[voiserPlayer]
*Bu yazı daha önce Birikim Dergisi’nde yayınlanmıştır.
Bir özgürlük cennetinde yaşamıyorduk ama değişim umudumuz her daim kendisini muhafaza ediyordu. Yorgun argın işinden eve gelen aile babaları TRT’nin saat 8’de başlayan ana haber bülteninde, televizyonda gördükleri siyasetçileri bazen büyük bir ciddiyetle bazen gülerek bazen de sinirlenerek izler hatta onlarla oturdukları yerden diyaloğa girerek güncel gelişmelerden haberdar olurdu. Ekranları başındaki insanların siyasetçilerle kurduğu bu samimi ilişki sandığa da yansıyordu ve siyasi partilerin bir sonraki seçimde ne kadar oy alacağı, iktidara gelip gelmeyeceği veya iktidarda kalıp kalmayacağı büyük bir muamma halinde seçim sonuçlarının açıklandığı saate kadar devam ediyordu. Ne var ki, çok partili hayata geçilmesiyle beraber seçmen ile siyasi partiler arasındaki bu istikrarsız ilişki modeli 2002 senesinde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) tek başına iktidara gelmesiyle beraber yerini kasvetli bir durağanlığa bıraktı.
Şunu not etmek gerekir ki, 2002 senesinden önce siyaset kurumunu dokunulabilir kılan unsurun, ordunun siyaseti gölgeleyen konumu olduğunun farkındayım. Diğer bir ifadeyle, askerin kendisini devletle özdeşleştirdiğini ve toplumun uzun vadeli çıkarlarını korumakla yükümlü kıldığını dolayısıyla siyaset kurumuna sadece kısa vadeli programları gerçekleştirmek için sınırlı bir alan bıraktığı iddia edilebilir.[1] Bu durum ise, ordunun ve onun koruduğu ulus devlet ve laiklik gibi kavramların eleştiriden bağışık olduğu fakat siyasi partilerin daha dünyevi ve işlevsel kabul edildiği bir tabloyu ortaya çıkartmıştır. Dolayısıyla, seçmenlerin siyasi partiler ve onların liderleriyle kurdukları ilişki ne denli samimi ve düzensiz ise vatandaşlar ile askerler arasındaki ilişkinin de bir o kadar mesafeli ve hiyerarşik olduğuna şaşırmamak gerekir.
AKP’nin 2002 yılındaki seçim zaferi böyle bir atmosferin içine doğdu. Mamafih AKP, siyasal İslamcı bir sicile sahip olan kurucu kadrosuyla ordunun, iç ve dış kamuoyunun şüphe ile yaklaştığı bir aktör olmaktan kaçamadı. Bunun üstesinden gelebilmek için, Refah Partisi’nin Batı karşıtı söylemlerini terk etti, piyasa ekonomisinin yanında olacağını duyurdu ve İslamcı kimliklerini muhafazakâr demokrat olarak revize ettiğini açıkladı. Bu söylemler, Avrupa Birliği reformlarına ve tam üyelik müzakerelerine verilen önem ile somutlaştı. AKP’nin kendisine iktidar alanı açmak için verdiği mücadelede, iç ve dış kamuoyunu artık dönüştüğüne inandırması çok zor olmadı. Belki bu koalisyonun gücü sayesinde, mevcut denklemin dışında kalan ordunun siyasi alana müdahale etmesine direnebildi ve bu konuda hatırı sayılır bir psikolojik üstünlük elde etti. Ne var ki, ordunun siyasetten apar topar çekilmesi ve bu başarının ürettiği popüler destek AKP için yeni bir dönüşümü de beraberinde getirdi. İç politikada gücünü konsolide ettikçe, sosyal ve ekonomik alanı da düzenleme iddiası yeniden hortladı ve esasında bu işi ifa etmek için mükemmel bir şekilde tasarlanmış olan Türkiye’nin siyasal yapısını ve enstrümanlarını acımasız bir şekilde kullanıldı. Günün sonunda, Türkiye’nin kusurlu demokrasi, rekabetçi otoriterlik ya da illiberal demokrasi olarak nitelendirilmesi gerektiğini savunan görüşler dramatik bir şekilde artış gösterdi.
AKP’nin 2011 yılından bu yana iç ve dış politikada izlediği yöntemin eleştirildiği yazılara sıkça muhatap olmaktayız. Medya üzerindeki doğrudan veya dolaylı kontrolden, devlete bağlı bir işadamı yaratma girişiminden, kamu kaynaklarının şeffaf olmayan bir şekilde tüketilmesinden, seçim barajının ısrarla devam ettirilmesinden, toplumsal hareketlere yönelik polis şiddetinden, bireysel hak ve özgürlükleri tehdit eden iç güvenlik yasalarından duyulan endişe ve rahatsızlık defalarca dile getirildi. Bu yazıda, bunlardan bahsetmeyeceğim. Bunun yerine, karşısında oluşan büyük bir koalisyona ve hoşnutsuzluğa rağmen, seçmenlerin AKP’nin iktidardan uzaklaşması ihtimaline neden inanmakta güçlük çektiğini anlamaya çalışacağım. Hatta, AKP’nin 7 Haziran seçimleriyle beraber parlamentodaki çoğunluğunu kaybetmesini rutin bir iktidar değişimi olarak görmeyen ve bu durumu beklenmedik bir devrim coşkusuyla kutlayan insanların sevincini ve AKP’nin gücünü yitirmesiyle beraber düzenin ve refahın aniden kaybolacağını düşünen insanların kötümserliğini de açıklamaya gayret edeceğim. Şu sorular yazı boyunca zihnimizde durmalı ve kendisini devamlı hatırlatmalı; AKP’yi diğer siyasi partilerden farklı kılan şey nedir? Ve neden AKP’den öncesi ve sonrası dinamik bir düzensizlik durumuna işaret ederken AKP iktidarı ilanihaye devam edecek bir durağanlık ile özdeşleşti.
