[voiserPlayer]
Twitter, henüz kimileri için modern tapınak şövalyesi olan Elon Musk’ın oyuncağı olmadan çok önce, Google reklamlarından birinde potansiyel kullanıcılarına şöyle sesleniyordu: “Her şeyi olurken tartışın.”
Zamanı anlık deneyimlemenin, anlara hapsolmanın, hıza boyun eğmenin bundan daha öz bir ifadesi olabilir mi? Sanmıyorum.
Nitekim bu çağrı, maruz kaldığımız çağın ruhunu, eylem ve sözlerinin zamansal bariyerlerini, daha da ötesi, var olmanın matematiğini apaçık itiraf ediyor.
Elbette bu itiraf, Wittgenstein’ın çok sevebileceği ifadeyle, doğru bir tempoyla okunduğunda dehşet verici bir şekilde “gerçek zaman çağının” nüvelerine dönüştüğümüzü, dönüşmek üzere olduğumuzu da ortaya koyuyor:
Her şeyi (politika, spor, düşünce vs. ve bunların her birini az çok içeren karışımlara dönen her şey) + olurken (esnasında, dolayısıyla mesafesiz bir şekilde) + tartışın (parçası olun).
Gerçek zaman çağının bu matematiği, kendi denklemine sığmayan her şeyi dışlayan, hatta önemsizleştiren bir gerçekliğe sahip.
Kabında tesviye edemediği her şeyi, doğru ya da yanlış kılmanın ötesinde “önemsizleştiriyor” ki bu, bir şeyin “yanlış” olmasından daha berbat bir şeydir.
Gerçek zaman çağının en keskin politik pratiğidir önemsizleştirme.
Okumakta olduğunuz bu metin “gerçek zaman çağının” o aydınlık manzarasından uzaklaşıp karanlıklar üzerine bir düşünce deneyimi. Bu deneyim, bir yazı dizisi şeklinde ilginize sunulacak.
Önemsizleştirmenin en ağır saldırılarından birine maruz kalan düşünceye bir zaman-mekân açmaya çalışacağız birlikte.
Gerçek zaman çağının o denkleminin bizleri nasıl dönüştürdüğünü, aşkı, politikayı, var olmayı kendi içinde nasıl simüle ettiğini ve dahası, bu simülasyonlarda edindiğimiz trajikomik yaraları ele alacağız.
Hüzünlü olan, trajikomik yaralar dışında herhangi bir yaranın da önemsizleşmesi. Çünkü bu yaralar, artık bedenimize kazınmış dijital yaralar. Dijitalleşmenin, yaralarından ibaret kıldığı bedenlerimiz, zihnimizi ve düşünce kapasitemizi de kendine hapsediyor.
Yarayı açarken onun pansumanını da “esnasında” sunuyor çünkü. İnsan, bu “esnasında” var olurken ölçülebilir bir basitliğe indirgeniyor. İndirgendiği veriden, kullanıcı kayıtlarından, hapsolduğu ekranlardan memnun.
Öte yandan insanı tartışırken, siyasal ve toplumsal kültürün unsuru olan insanı da ihmal etmeyeceğiz. Çünkü dijitalleşmiş yaralarımızın derinliği ve boyutu, bu kültürün ekseninde şekilleniyor.
Türkiye gibi belleği, yani Giorgio Agamben’in deyimiyle gerçekliği algılama kapasitesinin aslî organını, fazlasıyla ihmal eden insanların yaşadığı bir coğrafyada dijitalleşen yaraların oluşması nispeten daha kolay.
Gerçek Zaman Çağında Düşünce
Her şeyi “olurken”, gerçekleştiği esnada tartışmamızı bekleyen bir çağda düşüncenin gerektirdiği mahremiyet, dolaysız bir yalınlıkla ifşaya dönüşüyor.
Düşünce bu ifşanın sansasyonel, dikkat çekici bir klişesinden ibaret bir hâl alıyor.
Kuramsal olan, Max Horkheimer’ın yerinde tespitiyle, yalın, dolaysız olaylar uğruna, onların bir parçası olmak uğruna felç ediliyor.
Bizi “esnasında” olandan ibaret kılan zamanın teknolojik kibri ve aşırılığı karşısındaki teslimiyetimiz de bu felcin ölçeğinde normalleşiyor.
Felsefe, yani mahremiyet talebi önemsiz kılınmış olan düşüncenin görme ve duyma biçimleri yaratma pratiği ise bir zamanlar atası olduğu bilimlerin, teknolojik gelişmelerin bu kibri karşısında ya felsefe tarihinin ezberlerinden ibaret oluyor ya da ana akım skeçlerin “felsefe yapma!” şeklindeki komedilerine malzeme oluyor.
Bunun asli nedeni felsefenin, “felsefi olmayan” ile bağının koparılması… Gerek akademik uzmanlaşma gerekse gerçek zamanın o “anında” yaşama, felsefeyi yaşamın ötesine sabitliyor.
