[voiserPlayer]
Yazılmış en iyi romanlardan birisi olan Portekizli yazar Jose Saramago’nun Körlük romanı, ilginç şekilde bir vatandaşın arabayla trafik ışıklarında beklerken aniden kör olmasıyla başlar. Hikâyeyi daha da ilginçleştiren nokta, aslında o an bilinmeyen şekilde körlüğün bulaşıcı olmasıdır. Aniden kör olan bu vatandaşa yardım eden ya da onunla fiziki temasta bulunan diğer insanlar da bir süre sonra kör olmaktadır.
Bu körlüğü ızdırap haline getiren özelliği ortamın karanlığa bürünmesi değil, bilakis bembeyaz görme ızdırabıdır. Her şeyin bembeyaz görüldüğü bir beyaz felakettir bu. Bir süre sonra körlük vakalarındaki artışla birlikte iş ciddiye alınmaya başlanır ve dış dünyaya zarar vermesinler diye tüm bu kör olan insanların bir yere kapatılmasına karar verilir. Bu insanları güvenli bir şekilde dış dünyadan azade tutacak yer olarak bakanlıkça bir akıl hastanesi belirlenir. Her şeyi bembeyaz gören kör insanlar tek tek bu akıl hastanesine yerleştirilerek dış dünyadan izole edilir.
Hikâyenin devamında akıl hastanesine yerleştirilen bu insanlar bu yeni hayatlarına uyum sağlamaya çalışırlar. Elbette beyaz felaket onlara oldukça zor bir yeni yaşam sunmaktadır. Fakat zor koşullar altında yaşayan bu kör insanlar kimsenin kendilerine artık yardım etmek istemeyeceğini düşünmektedir ve bu akıl hastanesinde kendilerine yeniden düzen kurmaya çalışmaktadır. Belirli aralıklarla da bu insanlara dışarıdan yemek verilmektedir. Oldukça yetersiz olan bu yemeklerle birlikte artık hayatta en temel, en basit ihtiyaçlarını gidermeye çalışmakta ama bunları yapmada bile oldukça zorlanmaktadırlar.
Öte yandan, aniden kör oldukları için birilerinin yardımına ihtiyaç duyan bu beyaz felaket mağdurları zamanla yardımlaşma ve dayanışmayı kenara bırakmaya başlarlar. Kendi çıkarlarını önceleme güdüsü, artık hiç olmadığı kadar iyi çalışacaktır. Oldukça yetersiz miktarda gıda dağıtılması, beraberinde aç kalma korkusunu getirir. Bu aç kalma korkusu ise ölmemek için bencilleşmeye yol açar ve içlerinden bir kısmı diğerlerini kazıklayarak, haklarına el koyarak kendi gıda (refah) paylarını artırmaya çalışır.
Diğer bir kısmı ise körlüğün sonuçlarıyla mücadele ederken artık bir de diğer insanlara karşı kendi yemek paylarını korumaya çalışırlar. İçine düştükleri körlük dışında güvensizliğin hızla arttığı ve yalnızlaştırdığı bir ortam oluşur. Hayatta kalabilmek adına tüm erdemlerin tek tek ayaklar altına alınmaya başladığı bir akıl hastanesidir burası. Romanın bir yerinde kör olmuş bir doktor eşine, “iyi yürekli körlerin acıma dolu pitoresk dünyası yok artık; onun yerine, tam anlamıyla katı, acımasız ve amansız bir körler dünyası var” der.
Hikâyede körlüğün bulaşıcılığından etkilenmeyen, görebilen ve körlerle beraber yaşayan bir kadın da vardır. Ama görmek, onun için bir şükür vesilesi olmaktan ziyade, gördükleri nedeniyle işkenceye dönüşmüş durumdadır. İçten içe utanarak kendisinin de bir beyaz kör olmasını istediği bile olmuştur. Türkiye vatandaşlarının içine düştüğü durum, Saramago’nun bir bölümü akıl hastanesinde geçen hikâyesinin bu kısmını hatırlatıyor bana.
Yüksek Enflasyonun Getirdikleri
Türkiye’nin içinden geçtiği yüksek enflasyon dönemi tartışmasız şekilde iktidarın ülkeyi kötü yönetiminin sonucu. Uygulanan yanlış politikaların çıktısı olarak yüksek enflasyonu yaşıyoruz. Bu yüksek enflasyon gelirken beraberinde kendine özgü sorunları da getiriyor. Bu sorunlardan birisi insanların fiyat hafızasının âdeta yok olması.
