[voiserPlayer]
Geçtiğimiz günlerde Meral Akşener’in yaptığı açıklamalar gündemi epeyce meşgul etti. Kamuoyunun üzerinde durduğu üç temel başlık vardı: Altılı Masa, Kılıçdaroğlu’nun adaylığı ve HDP’yle ilgili söyledikleri.
Akşener, Altılı Masa için şöyle dedi; “Masanın bir noter olma görevi yok. Sayın Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanı adayı tarifi vardı. Ben ona hep katıldım. Benim söylediğim bir şey daha var; kazanacak bir aday. Aklı başında, devlet deneyimi olan, bugünkü tuhaflıklara müsaade etmeyecek.”
Kılıçdaroğlu’nun adaylığıyla ilgili ise şunları söyledi: “Sayın Kılıçdaroğlu’nun adaylığı koyma hakları var. Diğer genel başkanların da hakkı var. O masada bir tek ‘Ben aday değilim’ dedim. Bu bir feragattır. Bunu yaparken tek adayla, kazanacak adayla gitmenin, ucube sistemi en kısa sürede değiştirmek için mutlaka Cumhurbaşkanlığını kazanmak, bir de geçiş için, parlamentoya geçiş için ikili bir düzenek bu.”
Ardından iktidarın “masanın altında” olmakla suçladığı HDP’yle ilgili tek saldırının iktidardan gelmediğini şu sözlerle ifade etti: “HDP’nin o masada olmasını söyleyen bizi terbiye etmek isteyen bir kesim var. İYİ Parti’nin bu sistemin engeli olduğunu düşünüyorlar ise, onu da o masa kabul ediyorsa dolayısıyla biz kalkarız HDP’yi oraya oturtabilirler.”
Akşener’in bu açıklamalarının ardından muhalif kamuoyunda Altılı Masa’nın dağıldığı ve Akşener’in Kılıçdaroğlu’nun adaylığına karşı olduğuyla ilgili bir kaygı oluştu. Bunun böyle olup olmamasından bağımsız olarak öncelikle Akşener’i bu mesajları vermeye iten sebeplerin üzerinde duracağım. İlk olarak Akşener’in bir yıl kadar önce yaptığı “Ben Başbakanlığa adayım!” çıkışıyla birlikte Kılıçdaroğlu’nun kurmayları günden güne yükselen bir tonla adaylığın Kılıçdaroğlu’nun hakkı olduğunu ifade etmeye başladılar. Bu da iktidara ve popülist bir lider olan Cumhurbaşkanına tam da istediği tartışma zeminini sağladı. Bu zeminden kaynaklı olarak Cumhurbaşkanı, farklı zamanlarda ve artan bir tonla Kılıçdaroğlu’nu adaylığa davet etti. Bu çağrılar, Cumhurbaşkanının Kılıçdaroğlu’na karşı kesin kazanacağına dair bir özgüvenin yansıması değil, popülist bir lider olarak onun seçim sürecini basit bir “Kemal mi, ben mi?” dövüşüne indirgeme arzusudur.
Aslında bu sürece benzer süreçler daha önce de yaşanmış, Akşener daha yumuşak tonda benzer çıkışlar yapmış ve CHP de bu çıkışlar doğrultusunda “ben” yerine “biz” dilini kullanma sıklığını arttırmıştı. Ancak daha önce Akşener, genelde bunu kendi tabanına mesaj göndererek yapmayı tercih etmiş ve “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” noktasında mesajlarını göndermişti. Örneğin, CHP’nin “Ben” diline döndüğü bir evrede partililerin “Siz Cumhurbaşkanı adayı olun” çağrılarına Akşener, “Mesele memleket meselesi” karşılığını vererek CHP’li siyasi elitlere de bir mesaj iletmiş ve bunun ardından hem CHP’liler daha temkinli açıklamalar yapmış hem de CHP lideri yeniden “ben” yerine “biz” diline dönmüştü. Akşener’in bu kez yaptığı açıklamanın farkı, doğrudan CHP’ye bir mesaj iletmesi ve CHP’nin aldığı kararların masa için bağlayıcı olmadığını ifade etmesiydi. Aslında Akşener’in Altılı Masa’dan çok da hoşnut olmadığı, özellikle de oy oranlarına bakılmaksızın her üyesine eşit birer aktör muamelesi yapılmasından rahatsız olduğu dolaşan iddialar arasındaydı. Benim özellikle Akşener’in Altılı Masa’nın “noter” olmadığı vurgusundan hareketle görebildiğim kadarıyla Akşener’in bu çıkışı, Altılı Masa’yı Kılıçdaroğlu’nun adaylığı için araçsallaştırmaya çalışan CHP’li elitlerin elinden bu kozu alma ve Altılı Masa’yı Kılıçdaroğlu’nun tekelinden çıkarma arayışıydı.