TARİHİN SONU
Gezi Parkı protestoları ve rüşvet soruşturmaları sırasında ve sonrasında AKP hükümeti ile birlikte saf tutan yazar ve akademisyenlerin pozisyonlarını savunurken kullandıkları argümanlar birçok demokrat ve liberal ismi oldukça şaşırtıyor. Onların, bireysel haklar, haber alma özgürlüğü, barışçıl gösteri hakkı, şeffaflık gibi söylemleri savunmaları ve bu konulara karşı yaklaşımı yüzünden AKP hükümetini eleştirmeleri beklenirken bunu yapmıyorlar. Bunun yerine, AKP’nin mevcut siyasal denklem içindeki tek ve biricik demokrat aktör olduğunu ve AKP’nin olmadığı bir siyasetin daha otoriter bir mecraya doğru sürükleneceğinden dolayı bu hak ve özgürlük ihlallerinin hoş görülebileceğini vaaz ediyorlar. Durdukları bu nokta, onların sadece AKP’ye odaklanmak yerine diğer siyasi partilerle ilgilenmelerini ve bir mukayese yapmalarını da zorunlu kılıyor. Fakat onları birer entelektüelden, AKP gençlik kolları başkanına dönüştüren şey bu argümanları değil. Daha ziyade, argümanlarını desteklerken öne sürdükleri veriler. Zira, tek parti dönemi CHP uygulamaları her daim not defterlerinin bir köşesinde yazılı ve HDP onlar için PKK ile özdeş kılınıp bir anda şeytanlaştırılabilecek bir aktör. Toplumun ve siyasetin dönüşümünün AKP iktidarını tehdit etmesine pek tahammül edemiyorlar.
Ne var ki, bahsi geçen yazar-çizer takımının AKP’yi demokratik söylemler çerçevesinde “biricikleştirme” çabası ve yaşanan tartışma, sadece dar bir entelektüel çevreye hitap etmektedir. Diğer bir ifadeyle, bir siyasi aktör olarak AKP’nin temel hak ve özgürlükler ile kuruduğu ilişkiyi araçsallaştırma eğilimi ve bu minvalde şekillenen tartışmalar onun siyasal alandaki statüsü konusunda kafası karışık olan çok az insanı etkilemektedir. Öte yandan, AKP’nin “biricik” olma durumu kendisini, demokrasi tartışmalarından ziyade, temsil ettiği İslami ve kültürel değerler noktasında daha sarsıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Yani, yıllardır her AKP seçim zaferinden sonra televizyonda boy gösteren ve “halkımız demokrasi ve özgürlükten yana tavır aldı” önermesini dile getirenler fena halde yanılmış olabilirler. Zira, halkımızın aslında aldığı tavır demokrasi ve özgürlükten ziyade, bu kavramlar sayesinde devleti ele geçiren ruh hali, kültür ve yaşam tarzı olabilir.
Gezi Protestoları’ndan sonra maruz kaldığımız söylemler ve muhatap olduğumuz halet-i ruhiye bu görüşümü destekler nitelikte. O zamana kadar sadece müesses nizamın ordu ve yargı gibi kurumları tarafından “laiklik” üzerinden tehdit edilen AKP, 31 Mayıs 2013 günü yaşadıkları şehirlerin meydanlarında toplanan yüzbinlerce insan tarafından protesto edildi. Protestocular ne bir şiddet uygulama aracına sahipti ne de bu araca sahip bir kuruma meşruluk sağlama amacı güdüyorlardı. Bu açıdan sivil ve barışçıl bir eylemdi. Buna ek olarak, kalabalıkları meydanlara toplayan, ve protestoları 2007 yılındaki Cumhuriyet mitinglerinden farklı kılan, agresif bir laiklik hassasiyetinden ziyade defansif bir hayat tarzının dokunulmazlığı vurgusuydu. Protestolar yaygınlaştıkça ve günler geçtikçe, AKP’nin medya üzerinde kurduğu hâkimiyet iyiden iyiye gün yüzüne çıktı, Erdoğan’ın kutuplaştırıcı dili hortladı ve Gezi protestocularına karşı hükümeti savunan siyasetçi, bürokrat, köşe yazarı ve akademisyenler kurulduğu günden bu yana AKP elitinin dile getirmekten ısrarla kaçındığı söylemleri hoyratça kullanmaya başladılar.
Bu söylemlerin çerçevesini çizerken, Tanıl Bora’nın yaptığı “milliyetçi, muhafazakâr ve İslamcılar, solu yerli olmamakla itham ederler” teşhisinden yardım alabiliriz.[2] Zira, Gezi protestoları sırasında geliştirilen söylemler, Türk sağı tarafından solculara atfedilen kökleri bu topraklarda olmayan, Batılı değerleri benimseyen ve pratik hayata dokunmayan gibi sıfatların tekrar canlanmasını beraberinde getirmiştir. Gezi protestolarına katılan insanların sol bir kitle olarak tanımlamanın ne kadar doğru olacağı konusunda bir tartışma açmak ise burada gereksizdir. Çünkü, AKP’nin söylemleri Gezi protestocularının kim olduğunu anlamak yerine, milliyetçilik-muhafazakârlık ve İslamcılık eksenlerinde bir araya gelen “sağcılık” anlayışını tekrar diriltme gayreti içerisindedir.