Bir araya gelinen ortamlarda insanlar sıklıkla artık almak istediği ürünün fiyatının ne olduğunu bilemediğini ve de karşılaştırma yapamadığını anlatıyor. Tüketim ürünlerinin her birinin fiyatı sürekli artış gösterdiği gibi bir de farklı yerlerde çok farklı fiyatlara sunulması sorunu baş göstermekte. Dolayısıyla tüketici, oldukça yüksek sayıda ürünün fiyat değişimi ve farklı yerlerdeki farklı fiyatları takip etme durumlarıyla karşı karşıya kalıyor. Bu kadar farklı sayıda fiyata maruz kalındığı için tüketicinin kafasında bir fiyat ya da eder oluşamıyor.
Hâlbuki, tüketiciler tercih yaparken sıklıkla nispi fiyatlara göre tercih yapar. Nispi fiyatlardan kastım, tüketmeyi düşündüğünüz bir ürün için ödemeye razı olduğunuz fiyatı belirlerken başka ürünlerin fiyatıyla karşılaştırma yapmak ve ona göre ürüne vermeye razı olduğunuz fiyatı belirlemek.
Örneğin, dışarıda karşılaşılan bir yemek fiyatının pahalı olup olmadığını insanlar evde yemek yapmanın maliyetiyle karşılaştırarak bulmaya çalışabilir. Ya da bir meyveyi alırken başka bir meyvenin fiyatına göre (nispi fiyat) ucuz bulup o meyveyi almaya karar verebilir. Fakat nispi fiyatı belirlemede kullanılan referans fiyatlar da artık bilinememekte. Yani tüketici, artık evde yapacağı yemeğin referans olan fiyatını ya da referans aldığı meyvenin fiyatını da bilememekte. Ortada fiyat açısından tam bir körlük hali var.
Bilinememezlik ve Körlük Ortamı
Bu bilinememezlik ve körlük ortamı fırsatçılığı da beraberinde getiriyor. Her geçen gün daha da artan bir fırsatçılık sorunu ile karşı karşıyayız. Fiyat hafızasının yok oluşu mal ve hizmet üreten firmaların fahiş fiyatlarla ürün satmasının yolunu açıyor. İnsanların fiyat duyarlılığının kaybolması onlar için büyük bir fırsat ve birçok firma da bu fırsattan olabildiğince yararlanmak istiyor. Bazı ürünlerde fiyat artışını maliyetle, enflasyonla, kurla ya da başka bir kaçınılmaz fiyat artışını gerektirecek durumla açıklamak mümkün değil.
Mevcut ekonomide herkes ayakta kalmaya çalışıyor ve bunu yaparken akıl hastanesindeki kör insanların körlükle boğuşurken diğerlerinden daha fazla gıdaya ulaşma çabası hikâyesine ve artan bencilleşmesine dönüşmüş durumda. Pastanın büyümediği ve yeteriz kaldığı yerde insanlar diğerlerinin payını küçültecek şekilde adeta birbirlerinin üstüne basarak yüzeye çıkmaya çalışıyor.
Sadece anormal fiyat artışlarında görmüyoruz bu kör yaşamı. Ayakta kalma mücadelesinin karambolünde her geçen gün ürün kalitesi de düşüyor. Fiyatın üretime dair bir sinyal görevi var iken artık bu sinyal yok ve fiyatın sinyal vermediği yerde, ürün kalitesi de üretimdeki sorunlar da tespit edilemez halde; bu da bir başka körlük hali.
Yine bazı firmalar bu körlükten olabildiğince yararlanmaya çalışıyor. Örneğin, dışarda yemek sağlık açısından hiç olmadığı kadar riskli ve zaten insanların bu konudaki şikayeti her geçen gün artıyor. Kalite problemi sadece dışarıda yemek yemede değil, hemen hemen her üründe problem var ama teşhisi zor. Toplumun alım gücünün düşüşü, bu körlük ortamında birileri için fırsat ya da ayakta kalabilmenin formülü. Tüketiciler için ise düşen ürün kalitesiyle yaşam kalitesinin de düşüşü her geçen gün büyüyen bir problem olarak karşımıza çıkıyor.
Mafyalaşma Gerçeği
Akıl hastanesindeki gibi mafyalaşmalar görüyoruz her tarafta. Mafyalaşmalar ilk defa olmamakla birlikte bu kadar sık karşılaştığımız bir mevzu değildi. Bu mafyalaşmaya bir kuruyemişçiyi basan birkaç kişilik ekipte de rastlıyoruz, artan uyuşturucu mafyalaşmasında da, trafikte yol vermede de, ev sahipleri ile kiracılar arasındaki tartışmalarda da.
Yanına birkaç kişiyi alarak kiracılarına şiddet uygulayan veya onları şiddetle tehdit eden ev sahipleri doldu ortalık. Sosyal medyada ya da TV kanallarında gördüğümüz kiracı ev sahibi tartışmalarının çoğunda, ev sahipleri de görüldüğü kadarıyla aslında sıradan insanlar. Müthiş bir zenginlik içerisinde değiller. Ama varlık fiyatlarındaki artıştan yararlanarak fırsatı değerlendirmek, çok daha yüksek fiyata ev kiralamak istiyorlar. Çünkü onlar da bu yüksek enflasyon döneminin getirdiği zorlukla mücadele içindeler.
