Daktilo1984 ekibi olarak 12 Haziran 2025’te “Türkiye ve Uluslararası Fon Ekosistemi” adlı bir rapor yayınlamıştık. Bu rapor vesilesiyle “Türkiye’de Fon Ekosistemi ve Sivil Toplum” konusunu daha derinlemesine incelemek için bir röportaj serisi hazırladık. İlk röportajımızı, deneyimli insan hakları savunucusu Marsel Tuğkan Gündoğdu ile gerçekleştirdik.
1. Türkiye’de, uluslararası kurumlardan fon alarak sivil toplum faaliyeti yapmak sizce nasıl algılanıyor?
Yaklaşık on yıl önceki algıyla bugünkü algı arasında belirgin bir fark var. Zaman içinde siyasi iktidarın ve desteklediği medya kuruluşlarının yürüttüğü algı operasyonları nedeniyle, Türkiye’de uluslararası fon alan sivil toplum örgütlerine yönelik bakış açısı olumsuzlaştı. Oysa Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler gibi kuruluşlardan sağlanan fon ve hibelerin önemli bir kısmı zaten kamu kurumlarına aktarılıyor. Buna rağmen, kamu kurumlarıyla çalışamayan veya insan hakları odaklı örgütlerin marjinalleştirilmesi sürecinde “yabancı fon” meselesi elverişli bir araç hâline geldi ve bu söylem insan hakları mücadelesinin kriminalize edilmesine hizmet etti. |
Bir yandan kamu kurumları fon alırken diğer yandan Türkiye devleti de yurt dışındaki STÖ’lere fon sağlıyor, dolayısıyla seçici bir algı yönetimiyle hak savunucuları itibarsızlaştırılıyor. Genç kuşak ve dijital medyanın etkisiyle, özellikle kentli ve eğitimli kesim arasında uluslararası fon mekanizmalarının pejoratif anlamı güçleniyor. Bu da küreselleşmenin ve dünya ile entegre bir toplum olmanın önünde bir engel oluşturabilecek bir tehlike olarak karşımıza çıkıyor. Dışarıdan gelen her şeyin kötü ve sinsi bir planın parçası olduğu algısı zamanla Türkiye toplumunu açık bir toplum olmaktan uzaklaştırır, köhneleşmeye ve garip bir yabanileşme durumuna yol açabilir.
2. Uluslararası kurumlardan fon alarak yaptığınız çalışmalarda “fonculuk” ile suçlandığınız oldu mu?
Evet, elbette. Son birkaç yıldır gönüllü ya da yarı profesyonel çalıştığım birçok sivil toplum kuruluşu bu suçlamayla karşılaştı, şahsen ben de “foncu” gibi pejoratif ifadelerin muhatabı oldum. Bu o kadar ileri gitti ki yıllardır gönüllüsü olarak içinde yer aldığım bir derneğin aldığı fonlarla kendime estetik yaptırdığım iddialarıyla bile karşılaştım. Geldiğimiz nokta akıl alır gibi değil, çok enteresan bir toplumsal histeri kriziyle karşı karşıyayız. Düşmanlaştırıcı söylem o kadar yaygın ki muhalif kamuoyunun dahi bu algıyı zaman zaman benimsediğini gözlemlemek mümkün. Hatta çalıştığımız toplulukların bazı üyelerinden bile benzer eleştiriler geliyor. Bu durum, siyasi iktidarın algı yönetimindeki başarısını gösteriyor. Sosyal medya linçleri, kişisel güvenlik kaygıları ve dijital itibar saldırıları da “fonculuk” etiketinin yarattığı en somut sonuçlar arasında, bu da hak savunuculuklarının esenliğini olumsuz etkiliyor.
3. Sizce uluslararası kurumlardan fon almak bağımsız faaliyette bulunmayı engelliyor mu?
Fon ve hibe veren kurumlar kimseye zorla kaynak sağlamaz, çağrılar açılır, STÖ’ler çalışma alanlarına uygun programlara kendi istekleriyle başvurur. Fon sağlayıcıların da faaliyet gösterdikleri ülkelerin iç hukukuyla ve uluslararası insan hakları normlarıyla çelişmeyen projelere destek vermesi gerekir. Başvuru aşamasında bu uyum kriterleri zaten kontrol edilir. Nadir de olsa, fonlandıktan sonra çekincelerin paylaşıldığı süreçler yaşanabilir, bu işin doğası gereğidir. Hiç kimse insan haklarıyla çelişen veya şiddeti öven projelere destek olmak istemez.
