[voiserPlayer]
Yıllar önce Doğan Gürpınar ve İlkan Dalkuç, “Tayyip Erdoğan Kazandıkça AKP Neden Kaybeder?” başlıklı bir yazı kaleme aldılar. Bu yazının başlığını biraz yorumlamak gerekiyor. AKP kaybediyor çünkü Erdoğan kazanmak, kazanımlarını arttırmak ve bunları yaparken kurumsal bir disiplin tarafından denetlenmek istemiyor. Bu kurumsal disiplinden kastımın AKP’nin parti içi sınırlayıcı mekanizmaları ya da parti içi muhalefet olmadığını da belirtmek isterim. Zira Erdoğan’ın hırsları parti içindeki konumu ile sınırlı değil. Başkanlık sistemi ile birlikte görüldü ki, Erdoğan kendi şahsında temsil edilen devletin, aynı zamanda yasama ve yürütme faaliyetlerini de üstlenmesi gerektiğini düşünüyordu. Dolayısıyla, onun kazanma arzusu, devletin bütün kılcal damarlarına kadar herhangi bir otonom alan oluşmasına kendi kişisel meziyetleriyle mani olabileceği bir bürokratik sistemin vasisi olmaktan başka bir şey değildi. Bürokratlara sağlanan otonominin ve kurumsal geleneklerin ortadan kalkmasıyla birlikte, Erdoğan’ın yönetme kapasitesi ortaya çıkacaktı ve Türkiye etkin karar alma mekanizmalarını elinde bulunduran bir lider tarafından yönetilecek, kalkınacak ve gelişecekti.
Şunu da ilave etmek gerekir ki, Erdoğan’ın kazanma arzusu sadece kamu bürokrasisi ile de sınırlı değildi. Zira kamu kaynaklarının ekonomik alanı düzenlemek için kullanılması, sosyal yardım mekanizmalarına muhtaç olanlar için hoyratça harcanması, medya ve sivil toplumu denetlemek için kullanılması Erdoğan’ın ulaşmaya çalıştığı gücün kapsamını oldukça genişletti. Diğer bir ifadeyle, murat edilen, sadece devlet kurumlarını ve bürokrasiyi değil aynı zamanda ekonomiyi, kültür-sanat hayatını, toplumsal değer ve yargıları ve medyayı da kontrol edebilen sistemin inşa edilmesiydi.
7 Haziran seçimleri Erdoğan’ın arzu ettiği Başkanlık sistemi açısından bir kırılma noktasıydı. Çözüm süreci devam ederken girilen seçimlerden, AKP %40 oy alarak ve meclisteki çoğunluğunu yitirerek çıktı. Halbuki Erdoğan’ın beklentisi Kürtlerin çözüm sürecini başlatma cesareti gösteren AKP’yi desteklemeleri, seçime bağımsız adaylarla katılması ve AKP’ye karşı sert bir muhalefet yapmamasıydı. Böylece, başkanlık sistemini sağlayabilecek meclis çoğunluğu sağlanabilecek ve Kürtler çözüm sürecinin somut çıktılarını görebileceklerdi.
Mamafih, AKP’nin beklentilerinin tam tersi gerçekleşti. HDP seçime parti olarak girdi, sert bir muhalefet yaptı ve Erdoğan’ın başkan olması bir yana AKP’nin meclis çoğunluğu bile elinden gitti. Bu tarihten itibaren, çözüm süreci sonlandı ve Kürt Sorunu’na yönelik geleneksel devlet politikasına geri dönüldü. Bu U-dönüşü, AKP ile MHP’yi aynı eksende buluşturdu ve kuruluşundan bu yana AKP’nin itiraz ettiği milli güvenlik paradigması ile barıştığı şeklinde yorumlandı.
15 Temmuz darbe girişimi ise AKP’nin Kürt Sorunu üzerinden meşrulaştırdığı siyasi pozisyonunu daha da tahkim etti. Fetullahçı askerlerin darbeye kalkışması ve sivil halkın üzerine ateş açması tüm toplumda büyük bir öfke patlamasına sebep oldu. Erdoğan’ın 17 Aralık 2013’ten itibaren Fetullahçılara karşı yürüttüğü mücadelenin onay zemini genişledi. Böylece hem olağanüstü bir tehdit ile baş etmek için Olağanüstü Hal ilan edilebildi hem de milli güvenliğin çerçevesini belirleme tekeli Erdoğan’ın kişisel bilgeliğine havale edildi. Bu durum siyaset sahnesini ortadan ikiye böldü. Bir yanda bu durumu onaylamayan, CHP, İYİ Parti ve HDP yer alırken diğer yandan ulusal güvenlik paradigmasını belirleyen AKP ve ondan siyasi desteğini esirgemeyen MHP kaldı.