“Mindfullness” gibi şeylerin yaygınlığı boşuna değil…
Kaba tabirle, “felsefe yapmayın” ama ne yaparsanız yapın durumu…
Bu durumun somut örneklerinden birini Jürgen Habermas yaşamıştı. Batı’nın Ukrayna’ya verdiği askeri desteğin gidişatı ve sonuçları üzerine düşünmeye çağıran Habermas, tıpkı düşüncenin maruz kaldığı gibi, “bunak” ve “eski zamanların kalıntısı” gibi hakaretlere maruz kalmıştı.
Oysa Habermas’ın son kertede yaptığı şey, olayın güncelliğine kapılmayı reddetmemiz gerektiğini belirtmek ve Batı’nın “yaptığı şey üzerine düşünmesi gerektiğini” vurgulamaktı:
“Hiçbir şey yaptıklarımız üzerine düşünmekten önemli değildir.”
Son büyük savaşın tanığı Hannah Arendt’in ise bu çağrısı akademik puan almak için yazılan bir kitabın veciz ifadesi değildi:
“İnsanları kötülük yapmaktan sakınmaya iten, hatta fiiliyatta kötülüğe karşı çıkmaya ‘güdüleyen’ koşullar arasında, düşünme etkinliği, yani sonuçları ya da duruma özgü içeriğinden bağımsız olarak, olup biten ya da dikkat çeken her şeyi irdeleme alışkanlığımız olabilir miydi?”
Arendt’in bu ifadesinde vurguladığımız bölüm, gerçek zamanın matematiğinin kabul edemeyeceği bir hususu barındırıyor.
Sonuçları ya da duruma özgü içeriğinden bağımsız olarak, olup biten ya da dikkat çeken her şeyi irdeleme alışkanlığı…
Gerçek zaman bizi, şeyler “olurken” var olmaya çağırırken düşünce o şeylerin içeriğinden bir kopuşu, ona mesafe almayı gerektiriyor.
Düşünce kendine özgü bir zamanı talep ederken gerçek zaman bizi, “esnasında” olmanın körleşmiş zorunluluğuna mecbur bırakıyor.
Kaldı ki şeyleri “olurken” ele aldığımız zaman içinde, neyin dikkat çekici olduğuna, neyin olmadığına karar veremeyiz.
Seyirci Olmanın Hafifliği
Gerçek zaman, bu kararı dayatır. Zamansal pratiği, yukarıda değindiğimiz denklemi bizatihi bu dayatmadır. Bize ise bu kararın hükmüne seyirci olmak kalır.
Peki seyirci kalmakla kastettiğimiz şey nedir?
Arendt, Platon’a dayanarak düşünme etkinliğini, “kendi kendimizle gerçekleştirdiğimiz bir sessiz diyalog” olarak tanımlar. Bu diyalog insanın kendine eşlik edişinin yegâne koşuludur.
Oysa “her şeyi olurken tartıştıran” gerçek zaman çağında bu eşlik ediş, yerini “dışsallaşmaya” bırakır.
Dışsallaşma burada, zamanın o dar kapsamına, “olurken” var olmaya sıkışmayı ifade ediyor. Kendimizle olan diyaloğumuz, diğer adıyla düşüncenin imkânı da bu sıkışmada gerçekleşiyor.
Ceplerimizde taşıdığımız kalabalıkların içinde sıkışmış hâlde sessiz bir diyaloğun imkânı ne derece mümkün olabilir ki?
Seyirciye dönüşmüş bizler bu sessiz diyaloğu yitirmiş olanlarız.
Her birimiz “dışsal dünyanın”, kısacası bizi saran dijital dünyanın ampirik olgularıyız. Var olmak ise ampirik boyutla mümkün olduğu için bunda bir sakınca görmüyoruz. Görsek bile “önemsiz” bir sakıncadır bu.
Oysa düşünme tam olarak burada başlayan bir şeydi. Ampirik olgusuna dönüştüğümüz bir dünyada üstlendiğimiz rollerin sarsılmazlığına, doğallığına duyduğumuz güveni sarsmak için var olmalıydı.
“Felsefe, insanların eylemlerinin ve hedeflerinin, kör zorunlulukların ürünü olmamaları gerektiğinde diretir”.
Bugün bu direnme çabası, yerini klişelerin konforundaki seyircilerin savrulmasına bıraktı.
Dijital yaradan ibaret düşünme, seyirci kaldığımız ve seyirci olmaktan başka çaremizin olmadığını “düşündüğümüz” bir laf ebeliğidir.
Çünkü düşünmeye ihtiyaç duymuyoruz. Ekranımıza düşen laf kalabalığını düşünmek olarak kodluyoruz.
Gerçek zamanın en büyük zaferidir bu: Düşünme ve onu görme-duyma biçimleri yaratan felsefe ihtiyacımızın önemsizleşmesi…
(Devam edecek…)
Fotoğraf: Ari He