Öte yandan coğrafyamızda ortaya çıkan savaşlar ve güvenlik krizleri, kaynakların başka coğrafyalara aktarılmasına sebep oldu. AB fonlarının erişilebilirliğinin azalması, kamu kurumlarıyla ortaklık kurabilen ve siyasi iktidar için “daha az sorun çıkaran” STÖ’lerin alanı kaplamasına yol açıyor. Özellikle muhalif örgütler dışarıda kalıyor. Kaynakların daralması ve tematik kısıtlamalar, bazı örgütleri uzman olmadıkları alanlarda proje üretmeye zorluyor (örneğin LGBTİ+ haklarıyla mülteci haklarının zorunlu birleştirilmesi gibi). Ayrıca hibelerin yalnızca tüzel kişiliği olan yapılara verilmesi, toplulukları ve bağımsız aktivist ağlarını fon dışına itiyor. Bu durum uzun vadede tematik uzmanlaşmayı zayıflatırken, örgütleri “proje odaklı” bir varlık mücadelesine sürüklüyor. Dolayısıyla bağımsızlık tartışması fon kaynağından çok, sürdürülebilir finansman eksikliğiyle ilişkili hâle geliyor. Sivil toplum örgütleri hayatta kalmaya çalışmakla mı uğraşsınlar yoksa proje faaliyetlerini ve hedeflerini gerçekleştirmeye mi çalışsınlar buna karar vermekte zorlanıyorlar.
Gönül isterdi ki muhalif sivil toplum örgütleri de Türkiye devletinden ve kamu kurumlarından fon alabilsin. Ancak devletin bu konudaki ajandası oldukça katı. Hiçbir LGBTİ+, feminist örgüt ya da siyasi iktidarın “muhalif” olarak kodladığı insan hakları örgütü, Türkiye Cumhuriyeti’nin ajanslarından, bakanlıklarından ya da diğer kamu kurumlarından fon alamıyor. Bu nedenle uluslararası kaynaklara mecbur kalıyorlar. Geldiğimiz noktada en büyük kaynak dağıtım gücü devletin elinde, bunu değiştirmek de yine onun yetkisinde.
Bu konuya gelmeden önce, aslında sivil toplum örgütlerinin kendi kaynaklarını yaratabiliyor olması gerekirdi. Ne var ki Türkiye’de bağışçılık kültürü oldukça zayıf. Bu konuda TÜSEV’in her yıl yayımladığı araştırmalara göz atabilirsiniz. Türkiye toplumu, genel olarak bağış yapan bir toplum değil. Üstelik yapılan bağışların motivasyonu da hak temelli bir perspektiften değil, daha çok yardımlaşma, dayanışma ve acıma duyguları üzerinden şekilleniyor. Buna ek olarak, yargısal tacizler ve siyasi davalar sebebiyle insanlar muhalif olarak görülen sivil toplum örgütlerine bağış yapmaktan çekiniyor. Arzu edilen en iyi senaryo, bir sivil toplum örgütünün üye ve bağışçılarına sırtını yaslayarak kendi kendine yetebilir bir durumda olması, ancak bu, şu an için çok gerçekçi değil.
4. Sizce Türkiye’de fonlar ne kadar etkin kullanılıyor?
Uluslararası fonların etkinliği büyük ölçüde üç faktöre bağlı; şeffaf ve ölçülebilir hedefler koymak, bağımsız izleme-değerlendirme mekanizmaları işletmek ve elde edilen çıktıları kamuoyuyla paylaşmak. Türkiye’de büyük, kurumsallaşmış STÖ’ler bu kriterleri çoğu zaman karşılıyor, ancak küçük ve orta ölçekli örgütler kapasite ve insan kaynağı yetersizliği nedeniyle oldukça zorlanıyor. Fon verenlerin karmaşık raporlama yükümlülükleri ve ağır bürokrasileri de verimliliği düşürebiliyor. Buna karşın, iyi tasarlanmış, sahaya ve ihtiyaca yönelik mikro-hibeler ve kapasite geliştirme programları sayesinde sınırlı kaynakla yüksek etki yaratan örnekler de mevcut. Kısacası, fonların etkinliğini artırmak için hem donörlerin bürokratik taleplerini azaltması hem de STÖ’lerin proje tasarımı ve mali yönetim konularında desteklenmesi gerekiyor.