Bu kutuplaşma sistem içerisinde makbul ve gayri makbul aktör tanımlamasını ortaya çıkardı. Genel başkanı ve bazı milletvekilleri tutuklanan HDP gayri makbul ilan edildi. Bahçeli’ye karşı muhalefet bayrağı açan ancak kongre yapmalarına izin verilmediği içi İYİ Parti’yi kuranlar gayri makbul ilan edildi. Ve AKP ile MHP’yi eleştirerek onların ülkenin güvenliği için yaptığı hizmetleri akamete uğratmakla suçlanan CHP gayri makbul ilan edildi. Erdoğan, makbul-gayri makbul ayrımını yapmanın mükâfatını MHP tarafından Başkanlık Sistemi’ne geçiş sürecinde destelenerek gördü. Kendisini başkan yaptırmama yeminleri eden Demirtaş’tan uzaklaşıp kendisine başkanlık kapılarını açan MHP’ye yaklaşması kendisi açısından oldukça mantıklıydı. İki parti işbirliklerini daha da güçlendirmek için 2017 başkanlık referandumunda, 24 Haziran 2018 seçimlerinde ve 31 Mart 2019 seçimlerinde ittifak kurdular. Seçimlere Cumhur İttifakı adı altında girdiler. Bu ittifakın amacını ise ulusun bekası ve güvenliğini korumak üzerinden tanımladılar. Bu durumda Cumhur İttifakı’nın dışında kalan partiler kaçınılmaz olarak ulusun beka ve güvenliğine tehdit oluşturan unsurlar olarak tanımlandılar.
Erdoğan ile MHP’nin kurduğu ittifakın felsefesi AKP’nin kuruluş ilkeleriyle tamamen çelişse de bu pek önemli değildi çünkü ittifak Erdoğan’ın amaçlarını karşılamak konusunda gayet sorunsuz işliyor, referandum ve 24 Haziran sonuçlarına göre de halktan destek görüyordu. 31 Mart seçimlerinde AKP’nin tek teselli bulduğu nokta zaten ittifakın toplam oyundan başka bir şey değildi. Ne var ki, 24 Haziran ve 31 Mart yerel seçimlerinde göze çarpan olgu AKP’nin parti olarak düşüş trendine girmesiydi. 24 Haziran’da AKP oyu %42’ye geriledi. 31 Mart seçimlerinde ise AKP hem Ankara-İstanbul-Antalya gibi büyükşehirleri CHP’ye kaybetti hem de Erzincan-Bayburt-Karaman gibi illerde belediye başkanlıklarını MHP’ye kaptırdı. İttifak’ın toplam oyu %52’yi bulmasına rağmen bir önceki seçime göre 9 il belediyesi kaybeden AKP’nin düşüşü artık iyice belirginleşmeye başladı. Diğer bir deyişle AKP, hem ortağına hem rakiplerine oy kaybeden bir parti görüntüsü vermeye başladı.
Bu düşüşün üç sebebi var. Birincisi, MHP’nin, özelikle Bahçeli’nin, güvenlikleştirici söylemi, diyalog ile çözülebilecek politik meseleleri ve aklıselim ile yaklaşılması gereken ekonomik ve sosyal sorunları devletin sert güç enstrümanlarını kullanarak çözmeyi vazediyor. Bu durum Kürt sorunundan enflasyon ile mücadeleye kadar birçok alanda Erdoğan hükümetini oldukça sert ve ılımlılıktan uzak davranmaya itiyor. Ve bu şekilde davrandıkça hükümetin gerek ekonomide gerekse dış politikadaki performansı oldukça zayıflıyor. Dolayısıyla, özellikle büyük şehirlerde yaşayan ve değer üreten, vergi veren, kamu kaynakları olmadan hayatlarını sürdüren vatandaşlar arasında hükümete karşı memnuniyetsizliğin artmasını beraberinde getiriyor. Yani, Erdoğan milli güvenlik ile meşrulaştırdığı hükmetme tarzını devam ettirebilmek için liberal ekonomik ve uluslararası ilişkiler düzeninin hilafına hareket ediyor. Bu durumun ise maliyeti topluma yükleniyor.
İkinci olarak, Erdoğan ile MHP arasındaki ittifak, siyasetin gayri meşru partilerini oldukça dışlayıcı hatta onları kriminalize edici bir dil kullanıyor. Bu dil ise insanların siyasetten kendilerini soyutlamalarına ve mütevazı hayatlarına kapanmalarını engelliyor. Denebilir ki, 24 Haziran sonrası oldukça moral kaybeden ve kendisini siyasetin dışında konumlandıran muhalif kesimlerin büyük çoğunluğu 31 Mart seçimleri öncesi sıkça vurgulanan beka söylemi sayesinde yeniden konsolide oldular. Özellikle, Bahçeli ve Süleyman Soylu seçim öncesi yaptıkları agresif açıklamalarla muhalif parti seçmenlerini konsolide etmeyi başardı.
