[voiserPlayer]
Robert Bellah’ın 1967 yılında Daedalus dergisinde yayınladığı “Civil Religion in America’’ makalesi pek çok tartışmayı beraberinde getirmiş ve sivil din kavramını tekrardan sosyal bilimlerin gündemine taşımıştır. Bu yazıda Robert Bellah’ın makalesi çerçevesinde Amerikan siyaset teorisinde tanrı egemenliğinin yerini ve bu kavramın Amerikan sivil dininde ne anlama geldiğini tartışarak, liberal demokrasilerin halk iradesinin de üstünde kabul ettiği bazı değerleri hangi referanslarla meşrulaştırdıklarını ve bunu halk iradesi kavramıyla nasıl uzlaştırdıklarını bir örnek üzerinden incelemek istiyorum. Yazıda sivil din kavramının tarihsel seyri incelendikten sonra Robert Bellah’ın makalesi tenkit edilecek ve Amerikan siyaset teorisinin dini boyutu başka egemenlik teorileriyle karşılaştırılacaktır.
Sivil Din Kavramının Tarihsel Gelişimi
Sivil din kavramı ilk olarak Rousseau tarafından “Toplum Sözleşmesi” eserinde ortaya atılmıştır. Aydınlanma döneminde geleneksel din kurumlarına ve düşüncesine karşı eleştirel yaklaşımlar ön plana çıkmıştır. Bu durum din ile devletin ayrılması gerektiği düşüncesine ve laik iktidar yapılarına alan açmıştır. Bunun yanında Aydınlanma düşüncesini savunan pek çok düşünür toplumsal işlevleri sebebiyle din olgusunu göz ardı edememiş ve geleneksel din yapılarına karşı alternatifler üretmişlerdir. Karen Armstrong aydınlanma düşüncesinde din olgusuna dair geliştirilen bu işlevselci düşünceyi “Dinin merkezi artık tanrı gizemi değil insanın kendisiydi.’’[1] diyerek açıklamaktadır.
Bir aydınlanma düşünürü olan Rousseau’ya göre de din, toplumları bir arada tutma konusunda alternatifi olmayan bir olguydu ve modern devletin meşruiyetinin sağlanması konusunda bu olgudan faydalanılması gerekmekteydi. Ancak kilise iktidarı, doğası gereği bir ikilik oluşturuyor ve devlet yasalarının iktidarını zayıflatıyordu.[2] Cumhuriyetle kilisenin uyuşmazlığı üzerinde duran Rousseau, devletin yasalarına sadakati ve toplumsal dayanışmayı temin edecek ideal vatandaşlar yetiştirmek için devlet tarafından topluma sivil bir dinin endoktrine edilmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Onur Atalay’a göre Rousseau “kilisenin aşkınlığını, devletin aşkınlığına devretmek’’[3] istiyordu. Rousseau’nun sivil din tanımı; politik, tepeden inmeci, ideolojik ve son derece pragmatist bir yapıdaydı.
Bizzat bu kavramı kullanmasa da Durkheim, çalışmalarında Sivil Din kavramını işlemiş ve din sosyolojisinin konusu haline getirmiştir. Durkheim kabile toplumları üzerine yaptığı incelemelerde Rousseau’dan farklı olarak sivil dini devlet eliyle dikte edilen planlı, amaçsal bir ideoloji olarak değil, aşağıdan yukarıya doğru oluşan doğal bir fenomen olarak okumaktadır. Bu noktada incelenen konu kültürdür ve siyasi bir amacı yoktur. Durkheimcı sivil din, bu anlamda halkların kendilerine özgü tarihsel deneyimleri vasıtasıyla ürettikleri ritüellerin sonucudur.
Robert Bellah ve Sivil Din
Sivil Din kavramını tekrardan sosyal bilimlerin gündemine taşıyan isim Durkheimcı bir din sosyoloğu olan Robert Bellah olacaktır. Bellah’ın 1967 yılında Daedalus dergisinde yayınladığı “Civil Religion in America’’ adlı makalesi önemli tartışmaları beraberinde getirmiştir. Robert Bellah’ın makalesini incelemeden önce Bellah’ın din kavramını nasıl tanımladığının anlaşılması gerekmektedir.