Diriliş tarihe verilen referansla başlar. Mesela, Ahmet Akgündüz, Gezi Olayları ile 31 Mart Vakası arasında bir benzerlik kurar ve 31 Mart günü, Yahudilerin, Hristiyanların, Türk olmayan Arnavut ailelerin çocukları ile Galatasaray Mektebi gibi batılı tarzda eğitim veren kurumlarda okumuş genç aydın ve genç askerlerin Sultan Abdülhamit’e karşı bir hınç içerisinde sokaklara çıktığını yazar. Akgündüz için Erdoğan Abdülhamit’ten, Gezi protestocuları ise bahsi geçen vatan hainlerinden farksızdır. Yahudilerin ve Hristiyanların yerini komünist sendika liderleri almış, cami düşmanı mimarlar, Esedciler ve Alevilik kisvesi altında dinsizlik yapanlar ile birlikte saf tutmuşlardır. Avrupai hayat yaşayan ve Türk ve Müslüman bir kökenden gelmeyen ailelerin çocukları da yüz sene öncesinde olduğu gibi hazır bir şekilde zaten beklemektedir. Buna karşı dinini ve vatanını seven ehl-i imanın büyük çoğunluğu ise Erdoğan’ın yanında yer almıştır. [3]
Öte yandan, sağcılığın dirilişi ve yerelliğe yapılan vurgu, batılı devletlerin ve kamuoylarının Gezi protestoları sırasında AKP hükümetine yönelik uyarılarıyla beraber, uluslararası alanda bir meydan okumaya dönüştü. Protestolar devam ederken, AKP’li birçok politikacı ve bu partiye yakın birçok yazar uluslararası bir komplodan bahsettiler ve Türkiye’nin başarılarından rahatsız olan muğlak bir uluslararası güçler koalisyonu olduğunun altını çizdiler. İçine düşülen komplo kuyusu zaman içerisinde o kadar derinleşti ve komploculuk AKP kontrolündeki medya sayesinde o kadar sıradanlaştırıldı ki, AKP’nin oy almayı planladığı sağ seçmen ile gerçeklik arasındaki bağlantı ortadan kayboldu.
Bu garip durum neden ortaya çıktı? Siyasal İslamcı gömleğini çıkarttığını iddia eden, demokratikleşme, Avrupa Birliği (AB) üyeliği ve küresel piyasalar ile entegrasyon hedefi ile yola çıkan AKP, neden iktidarını devam ettirmek için polis şiddetini ve medya üzerinde kurduğu hakimiyeti vaka-i adiyeden görmeye başladı. Ve neden, AB ülkeleri birer harici bedhahta, ekonomik başarının göstergesi olarak gördükleri bankalar ise küresel finans baronlarına dönüştü?
Bu soruya siyaset bilimi ve demokratikleşme literatüründe elbette ki bir çırpıda verilebilecek cevaplar var. Denge ve denetleme mekanizmalarının anayasal tanımının muğlak yapıldığı, güçlü bir sivil toplumun olmadığı ve devlet aygıtının toplum ve ekonomiyi dönüştürecek kadar güçlü dizayn edildiği bir iktidarın popüler desteği de arkasında almasıyla oluşabilecek bir durumdan bahsedebiliriz. Ya da, özellikle Türkiye politikaları çalışanlar, AKP’nin demokrasi, insan hakları ve küreselleşme gibi değerleri kendine iktidar alanı açmak için kullandığını ve bu sayede ordu ve yargı bürokrasisini siyasal alanın dışına ittiğini ve bunu başardıktan sonra gerçek kimliğine geri döndüğünü iddia edebilirler. Ne var ki bu açıklamalar, her ne kadar akademik bir çerçeve sunsalar da, AKP’nin sorunlu hale gelmiş iktidar hikâyesinin nerede ve nasıl biteceğine dair aynı tatmin edicilikte bir yorum öneremiyorlar.
Benim iddiam şudur ki, siyaset biliminin var olan kavramları çerçevesinde AKP’yi tanımlayabilir ve onu güç peşinde koşan bir siyasi aktör olarak kabul edebiliriz. Bu tutum, mevcut durumun nasıl ortaya çıktığını açıklamaya yetecektir. Mamafih, seçimler öncesi birçok insanın neden değişim umudunun kaybolduğuna ve “tarihin sonu” algısına kapıldığına cevap vermeyecektir. Bunun için, AKP’nin ve onun iktidarını korumak için seferber ettiği kavram ve söylemlerden etkilenen kitlesinin devlet kavramı ile olan ilişkisini anlamaya çalışmak gerekir. Eğer bunu başarabilirsek, AKP’nin iktidar, hükmetme ve seçim gibi kavramlara olan yaklaşımının niçin korkutucu bir hal aldığı ve bu korkutuculuğun hangi noktada son bulacağı konusunda bir kanaate sahip olabiliriz.