Son olarak, ortaya konan meşru-gayri meşru parti ayrımı, AKP’den memnun olmayan özellikle sağ-muhafazakâr seçmenin gönül rahatlığıyla MHP’ye oy vermesini beraberinde getirdi. MHP’nin varlığı seçmen açısından rahatlatıcı ve AKP’ye duyduğu tepkiyi güvenli bir şekilde gösterebileceği bir seçenek olarak algılandı. Bu yüzden, partisinin önemli isimlerini ve tabanının önemli kısmını İYİ Parti’ye kaptıran MHP, 24 Haziran seçimlerinde sakin ve iddiasız bir kampanya yürüterek %11 oy olmayı başardı. 31 Mart seçimlerinde 1 Büyükşehir, 10 il, 145 ilçe belediyesi kazandı.
Bu sebeplere bakarak, Erdoğan’ın MHP ile ittifaka girmesinin arzu ettiği başkanlık sistemine ulaşması ve sürdürmesi açısından gayet makul olduğu düşünülebilir. Ancak MHP’nin bu sisteme meşruluk sağlayan bir aktör olduğu ve hükümet icraatlarının bütün sorumluluğunun Erdoğan’a, seçimlerde ise AKP’ye yüklendiği gözden kaçırılmamalıdır. MHP bu sistemin sonuçları konusunda bir mesuliyet kabul etmemektedir. Kendisinden iktidarı bölüşme talebi olmayan bir MHP ile ittifak yapmak ise Erdoğan açısından karlı bir işbirliği olarak görülmektedir. Ancak MHP’nin meşruluk sağlamaya devam etmesi için Erdoğan’ın izlemesi gereken politikalar var ve bunlar vatandaşların günlük hayatında ekonomik ve sosyal problemler ile karşılaşmalarını beraberinde getirmekte ve fatura mesuliyeti alan tarafa yani AKP’ye kesilmektedir. Öte yandan, AKP’den kaçan seçmen yapılan meşru-gayri meşru parti ayrımının etkisiyle muhalefet partileri yerine MHP’ye kaymaktadır. Bunu yaparken hem makbul vatandaş olma hem de AKP’ye bir uyarı mesajı vermiş olmanın rahatlığı içerisinde oyunu kullanmaktadır.
Bu durum, kurumsal denetimden azade ancak milli güvenlik söylemini benimsemeye mecbur edilmiş bir başkanlık sistemine işaret etmektedir ve 31 Mart seçimlerinde kendisini açıkça teşhir etmiştir. Gayri makbul partilerin seçmenleri dolaylı olarak konsolide edilmiştir. Dolayısıyla, İmamoğlu ve Yavaş gibi sağ gelenekten gelen adaylar tabanlarını motive etmek için tutkulu ve ateşli nutuklar atmak zorunda kalmamış, sağ-muhafazakâr seçmeni rahatsız etmeden kampanyalarını yürütmüşlerdir. Hatta Cumhur İttifakı’nın agresif dili, İmamoğlu ve Yavaş’ın sağ-muhafazakar seçmeni cezbetmek için kullandıkları söylemlerin sol-seküler-liberal seçmen tarafından umursanmamasına, kolay hazmedilmesine sebep olmuştur. Böylece Ankara ve İstanbul gibi büyük şehirlerde AKP seçimleri kaybetmiştir. Diğer taraftan, MHP’nin meşru ve makbul bir parti olarak kabul edilmesi ancak AKP ile yönetim sorumluluğunu paylaşmaması memnuniyetsiz sağ-muhafazakâr seçmeni küçük Anadolu il ve ilçelerinde MHP’ye yönlendirmiştir.
Bu sistem, Erdoğan’ın arzu ettiği yönetim biçimine kavuşmasına ve sürdürmesine yardımcı olsa da, AKP’nin sürekli olarak kaybedeceği, ülkenin kutuplaşmış olarak kalacağı ve MHP’nin Cumhur İttifakı içindeki ağırlığının artacağı bir sonuç üretecektir. En başa dönersek, Gürpınar ve Dalkuç’un işaret ettiği gibi, Erdoğan ile AKP’nin birbirlerini destekleyen aktörler olmaktan çok birbirlerini tüketen aktörler olduğunu yeniden tartışmaya açmak gerekmektedir.