Robert Bellah dinin tanımı konusunda Din antropoloğu Clifford Geertz’in tanımına sadık kalır. Ona göre, “Din insanlarda genel bir varoluş düzenine ilişkin kavramlar formüle ederek güçlü, her şeyin içine işleyici ve uzun süre kalıcı ruh halleri ve güdüleri kuran ve bu güdüleri öyle bir gerçeklik aylasına büründürerek onları son derece gerçekçi kılan bir semboller sistemidir.’’[4] Bellah çalışmalarında bu geniş tanıma uygun bir şema çizer.
“Civil Religion in America” makalesi ABD’de tarihsel süreç içerisinde Hristiyanlığa paralel şekilde sivil dinin gelişmiş olduğunu ve bu dini boyutun da diğer dinler gibi kurumsallaşmış olduğunu ileri sürer. Bu din Hristiyanlığa bir alternatif olarak ve onunla çatışarak ortaya çıkmamıştır. Tam aksine, Hristiyanlıktan ve Yahudilikten kendi teolojisini inşa ederken beslendiği izlenmektedir.
Örneğin, bu dini anlatıda Yahudilerin Mısır’dan çıkışı ve vaat edilen topraklara ulaşmasıyla Amerikalıların Avrupa’dan çıkışı ve Amerika kıtasına gelişi arasında bir paralellik kurulduğu görülmektedir. Bu din dışlayıcı değil, tam aksine kapsayıcı bir görüntüdedir. Amerika’nın bağımsızlık bildirgesinde vücut bulan kurucu değerlerin her dinde ortak olan tiranlığa, zorbalığa, yoksulluğa ve savaşa karşı olma düsturlarına bağlandığı ve bir doğal din savunusu yapıldığı görülmektedir. Burada Amerikan Bağımsızlık bildirgesine de kaynaklık eden John Locke’un insanın akıl yoluyla tanrıya ve insan haklarına ulaşabileceği görüşünden izler bulmak mümkündür.
Robert Bellah makalesinde sivil dinin daha iyi anlaşılması adına ABD başkanlarının konuşmalarında Tanrı sözcüğünü hangi anlamlarda kullandıklarını analiz etmiştir. Bu sözcüğün kullanımındaki üç ayrı işlevi inceleyen Bellah’ın ikinci olarak incelediği tanrı egemenliği kısmına dikkat çekmek istiyorum. Başkanların konuşmalarında Amerika’nın kurucu değerleri olan bağımsızlık bildirgesi ve anayasasının tanrının elinden çıktığı inancı söz konusudur. Kennedy’nin, “İnsan hakları devletin cömertliğinden değil, Tanrı’nın elinden gelir.’’ sözü bu noktada dikkate değerdir. Robert Bellah, “Amerikan siyaset teorisinde egemenlik elbette halka aittir. Ancak zımnen ve çoğu zaman açıkça nihai egemenlik tanrının emrindedir.’’ ve ‘’Halkın iradesi doğrunun ve yanlışın ölçütü değildir. Bu iradenin yargılanabileceği daha yüksek bir kriter vardır.’’ sözleriyle bu gerçeği ifade etmektedir.
Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde ve anayasasında teminat altına alınan temel hak ve özgürlükler ve ABD’nin kendisine biçtiği tarihsel rol dini bir anlatıya dayanmaktadır. Buradaki tanrı ifadesinde geleneksel bir dine atıf yapılmaz, tek referans hemen hemen her Amerikalının dilinde olan tanrı ifadesinden ileri gelmektedir. Böylece devletin sınırları ve yapıp ettikleri Amerikan halkının tarihsel deneyimi içinde gelişen sivil dine göre belirlenir. Yargıçlar halka veya hükümete karşı değil bu tanrısal iradeye karşı sorumludurlar.