HİDAYET ROMANLARININ BİLİNÇALTI
Lise yıllarımı geçirdiğim o muhafazakâr şehirde kitapçılar ikiye ayrılırdı. Bir tarafta, o dönemin ses getiren, popüler kitaplarını satan, dükkânının bir kısmını da kırtasiye malzemeleri için ayırmış olan ve şehrin en ve tek büyük caddesinin üzerinde yer alan ticari işletmeler vardı. Sahibinin amacı belliydi, çok okunan kitaplardan çokça satmak ve özellikle okulların açıldığı dönemde patlama yapan kırtasiye ihtiyaçlarını karşılayarak para kazanmak. Diğer tarafta ise, sadece kitap satan, kırtasiye ve 0,5 kalem ucu işine hiç bulaşmayan fakat sadece İslami neşriyatı raflarında bulunduran ve ismini kadim Filistin’e ait bir kasabadan alan yerler vardı. Yerler ifadesini bilerek kullanıyorum çünkü bu mekânları nasıl adlandıracağımı halen daha bilmiyorum. Ara sokaklarda bulunan, önündeki kayık sandalyelerde her daim çay içen, hararetli tartışmalar yürüten veya küçük risaleler okuyan insanların görülebileceği ve kitap satma işini pek ticari gaye gözetmeden yapan bu yerleri ticarethane olarak adlandırmak doğru gelmiyor. Ben ve yaşıtım birçok öğrenci bu kitapevlerini ziyaret eder ve var olan ticari zekâ zafiyetlerini aklımızca sömürürdük. Zira, eğer aldığımız kitapları bir hafta içinde okuyup geri getirirsek bizden herhangi bir ücret talep etmiyorlardı. Bunu neden yaptıkları, neden hiçbir karşılık beklemeden kitaplarını okumamıza izin verdiklerini umursamadan, birçok İslamcı neşriyatı bu “yerler” sayesinde okumuş oldum.
İslamcı yazarların en sevdiğim eserleri roman türünde oluyordu ve ergenlik döneminin etkisinden olsa gerek içinde bir aşk öyküsünü barındıran kitaplar ilgimi çekiyordu. Üstelik, şehrimizin tek sinemasında ara sıra oynayan ve yönetmenliğini Mesut Uçakan’ın yaptığı İslami filmler sayesinde okuduğum karakterler soyut bir âlemde kalmıyor zihnimde çabucak ete kemiğe bürünüyorlardı. Ne var ki, kısa zaman içerisinde bu kitaplar ve anlattıkları aşk hikâyeleri nazarımdaki cazibelerini yitirdi. Zira, birçok romanda işlenen aşk hikayesi neredeyse birbirinin aynısıydı. İsimler değişiyor, ülkeler değişiyor, zaman dilimleri değişiyor fakat konu hep aynı kalıyordu. Eğer 2011 senesinden itibaren beni ve etrafımdaki insanları ele geçiren ümitsiz ve karamsar ruh hali ortaya çıkmasaydı, bu romanları (ve filmleri) fantastik hezeyanlar olarak hatırlayacaktım. Mamafih, bu romanlarda işlenen aşk hikâyelerinin ve bir kalıp şeklinde kendini tekrar eden ilişki modelinin benim zannettiğim kadar kişiliksiz olmadığını AKP’nin devlet ve toplum ile kurduğu sorunlu ilişkiyi anlamaya çalıştıkça keşfettim.
Bahsi geçen kitap ve filmlerdeki hikâye, iki karakter ve onların temsil ettiği değerler geriliminden beslenir. Okuyucuya ilk olarak kadın kahramanımız tanıştırılır. Fakat bu tanışma pek tatsızdır çünkü kadının hayatını değiştirecek erkek ile karşılaşmadan önceki kaotik hayatından kesitler sunar. Biz bu kesitlerden, onun sosyal statüsünü, ekonomik sınıfını ve siyasal eğilimlerini öğrenme imkânı buluruz. İslami neşriyat (ve sinema), kadın karakterini şatafatlı bir yaşantı içinde resmetmeye pek heveslidir. Türünün en önemli romanlarından olan ve Şule Yüksel Şenler tarafından kaleme alınan Huzur Sokağı’nın Feyza’sı bir köşkte yaşar, hususi bir otomobili ve kendisi gibi zengin zümreye mensup bir muhiti vardır mesela.[4] Aynı hayatı Üstün İnanç’ın daha sonra Mesut Uçakan tarafından beyaz perdeye aktarılan, Yalnız Değilsiniz romanındaki Serpil’de[5] , Emine Şenlikoğlu’nun Maria’sında[6] Minyeli Abdullah’ın müstakbel gelini Feyza’da[7] da görebiliriz. Kısacası, kadın kahramanımız maddi dünyanın ona sunacağı her şeye sahiptir. Devasa bir ev, hususi bir otomobil, renkli bir gece hayatı… Ne var ki, bu zenginlik ile ilişkilendirilen başka bir olgu hemen ön plana çıkartılır. Kadın kahramanlarımızın alafranga ailelerden geldiği, kadın erkek ilişkilerine dair Batılı tarzda bir rahatlık içinde oldukları ve dini pratikleri bir sonraki nesile aktarma konusunda isteksiz davrandıkları vurgulanır. Diğer bir ifadeyle, zengin olma durumu ile seküler bir hayat tarzı arasındaki korelasyon devreye girer. Refah ile din birbiriyle kesin bir çizgiyle ayrıştırılır.
Bu noktada, erkek kahraman bir milat olarak, kadın kahramanımızın hayatına girer ve bu çarpışma her şeyi alt üst eder. Zira, erkek kahramanlara atfedilen rol kıt kanaat ama onurlu bir hayat sürmeleri, belediye otobüsü ile seyahat etmeleri ve bakla sofa nohut oda bir evde mütevazı bir yaşam sürmeleridir. Bununla beraber, erkek kahramanların üniversite tahsili yaptıkları ve kendi zekâ ve emekleriyle hayata tutunmaya çalıştıkları da gözden kaçırılmaz. Bu kendi halinde ve onurlu yaşam, erkek kahramanların dini bütün ve manevi değerlere bağlı olmalarıyla taçlandırılmaktadır. Bu noktada, refahtan yoksunluk ile dindarlık arasında kurulmaya çalışılan nedensellik ilişkisi göze çarpmaktadır. Zaten kadın ve erkek kahramanın karşılaşmasını bir sosyo-ekonomik çatışma bağlamına oturtan da bu zıtlıktır.