Dolayısıyla, aslında burada bütün bir toplum beyaz bir felaketin parçası ve herkesin körleştiği ortamda diğerlerinin üzerine basarak yukarıya çıkmaya çalışanlar durumunda. Böylesi sürekli artan bir şiddet ortamını endişeyle izlemek durumunda kalıyoruz. Belki görece çok az sayıda insan şiddet mağduru oluyor. Ama çok sayıda insanın bu şiddet korkusundan yaşam kalitesi ve huzuru azalıyor. Ve bu şiddet ortamından en çok etkilenenler de genelde en kırılgan olan kesimler olur: yoksullar, kadınlar ve azınlık grupları. Gittikçe büyüyen bir alım gücü sorunun yanında artan bir toplumsal huzursuzluk sorunu hızla gelişmiş durumda. Hepimiz oldukça mutsuzuz. Çünkü yüksek enflasyonla önünü göremeyen insanlar olarak ayakta kalmanın yolu, başkasını aşağı çekmeye çalışmaktan geçiyor.
Peki ya Serbest Piyasa?
Yukarıda anlattıklarımın büyük bir çoğunluğu, elbette serbest piyasa içerisinde gerçekleşen olaylar. Fiyatların fahiş noktaya çekilmesi ya da ev sahiplerinin daha yüksek fiyatlardan evini kiraya vermeye çalışması, gayet serbest piyasasının içerisinde olan olaylar. Fiyatı yüksek tutan fırsatçılar varsa onlardan ürünü talep etmemek de var. Kimse o fiyatlardan ürün almak zorunda değil (konutu biraz hariç tutabiliriz).
Fakat burada sorun olan serbest piyasa değil. Ya da çözüm, piyasada oluşan fiyatlara müdahale değil. Burada sorun aslında ekonomiye müdahaleler sonucu yüksek enflasyonla serbest piyasanın iyi işleyememesinde. Yani serbest piyasanın vadettiği sonuçları alamamamızda.
Öncelikle, fiyat mekanizması doğru çalışmıyor. Fiyatın yukarıda bahsettiğim sinyal mekanizması kaybolmuş durumda. Bu bir yönüyle, tüketicilerin tercihlerinde hatalar yapmasına ve verimliliğin düşmesine yol açmakta. Başka bir yönüyle üretici tarafında da nispi fiyatların bilinememesi nedeniyle hangi ürünün üretileceği ve hangi ürüne yatırım yapılacağı kararlarında oldukça büyük bir problem olarak karşılarına çıkmakta.
Özellikle, tarımsal üretimde nispi fiyatları tespit etmenin güçleşmesi, doğru üretim kararını vermede problem oluşturmakta. Bir ürünün üretiminde bir sorun yaşandığında onu fiyat hareketlerinden tespit edebiliriz. Ancak tüm fiyatlar yukarı doğru gidiyorsa bu tespiti yapmamız, dolayısıyla o ürünün üretim problemini çözmemiz mümkün olmaz.
Diğer yandan, firmaların birbiriyle verimlilik üzerinden rekabeti kaybolmakta. Çünkü bu kadar hızlı fiyat artışlarında verimlilik, rekabette ayrıştırıcı unsur olmaktan çıktığı gibi yok olması gereken şirketler, zombi şirket formunda var olmayı sürdürebiliyorlar. Verimliliğin artamaması, üretici tarafını da tüketici tarafını da olumsuz etkiliyor.
Sorunun en temelinde, enflasyona karşı düşük kalmış faiz ortamında piyasa savrukluğu denebilecek bir durumun oluşması var. Faiz enstrümanının terbiye edici özelliğinin eksikliğini hissetmekteyiz o isyan ettiğimiz fiyatlamalarda. Bunun için de faizin olması gerektiği yere gelmesini bekliyoruz ki son PPK kararında bu yönde olumlu ve önemli bir adım atıldığını görüyoruz.
Ancak, uzun sürecek ve kolay olmayacak bir yolculuğun içerisinde olacağız. Çünkü yüksek enflasyonla mücadele uzun zaman alan bir süreç. Efsane FED Başkanı Paul Volcker’ın, “Enflasyon diş macunu gibidir. Bir kere tüpten çıktı mı, tekrar içeri sokmak zordur.” dediği noktadayız. Ve doğru faiz politikası (yetmez ama evet) ile enflasyon düşürülene kadar, bir akıl hastanesinde birbirinin üstüne basarak ayakta kalmaya çalışan körlerden ve körlük bulaşmadığı halde körlerle yaşıyorken görüyor olmanın ızdırabı içinde yaşayan insanlardan olmaya devam edeceğiz maalesef.
Fotoğraf: Karolina Grabowska