[voiserPlayer]
Ortadoğu yüzyıllardır çatışmaların yoğun olduğu bir bölge. Çatışmaların olduğu yerlerde insan hakları ihlalleri de ne yazık ki kaçınılmaz oluyor. Her ne kadar hep aktif sorunların olduğu bir bölge olsa da geçtiğimiz hafta sonu Orta Doğu’nun göbeğinde yakın tarihin en beklenmedik ve kanlı saldırılarından biri gerçekleşti. Filistin-İsrail arasında yaşanan çatışmalara ve insan hakları ihlallerine alışığız. Ancak Hamas’ın İsrail topraklarına sızarak ciddi sayıda sivili vahşice öldürmesi pek çoğumuz için beklenmedik bir trajediydi.
Birçok soruyu beraberinde getiren bu terör saldırısı sonrası herkesin tek düşüncesi İsrail’in vereceği sert tepki oldu. Nitekim, takip eden günlerde de İsrail bölgeye yönelik operasyonuna sert şekilde başladı. İsrail devletinin, özellikle de Netanyahu hükümeti dönemlerinde, Gazze’ye yaptığı sert saldırılar zaten biliniyor. Fakat bu sefer İsrailli bakanların bazı beyanatları hukuki incelemeyi gerekli kılıyor.
Yazının devamında İsrail tarafından yapılacağı söylenenlerin ve yapılanların neden hukuksuz olduğundan bahsedeceğim. Eğer yazıyı, “Uluslararası hukuk mu var?”, “Zaten İsrail bunu hep yapıyor” ya da “Ama teröristler İsrail’e saldırdı, İsrail’in cevap hakkı var” gibi görüşlere saplanarak okuyacaksanız bu yazının sizi mutlu etmeyeceğini baştan belirtmek isterim. Fiili durumlar bir hukukçu olarak doğruları dile getirmeme engel değil.
Gazze Saldırısının Hukuksuzluğu
İsrail Enerji Bakanı Israel Katz’ın, “Gazze’ye insani yardım mı? İsrailli esirler evlerine dönene kadar hiçbir elektrik şalteri açılmayacak, hiçbir su musluğu açılmayacak ve hiçbir yakıt kamyonu içeri girmeyecek.” beyanları basına yansıdı. Özellikle çatışma dönemlerinde siyasetçilerin beyanlarının tercümelerine de dikkatli yaklaşmak gerekse de Gazze’ye yönelik her türlü iletişim ve akışın kesildiği bir “kuşatma” olacağı şimdiye kadar yaşanan gelişmelerden anlaşılıyor. Nitekim, bu yazının yazıldığı tarihte bölgede elektrik yoktu, çünkü Gazze’de akaryakıt tükendi.
Savaşın da çok uzun süredir bir hukuku var. Elbette savaş halinde belirli hukuk kuralları ortadan kalksa da hâlâ referans verilmesi gereken bir hukuk var. Bu hukukun en önemli koruma öznesi de sivillerdir. Yani, askeri unsura dahil olmayan kişilerin savaş sırasında korunması esastır. Zaten devletler arası çatışmaları terörden ayıran en önemli faktör de ayrımsız ve hedef gözetmeksizin şiddet uygulanamıyor oluşudur.
Bu çatışmalar sırasında yaşanan pek çok ihlal üzerine konuşulabilir. Ancak burada belirli ihlallere odaklanacağım. Öncelikle su, gıda gibi ürünlerin geçişine izin verilmemesi konusuna değinelim. Silahlı çatışmalara ilişkin en önemli uluslararası belgemiz Cenevre Konvansiyonları’dır. 19. yy’da savaşlarda yaşanan çeşitli katliamların etkisi ile hazırlanan bu sözleşmeler insan hakları hukukunda önemli bir rehberdir. Bu sözleşmeler gerek (kara, hava ve denizde) askerlerin durumunu, gerek savaş esirlerinin durumunu, gerekse de savaşta sivillerin durumunu düzenleyen belgelerdir.
Bu yazıda dördüncü sözleşme olan ve sivillerin durumunu düzenleyen konvansiyona başvuracağım. Sözleşmenin 23’üncü maddesi günümüzde büyük önem taşıyor. Bu maddenin gerekçesini okuduğumuzda devletlerin birbirleriyle olan ticaret hacimlerinin büyüklüğü sebebiyle savaş hâlinde bir devletin dış dünya ile ticaretini önlemenin, savaşan ve sivil fark etmeksizin tüm nüfusun topluca zarar göreceği ve hayatını devam ettirmesinde ciddi zorluk yaşayacağı düşünülerek bir düzenlemeye ihtiyaç duyulduğu anlaşılacaktır.