Kahramanların çarpışma anını bir sınıf çatışmasının ya da kültürel kutuplaşmanın ötesinde taşıyan ise içinde bulundukları ruh halinden başka bir şey değildir. Kadın neredeyse psikolojik olarak çökme noktasındadır. Anlamsız bir ilişkiler yumağı içerisindedir ve içini kaplayan huzursuzluk onu bunalıma doğru sürüklemektedir. Öte yandan erkek, manevi bir huzur içerisinde ve yaşadığı hayatın Allah’a kulluk etmek gibi bir anlamı olduğunun bilincindedir. Bu bakımdan, kadının istikrarsız ve düzensiz hayatı erkeğin sakin, oturaklı ve sistemli yaşantısıyla buluşur. Ve dönüşüm başlar… O ana kadar ailesinden hiç öğrenmediği bir disiplinle karşılaşır kadın kahraman. Feyza, Bilal’de sadece mertliği ve dürüstlüğü bulmaz, aynı zamanda yeni bir kurtuluş ümidi de müjdelenir ona. Maria, otobüs beklerken gördüğü Abdülvahab’ı sadece otomobiline değil hayatına da davet eder. Serpil ise tesettüre ve dine düşman bir çevreden kaçar ve Doktor İhami’nin dingin limanına sığınır. Romanlar, vuslat ve hidayet ile sonuçlanır. Artık debdebe bitmiştir. Huzursuzluk bitmiştir. Yapmacık insanlarla dolu ve içi boş sohbetlerin döndüğü meclisler bitmiştir. Hatta bu hidayete erme olayını tepkiyle karşılayan Batılı ailesi bile gözünde yoktur artık kadın kahramanın.
Peki, bu hikâye bize ne anlatıyor? Hidayet romanlarında kadın ve erkeğe atfedilen rollerin anlamı nedir? Ve neden bu hikâye hidayete ermiş ve tesettüre bürünmüş bir kadın ile son bulmaktadır?
Bu soruların cevabını siyasal İslam literatüründe bulmak mümkündür. En çarpıcı argümanlardan bir tanesi Hirschkind’a ait. Diyor ki, modern ve merkezi ulus devlet eğitimden, ibadete, sosyal refahtan aile hayatına kadar birçok kurumda düzenleme yapma tekeline sahip oldu. Dolayısıyla, geleneksel kurumlar kendilerini devlete paralel bir halde ve legal çerçevenin dışında buldular. Bu durum onların ister istemez siyasallaşmasını da beraberinde getirdi. Mesela, devlet veya özel olması fark etmeksizin okullarda müfredatı devletin belirlemesi devleti ele geçirme amacı olmadan İslami pedagoji patiklerini sürdürmek isteyenleri siyasi güç oyununa sürüklemiştir.[8] Bu açıklamaya ek olarak İslamiyet’in özü itibariyle siyasal yapıyla fazlasıyla ilgili olduğu da iddia edilebilir. Özellikle, peygamber dönemi Medine’sinin bir siyasal yapıya dönüşmesi ve zaman içerisinde ortaya çıkan yönetim pratikleri, günümüz Müslümanları tarafından normatif bir nokta olarak görülmektedir. Bu açıdan bakıldığında, Mayer tarafından dile getirilen ve İslam toplumlarında yönetimin meşru kaynağı olarak yöneticilerin iyi bir Müslüman olmaları gerekir argümanı önem kazanmaktadır. Mayer’e göre, zaman içerisinde idarenin hanedanlara geçişiyle beraber, yöneticinin asr-ı saadet dönemi yöneticileri gibi iyi bir Müslüman olma şartı, şeriatı yani İslam hukukunu en başarılı şekilde uygulama vasfı ile yer değiştirmiştir. Bu durum ise devletin İslami doktrin üzerindeki tekel olma ve devletten bağımsız bir ulemanın ortaya çıkamamasını beraberinde getirmiştir. Günün sonunda, İslam toplumlarında din ve devlet olgusu birbirine sarmalanmış hale gelir ve birbirlerinden bağımsız düşünülemez. Diğer bir ifadeyle, devlet ya iyi bir Müslüman tarafından yönetilmeli ya da İslam hukukunu etkili bir şekilde uygulayacak ellere teslim edilmelidir.[9] Son olarak, siyasal İslam’ın bulundukları ülkelerdeki sosyo-ekonomik koşullardan hoşnutsuzluk duyan kitleleri cezbettiği yönündeki görüş de dikkate alınmalıdır. Siyasal İslamcı muhalefetin güçlendiği ülkelerde yönetici elitin, uyguladığı ekonomi politikasının yarattığı adaletsizliklere Abootalebi dikkat çekmiş ve Soğuk Savaş atmosferi, İsrail karşıtlığı gibi olgular sayesinde meşruluklarını muhafaza eden devlet bürokrasisinin gittikçe otoriterleştiğinin de altını çizmiştir. Yani, devlet ve etrafında kümelenen bürokrasi harcadıkları kaynakların hesabını vermemek için gittikçe baskıcı bir hal almış, bunun neticesinde ekonomik kaynaklardan mahrum olan kesimlerin hissettiği umutsuzluk kendisine siyasal bir mecra bulamamıştır.[10] Ayoob’a göre, devletin baskısı seküler muhalefeti susturmakta başarılı olsa da, siyasal İslamcıların cami ve buna benzer kurumlar vasıtasıyla propaganda yapma ve örgütlü olma durumunu engelleyememiştir. Nihai tahlilde, siyasal İslamcı gruplar Ortadoğu ülkelerindeki politik süreçleri analiz ederken ihmal edilemeyecek kadar önemli aktörlere dönüşmüşlerdir. [11]
