[voiserPlayer]
Türkiye’de AK Parti/Cumhur İttifakı o derece absürt, adeta inadına, kendini merkezdışı ve irrasyonel konumladı ki muhtemel bir post-AK Parti iktidarı özlenen ve kendiliğinden gelecek “merkez”le örtüştürüldü. Öte taraftan kof bir 90’lar nostaljisi de bu merkezcilik hayaline dayanıyordu. Sosyal medyada dönen Süper FM reklamındaki gibi o güzel “merkez” bu irrasyonalite sönüp gittiğinde hepimizi kucaklayacaktı. Caddebostan’da Beckslerle huzur içinde bu normalleşme kutlanacaktı. Öte yandan giderek daha açığa çıktı ki; “merkez”/“normalleşme” tesisi bir irade koyulmasını gerektirmektedir ve bu iradenin yönü ve sahibi belirsizdir. “Merkez” siyasetsiz değil aksine aşırı siyaset yüklü bir gösterendir. Zira bir normalite belirleme iddiasındadır. Herkesin “merkez”den ve “normal”den anladığı bambaşkadır. Giderek bu “yanlış anlama” düzeltilme noktasına geldi. Öyle ki eski (ve hakiki) fay hatları bir deprem sonrası gibi tekrar çıplak şekilde yüzeye çıktı.
Bir cenah için “merkez” her türlü liberal, sol, demokrat sızıntının tamamen önüne geçildiği, adeta kanamanın durdurulduğu bir eski rejimdir. (Merkezci) Atatürkçü, sağ-milliyetçi, sol-Kemalist gibi farklı halleri olan bu eski rejimcilik için AK Parti kadar onun ihanet ortağı fikirler de miadını doldurmuştur. Öyle ki “bu hafta CHP’nin Barış Akademisyenleri geri dönecek” vaadi dahi aymazlık olarak tepki uyandırabilmektedir. Bu “merkezci” tahayyülde bu tür bir “gevşeklik”e bile yer yoktur. Atatürkçü ulus-devletçilik geri kazanılması gereken status quo ante’dir; bir nevi Fransa Devrimi sonrası Napoleon’dan sonra geri getirilen kraliyet rejiminde kraldan çok kralcılar (plus royalist que le roi) gibi zamanı geri almayı (undoing history) merkezlik ve normallikle özdeşleştirmektedirler. Atatürk’ün yolundan şaşmadan Batı medeniyeti yakalanacak, hatta aşılacaktır. Bundan her türlü ideolojik şaşma ise (liberal, İslamcı, sol) merkezkaç unsurudur ve muhalefetin doğal omurgasından kopuktur. Muhalefetin doğal omurgası bu merkezdir. Hatta anketlerde (solda düzenli olarak koparılan yaygaranın aksine) milliyetçi seçmen AK Parti iktidarına en yeminli düşman ve bilenmiş kesimdir; çünkü Çözüm Süreci İhaneti ülkenin bekasına yönelik affedilmez bir günahtır. Bu bakımdan husumet derecesi yaşam tarzı endişesinden çok daha taşkın şekilde Türklüğün bağrını deşmeye kalkmış bir iktidara karşı adeta ontolojiktir.
Öte taraftan bir cenah için “merkez” 2000-2010 arası Avrupa Birliği rüzgarındaki liberal demokrat çoğulculuktur. İlginçtir; bu yönelim AK Parti öncesine dayanmakta ve 1990’lar merkez sağının zayıfça bir damarıyken (hatta Mesut Yılmaz bu söylemi -AB yolu Diyarbakır’dan geçer vs.- sıkça dillendirmekteyse de) hem AK Parti cenahının, hem de keskin muarızlarının kaydırdığı üzere AK Parti’nin ilk dönemine hasredilmiştir ve sapma kılınmıştır. Öyle ki her türlü çoğulcu talep bu “kimlikçi” bohçaya sokulabilmektedir. Ancak bu cenaha göre katı bir ulus-devletçiliğe sığmayan Türkiye’nin doğal merkezi budur. Batı medeniyetçisi söylemle de hemhal bu merkezciler için liberal demokrasi zaten ulaşılması arzulanan Batı’nın doğal merkezidir; Türkiye’nin de çoğulcu yapısında tek sürdürülebilir ve hakiki merkezidir. Özal mirası ve referansı da açık ya da kapalı olarak bu tavrın marjinalleştirilme çabalarına karşı gayet sağla uyumlu ve merkezde konumlanabileceğine dair bir meşruiyet kaynağıdır. Öte yandan karşı cenah için Özal tuhaf (“bir elinde şarap, bir elinde Kuran/…./ne tam Müslüman ne tam liberal)” bileşkesiyle “merkez”den sapışın ilk merhalesidir; hatta AK Parti güzergahında tarihsel determinist gereklilik arz eden bir aşamadır.