Akşener’in Altılı Masa’ya karşı çok da olumlu olmayan tutumunun değişmesi, Altılı Masa’daki diğer partilerin de elini güçlendiren ve CHP’yle İYİP arasında bir denge siyaseti gütmelerini ve pazarlık payını arttırmalarını sağlayacak bir adımdı. Bu imkâna ilk sarılan Deva Partisi oldu ve İdris Şahin, Akşener’in bu çağrısına katıldıklarını ifade etti. Dolayısıyla Akşener’in bu hamlesi, masadaki dengeleri değiştirmeye ve İYİP’in masadaki ağırlığını hissettirmeye aday bir çıkıştı.
Diğer yandan Akşener’in HDP’yle ilgili çıkışının ise iki temel nedeni vardı:
- Gürsel Tekin tartışması: Ki özellikle Akşener’in “HDP’nin o masada olmasını söyleyen bizi terbiye etmek isteyen bir kesim var” ifadelerinin bu noktaya işaret ettiği ve “Ya biz ya onlar” restini çekerek, ittifakın diğer ortaklarının Türk milliyetçilerini negatif etkileme potansiyeli taşıyan bu tür çıkışlardan kaçınmasını sağlamaya çalıştığı söylenebilir.
- Zamanlama: İktidarın Mersin’deki polis evine yapılan saldırının ardından CHP’ye dönük iddia ve ithamlarının hemen akabinde bu çıkışın gelmesi bir tesadüf değildi. Aslında iktidar partisinin bu ithamları yaparken hedefi, CHP tabanında bir rahatsızlık yaratmak değildi. İktidar, benzeri iddia ve ithamlarla uzun yıllardır CHP’yi hedef aldığı için CHP tabanı bu tür çıkışlara karşı bağışık. Dolayısıyla iktidarın hedefinde İYİP seçmeninde rahatsızlık yaratmak ve özellikle bu bloka yeni dâhil olan seçmeni kendisine olmasa da en azından kararsızlar safına yönlendirmek vardı. Bunu gören Akşener, kendilerinin varlığının HDP’nin olmayacağının teminatı olduğunu vurgulayarak bu kaygıların önüne geçmeye çalıştı.
Akşener’in ikinci çıkışı ne kadar doğruysa ilk çıkışı da o kadar kaygı vericidir. Bu, çıkışının haklı olup olmamasından değil, bugün haklı olmak yerine kazanan olmanın bir anlam ifade etmesinden kaynaklıdır. Seçimlere bu kadar yaklaştığımız bir evrede muhalefetin hâlâ masanın ilk kurulduğu andaki tartışma zemininden sıyrılamamasının temel nedeni, siyasetsiz siyaset yapmanın ancak bu kadar mümkün olabilmesiyle ilişkilidir. Yaklaşık bir yıl önce yazdığım bir yazıyı şöyle bitirmişim:
“Tarihin en derin ekonomik krizlerinden birini yaşadığımız şu günlerde muhalefet partileri sosyolojik dönüşüme kör olmadan halka umut vadeden ve asgari müştereklerde uzlaştıkları bir ekonomik program ortaya koymalılar. Böyle bir program ortaya konmadıkça Parlamenter Sistem tartışmaları halkın ekseriyeti için teknik bir tartışma olmanın ötesine geçmeyecektir. Yapılacak bu tartışmada, mevcut ekonomik tabloda Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin negatif payı da halka anlatılarak parlamenter demokrasinin iş demek olduğu, aş demek olduğu teorik boyutundan soyutlanarak, son derece somut biçimde örneklendirilebilmeli (…) Tüm tartışmayı Kılıçdaroğlu’nun adaylığı çerçevesinde değerlendirmek, tüm Türkiye’nin siyasi intiharına sebep olabilir. Önce dört başı mamur bir iktisadi uzlaşı, sonra iktidarı seçime zorlayacak ortaklaşa ve kitlesel mitingler ve son olarak da anketlere bakılarak ortaya çıkacak olan aday. Sıralamayı tersine çevirmek, halkı ortadaki kavganın basit bir iktidar kavgası olduğunu düşünmeye sevk eder. Böyle bir kavganın kazananıysa çoğunlukla müesses nizamdan başkası olmaz.”
Bir yıl sonra ben hâlâ aynı noktadayım. İşin kötü yanı, muhalefet de bu kısır tartışmalara saplanıp bu alanlarda ortaklaşamama konusunda aynı noktada. Bizlerin ise önceliği ne “şerefli ikincilikler” ne de kutsanmış bir aday. Tek önceliğimiz seçimi kazanmak. Bunun yolu da “kiminle” sorusundan önce, “nasıl” sorusuna doğru bir yanıt bulmaktan geçiyor.
Fotoğraf: S O C I A L . C U T