Bu tartışmalar ışığında hidayet romanlarına geri dönüp, bahsi geçen karakterlere atfedilen özellikleri tekrar inceleyebiliriz. Acaba siyasal İslam’ın iktidar mücadelesinin şifrelerini ve onun devlet ile kurduğu karmaşık ilişkinin hâlet-i ruhiyesini, hidayet romanlarında işlenen aşk hikâyelerine bakarak anlayabilir miyiz? Bu, haksız ve abartılı bir soru değildir. Zira, hidayet romanlarının İslam’dan arındırılmış ve bundan dolayı bir türlü hayatı düzene girmeyen ve bunalımlar yaşayan kadın karakterini, devlet kavramının simgeleştirilmiş hali olarak düşünmek bize tutarlı bir resim sunuyor. Bu roman kadınlarını bir devlet veya bir iktidar olarak düşünmemizin de geçerli sebepleri var. Öncelikli olarak, kadın ile erkek arasındaki sosyo-ekonomik uçurum hikâyesi, bize siyasal İslamcı grupların uzak oldukları devleti ve onun eteklerinde gezdiği için ekonomik refahtan daha fazla pay alan sınıfları nasıl anlamlandırdıklarını göstermektedir. Siyasal İslam’ın kök saldığı Ortadoğu toplumlarında, devlet bir saadet ve refah kapısıdır. Ve zengin olmanın, devletin yörüngesinde olmak ile mutlaka bir ilişkisi vardır. Üstelik, bu durum, kaçınılmaz olarak, fakirlik ile devlete mesafeli olmak arasındaki nedensellik ilişkisini de önermektedir. Kadın ile iktidar arasında kurulmaya çalışılan özdeşliği destekleyen bir başka unsur ise kadın ve ailesinin din olgusundan uzak (buna seküler de diyebiliriz), halkına yabancı ve batılı tarzda bir hayat sürmeleridir. Bu noktada, siyasal İslamcı hareketlerin, devleti idare eden elitin meşruluğunu eleştirirken “batı kuklası”, “özenti” ve “taklitçi” gibi sıfatlar kullanması tesadüf olmayabilir. Öte yandan, erkeğe atfedilen dini bütünlük ve İslami pratikleri yerine getirme, yani iyi bir Müslüman olma, durumunu ise siyasal İslamcı grupların kendilerini tanımlamak için kullandıklarını tahmin etmek zor değildir. Son olarak, siyasal İslam’ın kendisini işgal ve mağdur edilmiş görme eğilimi, hidayet romanlarındaki kadın karakterin, dindar bir erkeğe âşık olması ve tesettüre bürünmeye karar vermesiyle birlikte kendi muhitinden aldığı tepkilerle birebir örtüşmektedir. Hidayet romanlarında seküler hayat tarzı toplumsal ve siyasal bir norm olarak görülür ve dindarlık ayıplanan, el birliğiyle bastırılmaya çalışılan ve radikal bir hayat tarzı olarak öne çıkartılır. Kendi halinde yaşayan dindar insanlar agresif bir sekülerizm tebliğinin nesnesi olurlar ve kimi zaman okudukları üniversiteden sinirli ve başı açık bir kadın hoca tarafından dersten atılır kimi zaman da ailelerinin alaycı ya da hiddetli tepkilerine maruz kalırlar. Aslında, onları siyasallaştıran taktıkları başörtüsü veya evlendikleri dindar erkekler değil, bizzat bu duruma tepki veren ve onların dönüşümünü kabul etmeyen yapılardır. Standart bir eğitim ve medeni kanunu toplumsal hayata dikte eden Ortadoğu’nun ulus devletleri hidayet romanlarında aynı usuller ile fakat daha mütevazı bir bağlamda ortaya çıkar ve günlük hayat hikâyeleri aniden siyasal İslamcı propaganda makinesini çalıştırmaya başlar.
O halde, kadın karakterimizin evlenmesi, tesettüre girmesi, bunalımlarından kurtulup huzuru bulması bu romanları yazan ve okuyan siyasal İslamcıların devlete duydukları özlem ve bağlılık hakkında bir şeyler söylemiyor mu? Elit bir zümreye mensup, şımarık, batılı fakat buhranlı kadın, AKP’nin çekirdeğini oluşturan insanların 2002 öncesinde iç geçirerek baktıkları ama bir türlü yakınına dahi yaklaşamadıkları Türkiye devleti olabilir mi? AKP iktidarı öncesinde bir siyasal İslamcı, ekonomik, sosyal ve siyasi krizlerle boğuşan ülkesine baktığı zaman bunalım geçiren genç bir kadın mı görüyordu? Ülkeyi yöneten siyasetçilerin ve ister asker ister sivil olsun bürokratların ve onlara yakın duran iş dünyasının seküler hayat tarzlarına şahit oldukça İslam’dan bihaber ve bir batılı gibi yaşamaya çalışan bir roman kadını ve onun çevresi mi aklına geliyordu? Aynı siyasal İslamcı, kendisini, bu batılı ve bunalımlı genç kadını kurtarmak için tayin edilen mütevazı ve dindar erkek karakteriyle mi özdeşleştiriyordu? Ve ülkenin yani kadının ıstıraplarının son bulması için din ile buluşması hatta dindar bir erkek ile evlenmesi gerektiğini mi hayal ediyordu?