Bir başka “doğal merkez” iddiası teknokrasidir. Buna göre AK Parti iktidarı siyaseti popülizmle harmanlanmış şekilde tamamen ideolojikleştirmiştir. O halde yapılması gereken AK Parti’nin keyfi, “kalitesiz” ve nepotist atamalarının ardından her makamın liyakata dayalı olarak işin ehline verileceği bir Türkiye’yi inşa etmektir. Siyasetten arındırılmış “bilimin izinde” bir yönetişim makul merkezin ta kendisidir. Merkezcilik dolayısıyla siyasetsizliktir; ne sağ aşırılık, ne sol aşırılık; ne boş laflar. Zaten ulaşılmak istenen Batı medeniyeti ve refah için gerekli ekonomik kalkınma bu şekilde sağlanabilir. Gerçek vatanseverlik iyi eğitim alman, okuyup araştırman, ülken için üretmen, ekonomiye prodüktif katkıda bulunmandır. Popülizmin panzehiri teknokrasidir. Bu merkezcilik genellikle apolitiklik merkezcilikle karıştırıldığından apolitik Atatürkçülükle de iç içe geçer. Oysa biliyoruz ki kendi hakkını savunamayan, bunun dilini bile bilmeyen apolitik kitleler ya örgütlenmiş radikaller tarafından kolayca doğal merkez iddiasıyla manipüle edilerek yutulurlar; ya da siyasi bilinçten yoksunlukta kendileri gönüllü bir şekilde peşinden giderler. Vatan, millet, Atatürk, bayrak apolitiklerin kayıtsız kalamayacağı duygu yüklü ve güya politika dışı kutsi değerlerdir. Türkiye tarihinde çeşitli defalar (negatif anlamıyla) radikal merkez bu tür sembolizmlerle deneyimlenmiştir.
Muhalefet partilerin her biri de bu üç merkez tahayyülünü farklı dozlarda içermektedir. CHP ana muhalefet partisi olarak AK Parti sonrası Türkiye’nin muhtemel ana iktidar odağı olarak hepsinden nüveler barındırmaktadır. Bir taraftan “Atatürk’ün partisi” olarak partinin ta kendisi Atatürkçülük referansıdır. Atatürkçülük çok güçlü duygusal referans ve ilham kaynağıdır. Ebedi Şef’in laiklik ve milliyetçilik ilkeleri partinin başat değerleridir. Öte yandan Kemal Kılıçdaroğlu partiyi sola ve liberallere kısmen açmıştır. Bu ilk defa da olmamaktadır. CHP’de sosyalist sol 1970’lerde gayet güçlüydü ki Ecevit’in adeta CHP genel başkanlığından kaçarak DSP’yi kurmasının ana nedeni baş edemediği sosyalist nüvelerdi ve zaten akabinde DSP genel başkanı olarak düzenli olarak SHP’yi bölücülerle ve sol radikallerle iç içe olmakla suçlamıştı. Yine teknokratik ve liberal unsurlar barındıran “Yeni Sol” Deniz Baykal’ın ulusalcılığa demir alamdan önceki arayışlarıydı. Aynı şekilde çoğu sonrasında liberal kulvara kayacak sosyal demokrat entelektüeller de bu arayışları 1980’lerden beri dillendirmekteydiler. Kılıçdaroğlu da “yeni CHP”yi sol ve liberal fikirleri Atatürkçü ilericilikle harmanlayarak yeni merkez olarak hayal etmektedir. Elbette İmamoğlu da pragmatikliğiyle bambaşka ve daha esnek bir CHP’nin ta kendisidir ama bu esnekliğin sağdaki muhtemel etkileşimleri ancak pragmatik olarak belirlenecek gibi gözükmektedir.
