaçar gibi kaçmak istemesini açıklayamaz.
Peki ya kuşak farkı? Şimdinin gençlerinin önceki kuşaklara göre daha kırılgan, mızmız ve idealizmin her türlüsünden uzak olmaları neden olabilir mi? Elbette Z harfiyle tanımlanan bu kuşağın kendine özgü yanları var; ancak mızmız, kırılgan ya da idealizmin her türlüsünden yoksun olduklarını söylemek bize bir açıklama sunmaz, zira bu tanımların nesnel bir değere sahip olup olmadığı son derece tartışmalıdır; bilakis, keyfi ve suçlayıcı ifadelerdir.
Henüz cevaba ulaşmış değiliz. Bu noktaya dek ifade ettiklerimiz neden’e içkindir, ancak tıpkı bir organizma parçalarının toplamı olmadığı gibi, saydıklarımızın toplamı da bize nedeni vermiyor. Zira nedene bütünlüğünü veren kurucu unsurdan bahsetmedik: siyasi iktidar. Türkiye 20 yıldır, son on yılı gücün bütünüyle tek bir adamın elinde toplandığı siyasal islamcı bir iktidar tarafından yönetiliyor. Ne yaşanan ekonomik çöküşü ne hak ve hürriyetlerin alanının daralmasını ve ne de milyonlarca mülteciyi, geldiği günden beri bir yandan adım adım cumhuriyet kurumlarını ve toplumsal yaşamı islamize etmeye çalışan, diğer yandan ise kendi elitlerini yaratmak için devlet eliyle olağanüstü bir servet transferinde bulunan siyasal iktidardan ve ideolojisinden bağımsız olarak değerlendiremeyiz. Kendi rejimini tesis etmek için çiğnemediği sınır kalmamış bir iktidarın yönettiği, keyfiyetin ve öngörülemezliğin norm haline geldiği bir ülkede, kendisini siyasi iktidarın sınırlarını çizdiği meşru düşünme ve yaşama biçimleri içinde görmeyen insanların ikinci sınıf yurttaş gibi hissetmeleri ve ülkeyle olan duygusal bağlarının zayıflaması öyle çok da şaşılacak bir durum değildir. Artık yurttaşların “sistem içi çözüm” umudunu diri tutan, ağır aksak da olsa işleyen bir parlamenter demokrasi yok. Ne de nepotistler cenneti haline gelmiş olan Türkiye, artık yüksek öğrenimin bireysel refahın anahtarı olduğu bir ülke. Bir başka deyişle, orta yaşı çoktan geçmiş olanların aksine önünde uzun bir geleceğin olduğunu hisseden, yaşama dair hâlâ renkli hayalleri ve gelecek planları olan genç kuşakların ülkeleriyle bağlarını sürdürmelerini sağlayacak olan köprüden önceki son çıkışların hepsi cebren ve hileyle yıkılmış vaziyette. Ülkeyi terk etmek istedikleri için onları suçlamak, artık tamamen birer “boş gösteren” halini almış terimlerle dolu vatan-millet söylevleriyle geçmiş kuşakların fedakarlıklarını örnek almalarını telkin etmek belki sosyal medya trollerine yakışabilir ama yurttaş bilinciyle, hele hele entelektüel ciddiyetle hiçbir biçimde bağdaşmaz.
[1] Vico’nun kartezyen doğa felsefesine yönelttiği itiraz kısaca “bilinebilir olan”ı insani alanın sınırları dışına taşımasına yönelikti. Verum Esse Ipsum Factum (Gerçek, yapılan şeydir) prensibi, insanın kendi ürünü olanı (insani-toplumsal kurumlar ve içerildikleri tarih) tam bir doğrulukla bilebileceği iddiasının bir özetidir.
[2] İnsan ve toplum bilimlerinin (humanities) rüştünü çağımızda artık epey heybetli bir cesamete erişmiş olan niceliksel doğa bilimleri nezdinde ispatlama gibi bir ödevi yoktur. Her nesne kendine uygun bilme aracını talep eder; niceliksel yöntemlerden istifade edilebiliyorsa da bize, insani-toplumsal fenomenin nihai açıklamasını sunmalarını beklemek yanıltıcı olacaktır.
Fotoğraf: Dim Hou