Maddenin ilk kısmının Türkçe tercümesi şu şekildedir: “Yüksek Akit Taraflardan her biri, diğer Akit Tarafın, düşman dahi olsa, münhasıran sivil halkına mahsus her türlü ilaç ve sıhhi malzeme sevkiyatının ve keza dini levazımın serbestçe geçmesine müsaade edecektir.” Devamında ise “Yüksek Akit Taraflardan her biri, keza on beş yaşından aşağı çocuklara, gebe ve loğusa kadınlara zaruri olan yiyecek, giyecek ve kuvvet verici maddelerin de serbestçe geçmesine müsaade edecektir.”
Maddeyi incelediğimizde sivillerin ve özellikle de kırılgan grupların savaş sırasında korunması gerektiğini anlıyoruz. Bu durumda hiçbir ayrım yapılmaksızın bölgeye her türlü insani yardımı önlemenin Cenevre Sözleşmesi’ne aykırılık teşkil edeceği hususunda bir tartışma yoktur. İsrail’in yaptığı açıklamalar pek çok başka kurala ek olarak bu kuralı da ihlal ediyor.
Bu noktada, İsrail’in sivillere Gazze’den çıkmaları için 48 saat süre verdiğini savunan görüşler var. Fakat bu asla ayrım gözetmeksizin şiddetin bir bahanesi ve savunması olamaz. Nitekim, Gazze’de yaşayan Filistinli sivillerin İsrail’e geçmesi mümkün değil. Bu bölgeden çıkmaları için diğer seçenek ise Mısır kapısı. Ama Mısır’ın da bu kapıyı kapattığı bilgisi var. Yani aslında çıkın dense de siviller için böyle bir imkân yok. O yüzden, önceden çıkmaları konusunda uyarılmaları efektif ve gerçekçi değil. Bu durumda İsrail, terör saldırısı sonrası hakkı olan güç kullanımını yerine getirirken sivil ve askeri unsurlar arasında ayrım yapmak zorundadır.
Ayrıca, bu koşullarda uluslararası ceza yargılamalarının temel rehberi olan Roma Statüsünü de dikkate almak zorundayız. İnsanlığa karşı suçlar da temel olarak bu Statü’den hareketle düzenleniyor. Bu Statü’nün 8. maddesi Savaş Suçlarını düzenlemektedir. 8. maddenin 2. bendi (b) (xxv) şu şekildedir: “Uluslararası hukuka uygun bir şekilde, Cenevre Sözleşmeleri’nin ayırt edici amblemlerini kullanan binalara, malzemeye, sağlık ve ulaşım birimlerine kasten saldırı düzenlenmesi savaş suçudur”. Hâlihazırda gördüğümüz kadarıyla saldırı sırasında bunlar gözetilmiyor. Bu durumda İsrail, eğer bu kuşatmayı iddia ettiği şekliyle yaparsa ki gözüken o şekilde olacağı, savaş suçları işlemesi işten bile değil. Bugüne kadar başka çatışmalarda defalarca bunun yapılmış olması da yapılanların bir savaş suçu olacağı gerçeğini değiştirmiyor.
Yine Roma Statüsü’nün 7. maddesine de bakmalıyız. Bu madde kapsamında bir toplu yok etme ihtimalinden söz edilebilmesi mümkün olduğu için insanlığa karşı suç olarak da nitelendirilmesi olası bir saldırı ile karşı karşıyayız. 7. maddede açıkça, “Toplu yok etme”, nüfusun bir bölümünü yok etmek amacıyla, yiyecek ve ilaca erişimden mahrum bırakmanın yanı sıra, yaşam koşullarını kasten kötüleştirmeyi de içerir.” ifadesi yer almaktadır. Bu madde de İsrail’in öngördüğü tam kuşatmanın sonuçlarının uluslararası hukuka aykırılık teşkil edeceğini ifade eder.
İsrail Ne Yapmalı?
Peki ya İsrail kendi sivillerine yönelik saldırılar karşısında sessiz mi kalmalıydı? İsrail’in güç kullanma hakkı yok mu? Yazının başında belirttiğim gibi İsrail karşılık vermek istemekte haklı ve aslında güç kullanma (use of force) hakkı da uluslararası hukuk ve meşru müdafaa kapsamında doğmuş durumda. Ancak İsrail, güç kullanımında orantılı olmak ve her koşul altında sivillere zarar vermeden askeri operasyonunu gerçekleştirmek zorundadır.
Maalesef bu çatışmalardan daha çok etkilenenler her zaman siviller ve özellikle çocuk, yaşlı, kadın ve engelli gibi toplumun kırılgan grupları oluyor. Devamı hâlinde bölgede yine büyük bir göç dalgasının olacağı gerçeği de karşımızda duruyor. Bu nedenle bölgede en kısa sürede bir ateşkes sağlanmasını temenni ediyorum.