Daha da karmaşığı bu merkezcilik denklemlerinde HDP gerçeğinin yokluğudur. CHP cenahında gözler kapanarak HDP’nin oyu istenmekte, perde arkasında güven verilmekte, güven arttırıcı sembolik jestler yapılmakta ancak bağlayıcı aksiyon alınmaktan özenle kaçınılmaktadır. Sağ ve sol kanatlarıyla katı ulus-devletçiler ise açıktan ve kapalı olarak HDP hariç “merkez”i rahatça inşa edebilmek için bir CHP-İYİP parlamenter çoğunluğu hayal etmekte, bazı iyimser anket sonuçlarından umutlanmaktadır. Ancak bu ihtimal düşük gözükmektedir. HDP ise zehre karşı zehir anlamında panzehir olarak bir taraftan kendi radikalliğine rağmen paradoksal olarak köpürtülen keskin milliyetçiliğe karşı (en azından belli “merkez” tahayyüllerinde) merkezin sigortasıdır (hele Demirtaş’ın şahsi iradesinde); elbette başkaları için de dinamit.
Tüm bunlara Deva-Gelecek faktörü de ateşli bir şekilde eklendi. Gelecek Partisi’nin, en azından Davutoğlu’nun şahsının ve genel perspektifinin, Millet İttifakı’nın ana omurgasına temas edecek bir tarafı pek yoktur. İliştirme gibi durmayı ve İslami vicdanın sesi olma iddiasını temsil etmektedir. Öte yandan Deva Partisi daha farklı olarak Millet İttifakı’nın omurgasında paydaşlığa taliptir. Bir taraftan Deva’nın anketlerde oyu düşüktür. Ancak Deva’nın avantajı sadece daha merkezde ve solda gönülsüz ama fiili müttefikleri olması değildir; aynı zamanda HDP ve pro-HDP CHP’li unsurlar için oyun açıcı parti olmasıdır. Ancak Deva da homojen değildir. Zira Babacan’ın kendisi teknokrat eğilimlidir ve olabildiğince kendisini ve partisini kavga dövüşten uzak tutmaya, ekonomik rasyonaliteyle özdeş tutmaya çalışmaktadır. Bu sebeple kendine daha önce siyasete “karışmamış”, “iş hayatında başarılı” adeta LinkedIn CV’li bir ekip kurmuş ve komisyon üzerine komisyonla projeler geliştiredurmuştu. Kendisini de AK Parti ile ilişkisizleştirmeye çalıştırırken de bunu ancak adını koymadan, olabildiğinde apolitik bir şekilde; hesaplaşmaktan, açık bir tavırdan kaçınarak yapmaya çalıştı. Ancak öte yandan Deva öyle ya da böyle “muhafazakar demokrat” ve “YAE” çizgilerinin doğal adresidir ve haliyle siyasetsizlikten kaçamamıştır. Özellikle muhafazakar hassasiyetleri temsil etmekten kaçabilmesi mümkün değildir. Zaten bir siyasal tavra karşılık gelebilerek oy alması için de buna mecburdur. Yani aslında Deva Partisi mikrokozmosunda da iki çatışan husumetli merkez tahayyülü vardır; biri Atatürkçü-teknokrat; diğeri (arşı tarafınca değil merkez, radikal ve provokatif görülen) liberal; ama İslami hassasiyetleri de içerecek ve bağdaştıracak şekilde.