Bu soruların bir cevabı yok. Fakat, AKP’nin 2011 senesinden sonra gittikçe artan otoriterleşme eğilimi, muhaliflere karşı uyguladığı baskı, medyayı kontrol etme sevdası, polis şiddetine dizilen methiyeler, AKP iktidarına halel getirebilecek her iç ve dış aktörün birkaç saniye içerisinde ahlaken lanetlenmesi, tereddüt edilmeden vatan haini, din düşmanı olarak yaftalanması, gürültülü bir medya makinesi sayesinde küçük düşürülmeye çalışılması ve 2015 seçimleri öncesi Kuran-ı Kerim’i havaya kaldırarak oy toplamaya çalışan Erdoğan portresi bana kendisinden boşanmak ve başını açmak isteyen karısına karşı öfke duyan bir erkeği hatırlatıyor. Ve cevabını bilemeyecek olsak da, haklı sorular sorduğumuzu gösteriyor. Hidayet romanlarının hiç yazılmamış bir devamı olabilir. Dindar bir erkekle evlendikten ve tesettüre girdikten sonra bulduğu huzuru yitirmiş bir kadının hikâyesini hiç okumadık. Kocasının, kendisinin ve ailesinin bütün servetini hiç hesap vermeden harcadığı bir dindar erkek karakteriyle tanışmadık. Hayatına daha fazla müdahale edilmesini istemediği için dindar kocasından dayak yiyen, onun tarafından aşağılanan ve onun “bu aileyi dağıtmalarına izin vermeyeceğim” şeklindeki bağırtılarına muhatap olan bir kadının bunalımını okumadık. Belki bu yüzden, makalenin başından beri peşine düştüğüm “içimizdeki durağanlığın ve ümitsizliğin sebebi nedir?” sorusunun cevabını hiç yazılmamış bir hidayet romanı hikâyesinde bulmak beni şaşırtmıyor: “Dindar bir kocanın, kendisinden boşanacağını ve başörtüsünü çıkartacağını söyleyen, kafası karışık ve çevresinin etkisinde kalan karısına karşı verdiği mücadele dolu ve gözyaşlarıyla okuyacağınız öyküsü…”
MAHŞER’DEN HUZUR SOKAĞI’NA
İslamcılığın, Türkiye’deki macerası devleti ele geçirip köklerini saldıkça daha da dramatik bir hal aldı. Bir yandan elde ettiği popüler desteği korumak adında Türk sağının bütün fraksiyonları arasında büyük bir hızla ve ustalıkla geçişler yaparken, diğer yandan da kendisini dış dünyaya karşı savunmak için liberalizmden, post-modernizme kadar modern siyasal düşüncenin kendisine hizmet eden bütün argümanlarını adeta cımbızla çekerek sömürmekten imtina etmedi. AKP’nin seçimler öncesi tanık olduğumuz korkutucu çırpınışı da beyhude değildi. Uzun seneler boyunca imrenerek bakılan iktidar ile nihayet gerçekleşen evliliğin bitmemesi için çabalıyordu. Bunu yaparken, AKP’nin kutsal bir “dava”nın biricik bekçisi, Orta Asya steplerinden Anadolu’ya, ilk çağlardan günümüze süzülüp gelen devlet geleneğinin akıncısı, ümmet-i Muhammed’in vicdanı ve umudu olduğu popüler kültür vasıtaları sayesinde acımasızca vurgulandı. Bunun içindir ki, AKP’nin dümenine çomak sokan her aktör büyük bir hızla vatan-millet haini, din düşmanı, İsrail ajanı, mason, terörist gibi damgalara maruz kaldı. Üstelik, devlet şirketlerinden aldıkları reklamlar sayesinde yayın hayatını sürdüren onlarca televizyon ve gazete bu işi büyük bir hevesle yaptı.