Egemenlik ve Sivil Din
Tarih boyunca pek çok egemenlik teorisi ortaya atılmıştır. Devletin mevcudiyetinin ve yasalarının meşrulaştırılması için yegane kaynağın ne olduğu tartışılagelmiştir. Genel kabul tanrısal bir iktidarla, halk iktidarları arasında yapılan bir ayrıma dayanmaktadır. Modern dönemde egemenliğin tanrının elinden halka geçtiği ileri sürülmektedir.
Örneğin, modern öncesi dönemde İslami yönetim tarzında devlet ve hukuk tümüyle dini kaynakları referans alır ve kendini böyle meşrulaştırırdı. Yasa-koyucunun tanrı olduğu bu sistemde halklar sistemin içindeki bir aktör değildir. Bu durumun pek çok sonucu bulunmaktadır. Halklar kendilerini modern ulus devletlerde olduğu gibi devletle özdeş görmezler ve devlet şeriatın çizdiği sınırlar dışına çıktığında meşruiyetini yitirebilir.[5]
Dini egemenlik teorilerinin yerine halk egemenliğinin koyulduğu modern dünyada durum tamamen değişmiştir. Halk egemenliği, devletin ve yasaların varlığını tamamen halka dayandırmaktadır. Bu noktada devlet ve halk özdeşleşmektedir. Liberal demokrasilerde de yapılan seçimlerle iktidara gelenler halkın iradesini temsil eder ve yetkilerini buna göre kullanır.
Ancak özellikle 20. yüzyılda, iki savaş arası dönemde yaşananlar liberal demokrasilerin kendisini yok etmek isteyenlere de fırsat verdiğini gözler önüne sermiştir. Bundan dolayı II. Dünya Savaşı’ndan sonra halk iradesinin dahi değiştiremeyeceği ortak zeminin bulunması ve bu ortak zeminin çeşitli vesayet kurumları tarafından korunması gerektiği Batı demokrasilerinde dahi kabul görmüştür. Bu vesayet kurumlarının meşruiyeti ve görünürde ortaya çıkan çelişki pek çok düşünür tarafından dile getirilmiştir. Söz konusu bu çelişkiyi ABD’nin tanrı egemenliğiyle halk egemenliği arasında bir ara yol bularak çözdüğü görülmektedir.
Burada tanrı egemenliği olarak kastedilen şeyin geleneksel bir din devleti yapısı olmadığı anlaşılmaktadır. Amerikan halkının tarihsel deneyimi sonucu ortaya çıkan sivil din, aşağıdan yukarıya doğru yayılmıştır. İnsan haklarının tanrının emri olduğuna duyulan inanç, iktidarların her türlü otoriter hamlesine karşı bir engel oluşturmuştur. Yargı unsurları kendilerini, halka veya hükümete karşı değil, Amerikan sivil dininin tanrısına karşı sorumlu hissetmişlerdir. Seçimlerde yaşadıkları döneme dair tercihlerde bulunan Amerikan halkı, değişmez olarak seçtikleri değerlerin inşasında da aktif rol oynamıştır. Bu noktada tanrısal irade olarak görülen şeyin tarihe yayılmış bir deneyimden ve kurucu felsefeye dayanan bir yaşam tarzından neşet ettiği görülmektedir.
[1] Karen Armstrong, Tanrı’nın Tarihi (çev. Oktay Özel, Hamide Koyukan, Kudret Emiroğlu) , İstanbul, Pegasus Yayınları, s. 450.
[2] Mesut Düzce, “Türkiye’de Sivil Din Olgusu” (Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, 2016), s. 11.
[3] Onur Atalay, Türk’e Tapmak, İstanbul, İletişim Yayınları, s. 29.
[4] Robert N. Bellah, İnsan Evriminde Din (çev. Mete Tunçay) , İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2021, s. 18.
[5] Wael B. Hallaq, İmkansız Devlet (çev.Aziz Hikmet), İstanbul, Babil Kitap, 2020, s. 99.
Fotoğraf: Kelly Sikkema