Her çağ, kendi kuşak çatışmasını yeniden yazar; toplumun değişen değerleri, her defasında babalarla oğulları karşı karşıya getirir. Biri geçmişin sesi, diğeri geleceğin belirsizliğidir. 19. yüzyıl Rus realizminin en rafine temsilcilerinden olan Ivan Turgenyev, 1862’de yayımlanan Babalar ve Oğullar romanında bu ebedî gerilimi anlatının tam merkezine yerleştirmişti. Romandaki baba-oğul arasındaki çatışma, yalnızca bir aile içi farklılık değildi, 19. yüzyıl Rusya’sında eski soylu düzen ile yeni nihilist kuşak arasındaki ideolojik kırılmanın ta kendisiydi.
Turgenyev’in ustalığı, iki tarafı da didaktik bir yargıya kurban etmeden, insani bir derinlikle göstermesinden gelmiştir. O, baba ile oğlu biyolojik ya da toplumsal rollerden öte, tarihsel ve felsefî bir sürekliliğin iki ucu olarak konumlandırır. Romanda yeni kuşağın temsilcisi Bazarov, sadece ideolojik bir figür değil, trajik bir bireydir; aklın mutlak üstünlüğüne inansa da, duyguların kaçınılmaz gücü karşısında yıkılacaktır.
Roman, yayımlandığı dönemde nihilizmi bir tehdit gibi görenler kadar, eski düzenin savunucularını da rahatsız etmiştir, ama bugün okunduğunda görülen şey, fikirlerin çarpışmasından çok, kuşakların dünyayı algılama biçimlerindeki o acımasız farktır.
Bu çatışma yalnızca 19. yüzyıl Rusya’sına değil, insanlığın her dönemine ait bir aynadır. Babalar yerleşik değerlere tutunurken, oğullar o değerleri dönüştürme çabasıyla yeni bir anlam alanı kurmaya çalışır. Turgenyev’in anlatısında iki taraf birbirini yargılamaz, yalnızca anlamaya çalışır, çünkü birinin varlığı, ötekinin reddiyle değil, onunla kurduğu kırılgan bağ sayesinde mümkündür.
Edebiyat tarihi boyunca baba, yalnızca bir karakter değil, otoritenin, inancın ve düzenin sembolü olmuştur. Antik tragedyadan modern romana kadar baba, hem koruyucu hem baskıcı bir figürdür. Shakespeare’in Hamlet’inde baba sahnede çoktan ölmüştür, ama hayalet olarak geri dönerek oğulun bütün eylemlerini belirleyen bir gölgeye dönüşür. Kral Hamlet’in “Beni hatırla” çağrısı, yalnızca bir intikam görevi değil, oğula yüklenen ahlaki bir mirastır. Fakat bu çağrı aynı zamanda oğulun özgürlüğünü ipotek altına alır. Hamlet, babasının sesine itaat ile kendi varlığı arasında sıkışır. Böylece Shakespeare, baba-oğul ilişkisinin en derin sorusunu sorar: Bir oğul için kendi kaderini tayin etmek mümkün müdür, yoksa hep babanın hikâyesi mi yaşanmalıdır?
Baba figürünün çözülüşü, Shakespeare’in Kral IV. Henry oyunlarında çok daha karmaşık ve çıplak bir biçimde görünür. Yaşlanan Kral IV. Henry, tahtını oğlu Prens Hal’e bırakmaya hazırlanırken kendi kimliğinin ve mirasının anlamını sorgular. Hal ise babasının beklentileri ile kendi arzuları (bohem hayatı) arasında parçalanmıştır. Baba, oğlundan hem kendi gençliğindeki cesareti hem de kendinde hiç bulamadığı kusursuz krallığı bekler. Bu beklenti, Hal’i sürekli bir performansın içine hapseder. Kral, oğlunu devamlı suçlar, küçük düşürür, hatta benim oğlum olmasaydın diyecek kadar ileri gider. Hal ise hem isyan eder gibi görünür hem de en derinde babasının onayını ister. Taç giyme sahnesinde eski hayatını reddederken o artık bir oğul değil, bir kraldır. Ama V. Henry olduğunda, babasının ölüm döşeğindeki son sözlerini hatırlayıp hâlâ onun gölgesinde yaşar. Bir oğul, babasının hayaletinden ne zaman kurtulur? Ya da kurtulabilir mi?
Modern edebiyata geldiğimizde ise, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’i baba figürünü belki de en karanlık ve en kesin biçimde sorgular. Fyodor Pavloviç, edebiyat tarihinin en iğrenç, en aşağılık baba figürüdür. Onun varlığı oğullarında yalnızca nefret değil, aynı zamanda tiksinti uyandırır. Baba burada artık otorite değil, utancın ta kendisidir. Dimitri şehvetle, Ivan fikirle, Smerdyakov kölelik duygusuyla bu babayı yok etmek isterler. Alyoşa ise onu affetmeye çalışarak belki de en büyük isyanı gerçekleştirir. Baba öldüğünde ortaya çıkan boşluk yalnızca ailevi değil, varoluşsaldır: Artık ne lanetlenecek ne de bağışlanacak bir figür vardır ortada. Bu yokluk, modern insanın Tanrı’yı da kaybettiği o büyük boşluğun provası gibidir sanki.