Berna Moran, “Alafranga Züppeden Alafranga Haine” başlıklı makalesinde, Türk edebiyatının batıya özenen karakterlerinin zaman içerisinde geçirdiği dönüşüme dikkat çekmiştir. Tanzimat döneminin, özenti ve atadan kalan servetini har vurup harman savuran Felatun Bey ve Bihruz Bey gibi züppe ve aciz tiplemelerinin yerini mütareke dönemi ve Kurtuluş Savaşı’nın da etkisiyle kurnaz ve işgalcilerle işbirliği yapan hainler almıştır. Peyami Safa’nın Mahşer ve Yakup Kadri’nin Sodome Gomore romanlarında bu hainlere rastlamak mümkündür.[12] Hidayet romanlarının bize gösterdiği ise, doğu-batı karşıtlığı üzerinden kurgulanan edebiyat geleneğinin siyasal İslamcılar tarafından ısrarla sürdürülmek istenmesidir. Bir tarafta, kendisine bu karşıtlık içerisinde bir yer bulamayan ve yaşadığı arada kalmışlığı tanımlayabilmek ve anlatabilmek için içine kapanan Türk edebiyatı Sebahattin Ali’nin, Oğuz Atay’ın, Yusuf Atılgan’ın, Orhan Pamuk’un sırtında ilerlerlerken İslamcı edebiyat bu karşıtlığı radikalleştirmekte ısrar etmiştir. Ahmet Sait Akçay’ın hidayet romanlarının halkı bilinçlendirme misyonunu takip ettiği ve güdümlü edebiyat kategorisi içine alınabileceği iddiasına bu noktada katılmamak elde değildir. Çizilen kusursuz doğulu erkek tipinin yerini tebliğci mücahitler almış, batılı tipler olabildiğince sığ bir şekilde karikatürize edilmeye devam etmiştir.[13] Günün sonunda, alafranga züppe önce alafranga haine sonrasında da alafranga bir din ve ümmet düşmanına dönüşmüştür. Alafranga karakterlerin karşısında konumlandırılan ve onların zıt kutbunu temsil eden erkek kahramanlar da bu dönüşümden nasiplerini almışlardır. Tanzimat döneminin vakur beyefendisi önce göğsü vatan sevgisiyle dolu bir Milli Mücadele destekçisi ardından da tutkulu bir mücahit olarak karşımıza çıkmaktadır. Rakım efendi, Nihad’a, Nihad ise Abdulvahab’a evrilmiştir. Ne var ki, hidayet romanlarının kadın ve erkeğe atfettiği roller koyulaştıkça, çatışma beyefendilik ile züppelik, milliyetçilik ile gayrimillilik ekseninin daha ötesinde tanımlanmıştır. Doğu batı karşıtlığı, din ile bunalım; zengin ile fakir; zalim ile mazlum arasındadır artık. Dolayısıyla, kadının seçimi sadece bir aşkın teşvikiyle verilmiş bir karar değildir. Onun seçimi, vahşi emperyalizme ve onun batı özentisi yerli işbirlikçilerine karşı Müslüman, dindar ve mazlum insanların içine düştükleri tuzaktan kurtulmaları, zincirlerini kırmaları anlamına gelir.
Günümüz Türkiye’si hidayet romanlarınca müjdelenen mutlu bir sonu bizzat tecrübe etmiştir. Dindar ve mütevazı erkek Batılı ve zengin kadını etkilemeyi başarmış ona bunalımlarından kurtulması için yeni bir yol önermiştir. Evlilik başlamış ve 13 sene devam etmiştir. Mamafih, evlilikte sorunlar baş göstermiş ve herkesin kafasında bu evliliğin daha ne kadar süreceğine dair soru işaretleri belirmeye başlamıştır. Komşular, evden gelen bağırtı çağırtıyı duymaktadır. Belli ki kadın boşanmak istemektedir. Erkek ise azarlayan bir tonda ve elindeki Kuran’ı havaya kaldırarak hiç susmadan konuşmaktadır. Aralarında çözümü zor bir mesele olduğu gün gibi aşikârdır ancak buna rağmen çiftin boşanacağına dair kimsenin umudu yoktur. Hatta kadının evi terk ettiğini ve bir daha dönmek istemediğini duyan insanlar buna inanmakta güçlük çekerler. Zira bu boşanma durumunda binlerce yıllık Türk-İslam tarihi öksüz kalacak, dâhili ve harici bedhahların eli namahremimize uzanacak, İsrail tankları Gazze’ye girecek, Kahire sokaklarında Müslümanlar katledilecektir. Çünkü tesettüre bürünmesiyle birlikte huzur bulan kadın eğer boşanır ve başını açarsa eski bunalımları tekrar baş gösterecektir.
Fotoğraf: Kelly Sikkema
[1] Sakallıoğlu, Ümit Cizre. Muktedirlerin Siyaseti: Merkez Sağ, Ordu, İslamcılık, İletişim Yayınları, 1999.
[2] “Tanıl Bora: Muhafazakarlar Kültür Sanat Alanında İktidar Olamamaktan Rahatsız”, http://t24.com.tr/haber/tanil-bora-muhafazakarlar-kultur-sanat-alaninda-iktidar-olamamaktan-rahatsiz,250800 (Son Erişim Tarihi: 10 Mayıs 2015)
[3] “Ahmet Akgündüz: Gezi Parkı İkinci 31 Mart Vakasıdır”, http://www.risaleajans.com/gundem/ahmet-akgunduz-gezi-parki-olaylari-ikinci-bir–mart-olayidir (Son Erişim Tarihi: 1 Mayıs 2015)
[4] Şenler, Şule Yüksel. Huzur Sokağı. Timaş Yayınları, 1996.
[5] İnanç, Üstün. Yalnız Değilsiniz: Serpil’in Anlattıkları. Tuğra Neşriyat, 1995.
[6] Şenlikoğlu, Emine. Maria, Mektup Yayınları, 2014.
[7] İsmail, Hekimoğlu. Minyeli Abdullah, Timaş Yayınları, 2007.
[8] Hirschkind, Charles. “What is Political Islam?.” Middle East Report, 205 (1997): 12-14.
[9] Mayer, Ann Elizabeth. “Islam and the State.” Cardozo Law Review. 12 (1990): 1015-1056
[10] Abootalebi, Ali R. “Islam, Islamists, and Democracy.” Middle East Review of International Affairs. 3.1 (1999): 14-24.
[11] Ayoob, Mohammed. “Political Islam: Image and Reality.” World Policy Journal. 21.3 (2004): 1-14.
[12] Moran, Berna. “Alafranga Züppeden Alafranga Haine.” Birikim, 27 (1990):6-17.
[13] Akçay, Ahmet Sait. Bellekteki Huriler: İslamcı Popüler Söyleme Eleştirel Bir Bakış. Selis Kitapları, 2006.