İYİ Parti de aynı çelişkiler yumağı içindedir. Bir taraftan Akşener başından itibaren merkez sağ bir boşluğu doldurmaya yönelmiştir. Kadın olması bile onun başlı başına MHP’li konumlandırmayı algıda zorlaştırmaktadır ki Akşener için bu büyük bir şanstır. Bunun yanı sıra partiye “vitrin” isimler alınmış; MHP’lilik görünümleri sınırlandırılmıştır. Ancak parti kuruluşundan itibaren beş yılı tamamlarken teşkilatlar ülkücülerden ibaret kalmaya devam ederken söylemsel esnemeler de yapılmamış; merkezlik iddiası MHPliliği zikretmemekten ibaret kalmıştır. Merkez sağın yetmiş yıllık liberal azınlık görüşü de elbette kendine yer bulamamıştır. CHP’nin HDP ile ilintilendirildiği bir konjonktürde her türlü radikalliğe karşı Türk ulusunun doğal merkezi olma iddiası ise büyük özgüven aşılamaktadır. CHP’nin “merkez”i de belirsizdir; bir tarafta liberal demokrat; öte tarafta teknokratik; bazen de sosyal demokrat. Elbette partinin sözcülerinin düzenli altını çizmek durumunda oldukları Atatürkçü kırmızı çizgileri vardır. Parti içinde de tepeden teşkilatlara farklılıklar diz boyudur; on yıllardır olduğu gibi (ve gayet sağlıklılık alametidir).
Yani merkezcilik ve makuliyet iddiaları aslında bize hiçbir şey söylememektedir. Ciddi bir muhalefet odaklaşması yokken ve muhalefetin bir siyasal projesi sunması gerekmediği bir zamanda AK Parti’nin hele hele tamamen her türlü izana savaş açmış MHP’yle ittifakıyla her türlü makuliyetten uzak tavrı Cumhur İttifakı heyulasının yokluğunda makuliyetin kendiliğinden “1990’lardan sonra yeniden” kendiliğinden yeşereceğini varsaymayı getirmişti. Muhtemelen de kısmen öyle olacaktır. Ancak öte yandan “makuliyet”in tek bir tanımı yoktur. Zira birinin “makul”ü başkasının kabusu olabilmektedir. Bazısına göre makul başkaları için provokatif ve düşmancadır. Zaten herkes de bunu bu şekilde görmektedir; bir tarafta Beyaz Toros alegorisi, öte tarafta Habur (ya da Diyarbakır’da sahnede Şivan Perwer) alegorisi çok güçlü duygusal tetiklenmeler yaratmaktadır. Bunlar ise sinsilik ve hesapçılıktan çok siyasalın zemininde meşru farklı merkez ontolojilerine dayanmaktadır. Ya da TÜSİAD, Diyanet İşleri Başkanlığı veya imam-hatipler bu makuliyetin neresindedir?
Muhalefet partilerinin liderleri kendi aralarında uzlaşacak ve ortak noktaları olabildiğince pürüzsüz bularak ilerleyecek basireti şimdiye kadar göstermişlerdir. Bunun bir sorumluluk olduğunun da farkında gözükmektelerdir. Ancak bunlar pragmatik bir amaç doğrultusunda taktiksel gereklilik olarak hakiki bir yüzleşmeyi erteleme, geçiştirme için pragmatik (ve doğru) çabalardır. Zaten siyasetin işi de bu tür geçici uzlaşılarla öne bakmaktır. Ancak giderek farklılıkların daha çizildiği ve pozisyonların belirginleştirildiği (şimdilik) sürdürülebilir gerginlik politikaları aşamasına geçilmiş görünmektedir. Haliyle bu ortamda elbette gerek kamusal entelektüeller düzeyinde, gerek de partilerin aktif ya da pasif destekçileri, gönüllüleri düzeyinde bu can alıcı sorular dinamit fıçısı gibi dolanmaktadır ve bir riski büyütmektedir. Bu zamana kadar AK Parti’nin yıktığını inşa etmek makul bir cevaptı. Ancak tahribat o kadar büyüktür ki bunun inşası da bazen naif bir şekilde kolayca zikredildiğinin aksine geçmiş yapıları yeniden tesis etmek değildir. Zaten geçmiş yapının inşası da istenecek en son şeydir. TSK’nın rejimin denetçisi olduğu, en temel hak ve özgürlüklerden birçoğunun söz konusu olmadığı bir geçmiş istense de zaten kurulamaz. Dünyada da popülizm çağı sona erse dahi kurulacak olan popülizmin öncesi kurumlar ve yapılar olamayacaktır. Türkiye’nin bugünkü sorunları yirmi yıl öncesinden çok farklıdır. Bu bakımdan eski klişelerin ötesinde yeni nesil bir entelektüel tartışmaya da ihtiyaç vardır. Sorunların adlarının koyularak. Geleceğin Türkiye’sini inşa etmek bir taraftan düşünüldüğünden de zordur.