Kafka’nın Babaya Mektup kitabındaki Baba ile oğul ilişkisi metinde derin bir asimetrik güç dinamiği üzerine kuruludur. Hermann Kafka, otoriter, güçlü, bedensel olarak baskın bir figürdür. Oğul Franz ise zayıf, çekingen, aşırı duyarlı ve sürekli yetersizlik hissiyle ezilen bir karakterdir. Baba-oğul ilişkisinin en yıkıcı yüzü vardır orada. Baba patriyarkanın, Tanrı’nın ve toplumsal düzenin birleşmiş simgesidir. Kafka’nın korkusu, yalnızca babasına değil, bu düzenin tüm temsil biçimlerine yöneliktir. Yine de mektupta oğul, babasını suçlamaktan çok anlamaya çalışır ama, bu nedenle metin, nefretin değil umutsuz bir iletişim arayışının belgesidir adeta. Bu yüzden de son derece yıkıcıdır.
Psikolojinin dilinde baba, sadece bir kişi değil, bir iç sestir aynı zamanda. Freud’un superego kavramıyla tarif ettiği bu ses, toplumsal normları ve vicdanı temsil eder. Lacan’a göre baba, arzuyu sınırlayan, bireyi toplumla buluşturan sembolik yasadır. Modern dünyada bu yasa zayıfladıkça, baba figürü bir “eksiklik” olarak yaşanır; bir varlık değil, bir yokluktur o artık. Babasızlık, yalnızca biyolojik bir durum değil, kültürel bir çağ tanısıdır belki de.
Günümüz edebiyatında ve sinemasında bu sessiz dönüşümün izlerini görürüz. Cormac McCarthy’nin Yol’unda baba, medeniyetin yıkıntıları arasında oğluna hayatta kalmayı değil, insan kalmayı öğretir. Sözün bittiği yerde sessizlik babanın son mirası olur. Luca Guadagnino’nun Beni Adınla Çağır filminde baba, oğlundan itaat değil, duygusal acıyı bir armağan gibi karşılamasını ister. Buradaki diyalog, belki de sinema tarihindeki en yumuşak, en devrimci baba konuşmasıdır. Otorite değil, empati konuşur. Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları’nda ise üç nesil boyunca baba figürü, zenginliğin, geleneklerin ve otoritenin hem taşıyıcısı hem de yükü olarak belirir. Babalar artık oğullarına yol değil, yalnızca iz bırakırlar, o iz ise modern kuşağın kendi kimliğini bulmak için takip ettiği silik bir patikadır artık.
Philip Roth’un Baba Mirası adlı eseri onun en kişisel metnidir. Babayla yapılan oldukça geç kalmış bir hesaplaşmadır. Aslında baba figürü Roth’un romanlarında hep önemli bir yer tutmuştur. Ancak baba çocuk ilişkisi hiçbir zaman şefkatli ve anlayışlı olmamıştır. Ama bu otobiyografik kurguda Roth kendisinden beklenmeyecek kadar şefkatlidir. Baba Mirası, bir tür hastalık günlüğü gibi kurgulanmıştır. Metnin ya da günlüğün öznesi hastanın kendisi değil, babasıyla bazı hesaplaşmalar için süresinin azaldığını bilen, eli kolu bağlı bir oğuldur. Baba Mirası birçok etkileyici sahne barındırır. Günlük hayatın her durumda, ölüm karşısında bile varlığını sürdürmesi, aile yadigârlarının tek başına bir hayatı özetleyecek güce sahip olması, bir zamanlar korkulan güçlü bir babanın yavaş yavaş çocuklaşması ya da bir çocuğun ancak elli yaşından sonra babasının karşısında büyümeye başlaması, sıradan bir akşam yemeğinin bazen koca bir hayatın muhasebesine dönüşmesi gibi çok birçok çarpıcı sahne vardır. Bu metinle Roth, adeta tüm oğullara babalarını hayattayken affetmeleri gerektiğini hatırlatır.
Kabul edelim ki, baba ve oğul arasındaki ilişki, insanlık tarihinin en eski diyaloglarından biri ve bu diyalog çoğu zaman sessizlikle yazılıyor. Turgenyev’in, Shakespeare’in, Dostoyevski’nin ve günümüz yazarlarının anlattığı şey, aslında hep aynı özlem. Birbirini anlamaya çalışan iki yalnızlık. Baba geçmişin ağırlığını taşır, oğul geleceğin belirsizliğini. Aralarındaki köprü kelimelerden çok suskunluklarla kurulur; o suskunluk bazen miras, bazen sitem, bazen de bir affın sessiz biçimidir.
Turgenyev’in romanının sonunda Bazarov’un mezarını kuşatan derin sessizlik, bu döngüsel yapının en güzel ifadesidir. Toprak ve zaman metaforları, doğanın sabitliği ile insanın değişkenliği arasındaki o eski karşıtlığı hatırlatır. Kuşaklar değişse de, insanın anlama ve anlaşılma arzusu, kendini diğerinde tanıma çabası, tarih boyunca devam eder. Babalar ve oğullar, sonsuza dek bu sessiz diyaloğun iki ucunda dururlar.