Bu konunun bir de daha büyük resimle ilişkisi var. Bu kadar kutuplaşmış bir toplumda, geleneksel sivil toplum yöntemleri ve insan hakları mekanizmalarıyla sorun çözmek hâlâ mümkün mü diye sormak gerekiyor. Aynı şekilde, dünyada yaşanan siyasi gelişmelerle bu durumun nasıl bağlantılı olduğunu da sorgulamalıyız. Fonların etkinliğinin azalması, artık sadece fon mekanizmalarının ya da sivil toplum örgütlerinin kendi işleyişlerine dair bir mesele değil. Otoriterleşmeye karşı bu yöntemlerin etkisinin azalıp azalmadığını sorgulamamız gerekiyor. Yargı bağımsızlığının ve güçler ayrılığının ortadan kalktığı, giderek otoriterleşen ülkelerde, geleneksel savunuculuk mekanizmalarıyla bir dönüşüm yaratmak gün geçtikçe daha da zorlaşıyor. Bu durum, aslında çok daha ontolojik bir sorunla ilişkili, dolayısıyla meseleyi yalnızca “fonların etkisi azalıyor” şeklinde yorumlamak, gerçek sorunu gözden kaçırmamıza neden olur.
Ağır medya ablukası ve yoğun propaganda karşısında kamuoyunu etkilemek zaten zorlaştı, kamuoyunu etkilemeyi başarsan bile karar vericilerin fikirlerini değiştirmek neredeyse imkânsız hâle geldi, çünkü artık her mekanizma tek bir merkezden yönetiliyor. Yeni ve yaratıcı yolları, alternatif mücadele biçimlerini ve farklı arayışları tartışmamız gereken bir süreçten geçiyoruz. Fon ve hibe fırsatları ise bu yeni arayışları desteklemek için yeniden nasıl kurgulanabilir, bunu düşünmemiz gerekiyor.
5. “Fonculuk” suçlaması Türkiye’deki sivil toplum için ne gibi tehlikelere yol açıyor?
“Fonculuk” etiketi, sivil toplumun meşruiyetini zedeleyerek üç temel riski doğuruyor:
Kaynakların daralması: Uluslararası aktörler “olumsuz algı” nedeniyle bazı alanlara fon sağlamaktan çekinebiliyor. Mesela LGBTİ+ haklarının çok planlı ve ağır bir şekilde kriminalleştirilmesi sonucu bazı donörlerin bu alanda fon desteklerini azalttığını ya da tamamen kestiğini gördük. Yanı sıra, şu an parlamentoda meclis alt komisyonunda bekleyen LGBTİ+’ları anayasal düzlemde kriminalleştirmeyi hedefleyen yasa tasarısı geçtiğinde, muhtemelen birçok donör bu alanda fon vermeyi bırakmak zorunda kalacak. İç politikadaki kutuplaştırma siyaseti sivil toplumu doğrudan olumsuz bir şekilde etkiliyor.
Otosansür: STÖ’ler hedef olmamak için eleştirel söylemlerini yumuşatıyor, temel hak ihlallerine dair sessiz kalabiliyor. “Fonculuk” söylemi aslında insan hakları mücadelesinin kriminalleştirilmesi politikasının bir parçası. Bu da sivil toplum örgütlerinin ve hak savunucularının yasal tacizlerle ve davalarla karşı karşıya kalmamak için sıklıkla oto sansüre başvurmasına sebep oluyor. Muhalif medya, akademi ve sivil toplum, çok ağır bir saldırı ile karşı karşıya. “Foncu” suçlaması da bu saldırının en somut tezahürlerinden birisi.
Güvenlik ve yargısal baskı: Hak savunucuları hakkında soruşturma açılması, gözaltılar ve sosyal medya linçleri artıyor. Bu da örgütlerin saha erişimini, psikolojik dayanıklılığını ve uzun vadeli sürdürülebilirliğini olumsuz etkiliyor.
Sonuç olarak, “fonculuk” suçlaması yalnızca finansal bir mesele değil, aynı zamanda demokratik katılım ve ifade özgürlüğü açısından da ciddi bir tehdit oluşturuyor. Bu saldırıdan nasıl kurtulabileceğimizi bilmiyorum, fakat bildiğim tek şey, uluslararası kuruluşlardan destek alarak insan hakları mücadelesi vermenin meşru bir eylem olduğudur. Bu durum yalnızca Türkiye’ye özgü değil, dünyanın her yerinde sivil toplum örgütleri finansal ve kapasite güçlendirme desteği alarak ayakta kalmaya ve mücadele etmeye çalışıyor. Nitekim Türkiye’deki birçok iktidar yanlısı sivil toplum örgütü ve kamu kurumu da aynı uluslararası fonlardan yararlanıyor, hatta Türkiye devleti de yurt dışındaki sivil toplum örgütlerini fonluyor. Kendimizden ve yaptığımız işten şüphe etmeden, bu gerçekliği sürekli kendimize hatırlatarak mücadeleye devam etmekten başka bir seçeneğimiz yok gibi duruyor.