Ötesinde baş başa kaldığımız devasa ekonomik krizden alternatif ve birbirleriyle çatışacak çıkış stratejilerinin zıtlığı eklenecektir. Alım gücünün dibe vurduğu ve gelirlilerin kalmamış gelirleriyle alışıldık kemer sıkma disiplininin maliyetini taşıyamayacak durumda olduğu bir ortamdaki ekonomideki bölüşüm kavgası da kaçamayacağımız gerçektir. Burada emek-sermaye çelişkileri; popülizmin cazibesi ve devlet nüfuzunun ekonomik ranta çevrilmesi ihtirası ciddi sorunlara gebedir. Buradaki çıkış ancak şeffaflığı, hesap verirliliği ve hukukun üstünlüğünü savunan özgürlükçü bir siyasi iradeyi gerektirmektedir. Zira son on yılda daha da açıkça soluduk ki ekonominin batışı da çıkışı da ekonomi kaynaklı değildir. Partilerin ekonomik çıkışları bir takım şık fonlu power point sunumlarıyla değil koydukları iradenin yönelimiyle olacaktır.
Zaten yirmi yıl sonra toplumsal yapısıyla, iç içe geçişleriyle çok daha şehirli, seküler, çoğul, girift demografisiyle karşımızda bambaşka bir ülke vardır. Devlet daha kırılgandır ve meşruiyet üretme ve meşruiyet denetleme kapasitesi çok daha kısıtlıdır. Nitekim bugünlerde niyeyse adeta ortak konsensüsle muhalefette referans noktası olmaktan çıkarılan 2013 Gezi protestoları da ilk ciddi yeni nesil etkin muhalif odak olduğu gibi etkinliğini bugünkü siyasette karşılıksız kalan yeni şehirli muhalefetten ve çoğulluktan beslenen gençlik altkültüründen alıyordu. “Toplumsal zamanı” geri alamayız. “Merkez” ancak çoğulluktan kurulabilir.
Sosyal medyanın henüz bu kadar siyasal alana uzanmadığı geç 2000ler, erken 2010larda sosyal medya paylaşımlarının altındaki mesaj şelalelerinde tek cümlede Atatürk’e, Allah’a ve İslam’a, Türklüğe hakaret edilebilmekteydi. Zaten sosyal medya zıpırlığı ve büyüsü de tam buydu. Yarın bir anda bu özgürlük ansızın geri gelecektir; “merkez” için gelmek zorundadır. Ancak on beş yıl önce kendi dışının haberdar olmadığı, ruhunun bile duymadığı dar çevre bugün ülkenin agorası olmuştur. Bu bakımdan ilk kez bir sınırsız karşılıklı hakaret deneyimi yaşayacağız; yaşamak zorundayız. Baskılanmamış sosyal medya yarının en saf gerçeği olacaktır; olmak zorundadır. Gelmemesi ise yine ancak baskıyla olabilir. Artık hakaret yirmi-otuz yıl önceki gibi basın yoluyla değil günlük olağan yazışmalarda telefondan edilmektedir. Ve işte “merkez” buradan, burada gereken kayıtsızlıktan geçmektedir. Ne kadar beylik ifade olursa olsun; ülkede, ideolojik deli gömlekleri bir yana, kimsenin özgürlükten ve daha çok özgürlükten korkmasına gerek yoktur. Korkmamız gereken korku ve nefrettir. Yeni nesil liberalizm boş laf değildir. Marjinalleştirme çabalarına rağmen liberal demokrasi ve değerleri merkezciliğin güvencesi olmak durumundadır ki bu merkez de ancak siyasal alanın genişliğini savunmakla olabilir. Siyasal alanın daraltılması ve ideal halinde hiçe inmesi otoriterleşmelerin en önemli başarısı ve yoludur. O halde önemli olan siyasal alana ve genişliğine sahip çıkmaktır. Ülke başkalarının cehennemi olmayı hak etmemektedir. Tek bir cümlede arkadaşla eğlenmek için düşünmeden anlık akla gelenlerin bocalandığı ve @EGM mention’ıyla karşılaşmadığı bir dijital cümlenin kayıtsızlığında.
Fotoğraf: Ryan Song